12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER yet gazetesinde yer alan konuşmalardır. Sayın Sabancı, "Bizim Afrika ülkelerinden neyimiz eksik? Onlara yardım edenler bize niye etmesin" diyordu. Önce eksik olmayıp, fazla olan iki tarafımızı belirtelim: 11. yüzyıldan beri bu topraklardaki bağımsızlığımız ve yükseköğretimde onlardan fazla bilgi birikimimiz. Bu ikinci fazlalığımızın değerini bilmezsek, geri kalmamız pek yakındır. BU KONUDAKİ DÜŞÜNCEMİZ a Yabancı yardımlar devlete akmalı, devlet transformatöründen geçerek voltaj ayan yapıldıktan sonra dağıtılmalıdır. Aksi takdirde bazı sistemlerimiz bize uymayan gerilimler altında yanabilir. b Psikolojik ve sosyal yön: Birçok uluslar gibi biz de onurlu bir ulus olduğumuzdan, genellikle bizde, çocuklara yardım doğrudan (direkt) yapılmaz. Babaya verilir. Böylece komşu amcanın baba imajı yerine geçmesi önlenir. Bunun gibi, gerçekten ülkemizin yükseköğretimine "fisebîli insaniyet" yardım etmek isteyen yabancı kuruluşlar varsa, niye ille de "elimle vereceğim" desinler. Inanıyoruz ki aynı coşku ile dev let babaya da aynı yardımı yapacaklardır. Hem neden "bir çocuğun daha olsun" diyorlar. Mevcut çocuklara yardım yapılmaz mı? Bu söylediklerime bazı karşı çıkışlar olacağını biliyorum. Bunlar, benim gibi düşünenlerin yalnızca özel girişimi ve girişimcileri sevmeyenler arasından çıkacağına inananlardır. Sabana'ya sempati duymamak kanunlarımızca suç sayılmadığına göre, kendisine sempatim olmasa bunu da açıkça söylerdim. Üstelik ben, kendisini yükseköğretim konusuna ve ulusal kültüre yardımcı bir ilgi beslediğinden, uzaktan sevgiyle izlemekteyim. Fakat türlü düzeylerde üniversiteler bulunmasının, bizi ilerde yine çok zor durumlara düşüreceğini de bilmemiz gereklidir. Herhangi bir Batı ülkesinde bir grup üniversite, kıdemli, deneyli ve biraz daha zengindir. İkinci bir grup da biraz daha az zengindir. Bizde ise, en zengin üniversitemiz bile Batıya göre olanaksızhklar içindeyken ve üniversiteler en az dört düzey basamağı oluştururken, farkları azaltmak yerine yeni ve göz kamaştırıcı kuruluşlar yaratmak nedendir? Ankara Tıp Fakültesi göz kamaştırmadan, fakat inançla kurulmuştur. Bunu Prof. Dr. Abdülkadir Noyan'dan öğreniyoruz. Onurlu sonucu da ortadadır. Öykii: Bektaşi, güzel giyimli bazı kimselerin kim olduğunu sorarak, "filâh ağanın kullan" cevabını almış. Ellerini göğe açarak, "Tanrım bir benim gibi kullarının durumuna bak, bir de filân ağanın kullarına" demiş. Türk genci aynı soruyu ilerde devletine sormaz mı? Sadece bu tereddüt bile özel üniversitelerin mümkün olduğu kadar az sayıda ve mümkün olduğu kadar sıkı bir devlet denetiminde olmasını haklı gösterir. Sayın Başbakan, "Özel üniversitelere bazı gençlerimiz kıskançlıkla bakıyorlar" diye konuştu. Burada kastedilen, devlete coğrafı ve yapısal yakınlığı çok olan ve denetlenen Bilkent idi. Yabancı yardımların doğrudan ve denetimi az etkileriyle kurulacak olan gelecekteki üniversitelere duyulan gıpta, devletin "baba" imajını kesinlikle zedeleyecektir. Çocuklar kıskandınlmamahdır. Kıskançlık tanısı (teşhisi) koymak neye yarar? Yükseköğretime yardım etmek için, yükseköğretimin, araştırmanın, bilim ortamının doğma ve yaşatılma koşullarını bilmek gerekir. Sadece aşk yetmiyor. Divan şairimiz "Bir demir dağı delip boynuna almak gibidir/Her kişi âşık olurdu eğer âsân (kolay) olsa" demiş. Ülkemizde yükseköğretime yardım etmek isteyenler için sayısız yollar, seçenekler vardır. Öğrencilere burs vermek, yabancı öğretim üyeleri getirerek maaşlarım karşılamak, kitaplıkIar kurmak ve desteklemek, burslu asistanlık kadroları açmak, araştırma taboratuvarları kurmak, öğrenci yurtları kurmak, yurtdışına öğrenci göndermek gibi yollar, bunların ancak birkaçıdır. Türkiye'de yardım yapmak iste>ren kuruluşlar, önce yardım yapacakları üniversiteyi, sonra da güçlerine göre yapacaklan yardım şeklini seçebilirler. Sayın Sabancı, Erciyes Üniversitesi'ni destekleyecek bir vakıf kurmakla, yüzyülarca gönüllerde yaşa^bilir. Sofya Üniversitesi önündeki heykeli ibret ile seyretmiştim. Bulgaristan, bizden ayrıldığı zaman zengin bir tüccar, Sofya Üniversitesi'nin kurulması için önemli yardımda bulunmuş. Heykeli, rejim değişikliğine karşın hâlâ üniversite önünde korunmaktadır. 18 ekim 1986 larihli Milliyet gazetesinde ya>ımlanan bir resim ve '3 kap yemek 100 lira' başlıklı yazıya bir göz atmak bile, öğrencilerin sadece yemek koşullarının düzeltilmesinin ne kadar yüksek zevkler verecek bir iş olduğunu gösterir. Bu resim karşısında düşünmek ve gönüllerde kurulacak heykelleri hayal etmek, bence yedi üniversite kurma sevabına eşdeğerdir. Sayın Sabancı 13.10.1986 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir habere göre "Davul bizim sırtımıza verildi, tokmağı devlet elinde bırakıldı" demektedir. Davul, üniversite olduğuna göre, davulcunun zorunlu arkadaşı ya da denetçisi, devlet olmahdır. Bunun başka yolu düşünülemez. Davul bir ritm çalgısıdır. Devlet ritmini devlete, hayırseverlik zurnasını da vatandaşlara bırakmak en ivisidir. Yükseköğrerimde Devlet Ağırlığmın ©nemi 19707/ yıllarda yaşadığımız özel yüksekokullar karışıklığı, bunları devletleştirerek önlenebilmişti. Şimdi aynı noktaya dönmenin pek de hayırlı olmadığını sanıyorum. PENCERE 6 OCAK 1987 Türban Sarmalı!.. Prof. Dr. H. HÜSREV HATEMt Son yıllarda, aslında çözümü çok basit olduğu halde karmaşık görünen sorunlardan biri, özel üniversiteler sorunudur. Basit olduğunu söylerken amacım şu: Devlet dışında özel üniversite kurma hakkıru hiç bir kuruluşa tanımamak, en basit ve en çıkar yoldur. Bunu söyleyince, gelecek cevabı da biliyorum: "Mektepler olmasaydı maarifi ne guzel idare ederdim diyen nazıra benziyorsun" Hayır. Bu örnek konumuza uymaz. Konuya asıl uyan söz, Nasrettin Hoca'nın "yorgan gitti kavga bitti" sözüdür. Çünkü özel yüksek eğitim yorganı ne zaman ortaya çıksa, kavga da başlamaktadır. 1970'li yıllarda yaşadığımız özel yüksek okullar karışıklığı, bunları devletleştirerek önlenebilmişti. Şimdi aynı noktaya dönmenin pek de hayırlı olmadığını sanıyorum. Gerçi günümüzde duşünulen özel eğitim kurumlan, kazanç amacı taşımadıklarından sakıncasız gibi görünüyor. Örneğin Bilkent'i ele alırsak, bir vakfa bağlı olduğu, devletin gözü önünde olduğu için az sakıncalıdır. Ama bunun da sakıncası "örnek oluşturmasıyla" görülmüş, başka istekler başlamıştır. Çünkü bizim bilinçaltımızda yüzyıllardan beri "benim param para değil mi" ya da "benim başım kel mi?" anlayışı yattığından, guncel olan saygınlık gösterisi neyse örneğin günümüzde üniversitedir onu yapmak yanşı başlamaktadır. Bir eğitim uzmanı, herhangi bir ülkenin eğitim sistemini belirleyen faktörlerden birisinin belki de en önemlisinin gelenekler olduğunu soylüyor. Örneğin ABD'de özel eğitim geleneğinin de ağırlığı olmasına karşılık îngiltere'de ağırlık önemli derecede devletten yanadır. Bizde de Selçuklulardan beri, yüksek öğretim devlet eliyle yapılır, hiç değilse ciddi şekilde denetlenir. Eski donemlerdeki bazı vakıfiar buna karşı bir örnek gibi gösterilemez. Çünkü Islâm hukukunda vakıf yapmak, bir mülkü "Allah'ın mülku" haline getirmek demekti. Devlet de teokratik olunca, vakıf eğitim kurumu hemen hemen devlet kuruluşu haline gelmiş oluyordu. Günümüzdeki vakıfiar bu özellikten çok uzaklardadır. Şimdiki halde, vakıfların özel yüksek eğitim yapmaları biraz sakıncalıdır. PARASAL YÖN Devlet üniversitelerinin sayısı bizde yeterlidir. Parasal olanaksızlıklar ya da öğretim üyesi yetersizliği nedeniyle herhangi bir üniversitemiz guçlük içinde ise, vakıfların destekleyici yardımlar yapması, dışardan öğretim üyesi getirerek maaşlarım ödemesi, yeterli eğitim yardımı değil midir? Muhakkak yardım yapacağımız kuruluşun kendi kunıluşumuz mu olması gerekir? Devlet bizim olduğuna göre devletin üniversitesinin "bizimlik derecesi" en yüksek üniversite sayılması en mantıkh sonuç değil midir? Kısacası demek istiyoruz ki, dev bir vakıf, yeni bir üniversite kuracağına, bütün ulusun destekleyeceği "üniversiteleri destekleme vakfı" kurulabilir. Bunu devler de dev olmayanlar da, sade vatandaşlar da destekler. Üniversiteler, küçüklü büyüklü kuruluşların onur plaketleri ile donatılabilir. Ayrıca, her yıl yardım eden kuruluşlann adı, bir onur yıllığında yer alabilir. Bu yılhklar çok sayıda basılarak hayır sahiplerinin adının "sahifei âlemde baki" kalmasına çalışılır. Bir dev vakıf düşünelim: Bu vakfın başında da gerçekten sevilen, iyi niyetli ve bizden biri olsun. Haydi adını da verelim: Bu vakıf, Sayın Sabancı'nın vakfı olsun. Bizde böyle bir üniversiteyi kurmak için en elverişli ve istekli şahıs kendisidir. Ülkesi için iyilikten başka bir şey düşünmediğine yürekten inanırım. Fakat, Sayın Sabancı'nın bazı beyanlan karşısında değil fikir ileri sürmek, düşünmek bile akhmıza gelmezse, üniversite mensupları olarak büyük bir tarihi sorumluluk altına girmiş olmaz mıyız? Sayın Sabancı, üniversite geleneğini ve üniversiteleri incelemekle yükümlü değildir. Sadece eğitim konusunda devlete yardım etmek istiyor. Biz ise, bu konuda sıkıntılanmızı, tereddütlerimizi bildirmekle yükümlüyüz. Bunlann başında gelen, Sayın Sabancı'nın sadece kendi mali desteğinin yeterli olmadığı ve yurtdışındaki vakıflardan da destek alacağıdır. Bu konuda kaynağımız, 1984'te özellikle Milli 16'ncı yüzyılda Fransa'da türetilmiş bir sözcük türban; Türkçe "tulbent"ten kaynaklandığı söyleniyor; bir kadının başına sarık gibi dolanıp saçlarını gizleyen başlık anlamına gelıyor. Afrika ve Asyalı kadın görenek, Parisli bayan moda yüzünden türban kullanıyor. Doğrusu ya türban az kadına yakışıyor; çoğunun güzelliğini eksiltiyor. 1980'ler Türkiyesi'nde kimi ünlversiteli kızımız da türbanı bir eylem bayrağı gibi başında taşımak istiyor. Bu yüzden tartışmalar çıkıyor; Çankaya. türbanın yasaklanmasını istiyor; YÖK Başkanı Doğramacı bu isteğe uyuyor; Özal iktidarı türbandan yana bir tutumu benimsiyor. Kimine göre türban irtica simgesidir, kimine göre giyim özgürlüğünün verdiği haktır. Gün geçtikçe tartışma büyüyor; gerçekler yanarsöner kumaşlar gibi dalgalandıkça renk değiştiriyor; doğru ile yanlış arasındaki bağıntının çeşıtlemelen çoğaldıkça coğalıyor. Bir dostum bana da sordu: Herkes türban tartışması yapıyor, sen bir şey yazmadın; ne düşünüyorsun? Ne düsüneceğim?.. Türban yetmez, fes giyme özgürlüğü de tanınmalı, isteyen kavukla dolaşmalı, isteyen sarık sarmalı.. Atatürk Cumhuriyetinin canına okunmuş, Öğretim Birliği Yasası çiğnenmiş, gerlcilik devletin doruklarına tırmanmışken türbanın lafı mı olur? HESAPLASMA BURHAN ARPAD OKURLARDAN Yurtdışına gönderilecek araştırma görevlileri BiUndiği gibi bu yıl YÖK tarafından master ve doktora eğitimi için yurtdışına çok sayıda araştırma görevlisi gönderilecektir. Yayın organlarından, gönderilecek olanlann, adaylar arasından merkezi bir sınavla belirleneceğini öğrenmiştik. Ancak, birkaç hafta önce KÜ'den gidecek olanlar belli oldu. Buadaylara bakıldığmda, başan ve kıdent durumu gibi göz önüne almabilecek herhangi bir kriteri yansıtmadıklan görülmektedir. Adaylara seçildiklerinin bildirildiği bir toplantıda yetkilinin, "Bu seçimin neye göre yapıldığını sormayın" demesi ilginçtir. Bu söz, çok daha başarılı araştırma görevlileri varken, gönderilecek elemanlann haksız bir biçimde seçildiklerini doğrulamaktadır. Hatta, bazı bölüm başkanlannın rektörlüğe sunduklan aday listelerinin kısmen veya tamamen değiştirildiği bilinmektedir. Aynca gönderilecek adayların büyük çoğunluğunun başarısızlığı nedeniyle gidecekleri üniversitelere verilmek üzere düzenlenen belgeler üzerinde tahrifat yapdmıştır. Bu tahrifat, mezuniyet derecelerini yükseltmek, ders geçme notları düşük olduğu için belirtmemek ve uzun olan mezuniyet sürelerini kışaltarak normale getirmek şeklindedir. Yani açıkça sahte belgeler düzenlenmiştir. Böyle bir görevi alnının akıyla başarabilecek elemanlar varken, yolsuzluğu göze alarak, sonuca ulaşabilmeleri şüpheti insanların ardına bu milleün parasını dökmek hiçbir mantığa sığmaz ve de insafsızlıktır. Bu konu belli olduğundan beri üniversitemizde ve şehir çevresinde sık sık gündeme gelmektedir ve daha şimdiden araştırma görevlileri arasında belirli bir gerginiik ve kutuplaşma doğduğu gözlenmektedir. Tbhumları bu şekilde ekilmiş olan ayrılıkçılığın yıllarca büyüyerek devam edebileceği ihtimaU endişe vericidir. ARAŞTIRMA GÖREVLtSl İstanbulda Belediye Olsaydı... İstanbul'un planlı ilk bahçeli evier semti diyebileceğimiz Levent bir süredir tahrip ediliyor. istanbul'da başına buyruk semt belediyeleri oluşalı beri diyebiliriz. Oysa bütün Levent'lerin bakanhkça onaylanmış mevzii (yerel) imar planları var. Bu planları yapmış olan mimarların hepsi de yaşıyor. Proje mimariarı yasalar önünde müellif sayıldığına ve her çeşit telif eserde olduğu gibi imar projelerinin ancak müellifin ölümünden elli yıl sonra serbest kalacağına göre, 14 Levent mahallelerinin müellif mimariarı ne yapıyor? Neden susuyorlar? Var olan yapılançekinmeden yıktırıp üç dört katlı ve eskisinden çok daha büyük villa apartmanlar yapılıyorken neden kimse karşı çıkmıyor? İstanbul'da yapılaşmalar hep başına buyruk gitmiştir. Konut olarak yaptırma ve oturma izni almış bir yapı sonradan işyeriatölye, basımevi, dokuma tezgâhı, restoran, gece kulübü vs. olarak kullanılmış, fakat beledıyelerin hiç sesi çıkmamıştır. Ne var ki, hiç bir dönemde istanbul'da belediyeciler böylesine vurdumduymaz olmamış, olup bitenlere böylesine seyirci kalmamıştı. Şehir hallaç pamuğu gibi atılır ve altüst edilirken belediye başkanlığı ulaşılmaz hayal ürünü milyarlık tasanlaıia yurttaşı oyalamaktadır. öte yandan, en azından bir otuz yıidır sözü edilen, hatta kimi ön tasarıları yapılmış olan metro girişimi, 1950'li yıllardan günümüze hep engellenmektedir. Ne var ki, 1983'li yılın ANAP'lı istanbul belediyesi, metronun gerçekleşmeyeceğini, bu tasarının İstanbul için çok lüks olduğunu açıkça söylerniştir. Bir yandan da İstanbulluyu hızlı tramvay ve hızlı deniz otobüsü önerileriyle oyalamaktadır. Oysa hızlı tramvay da, hızlı deniz otobüsü de şehrin dış semtlerine yığınla insanı biraz daha çabuk taşımakian öteye bir işe yaramayacaktır. Bayrampaşa'dan Yenikapı'ya daha çabuk gelecek olan on binlerce insan Aksaray'da iç trafiği daha tıkayacaktır. Basın haberlerinden öğrenebildiğim kadarıyla hızlı deniz otobüsü tasansı da yatmaktadır. Zira her biri 3 milyar Türk lirasına mal olacak deniz otobüsleri ayrıca özel iskeleler gerektirmektedir. Oysa İstanbul ulaşımını önemli oranda denize kaydırmanın gerçekçi yolu var olan şehir işletmelerini verimli olabilecek bir tasarıyla ele almaktır. Bu alanda ilk girişim Eminönü Beşiktaş hattını sıklaştırma ve iş saatlerinde Bebek'e uzatmaktır. Kendi tezgâhlanmızda yapılabilen küçük tonajda boğaz vapuriannın sayısını gerçekçi bir tasarıyla arttırmaktır. Beşiktaş Eminönü arasında deniz yolculuğunun, bugün işleyen eski vapurlarla bile 1012 dakika sürdüğünü, aynı mesafenin kara araçlarıyla 2025 dakika hatta sıkışıklık anlarına yarırn saati aştığı unutulmamalıdır. Oysa içtenlikli olmaktan uzak Belediye Başkanlığı, her biri üç milyarlık hızlı otobüsten ve üçüncü Boğaz köprüsünden söz açmaktadır. Türkiye ölçüsünde hep karayolu taşımacılığı, hep motorlu araçlar taşımacılığı neden? Kimi söylentiler ister istemez akla takılıyor! Karayolu taşımacılığı dünya lastik endüstrisi, dünya çapında motorlu araç endüstrisi, dünya çapında akaryakıt tekelleri çıkarları değil mi? Ne acı! Boğazın bozulması.egzozların çıkardığı zehirli gazlar, çevre sağlığının bozulması kimin umurunda! İstanbul'un belediye işleri on yıllar boyunca başkentte seçilmiş bir politika uydusuyla yönetildi. Sonra yasalar değişti ve Istanbullu oyuyla seçti. Secti amma ne değişti? Seçilen aday, "istanbul'u sevmek bir ibadettır" demekle işin içinden çıkmış olduğunu sandı.Daha başka girişimlerde de bulundu. Hiç bir değer ölçüsü tanımadan yıktı, yıktı. Dolmabahçesarayı'nın bahçe duvarlarını yıkmaya kalkışmakla kolları sıvadı. Bir avuç aydın karşı çıkınca durdu. Amma, yılmadı. Çok şey yıktı. Daha da yıkacağa benzer. İstanbul'da oturan kimileri "Uygarlık" diye alkış tuttukça! Oysa İstanbul Teknik Üniversitesi'nde sanırım bir trafik kürsüsü de var. Evet, İstanbul'da bir belediye olsaydı! demekle yetiniyorum. Batıda demokrasinin oluşması, birbirini tamamlayan iki uzun sürecin sonunda gerçekleşti. Önce vicdan özgürlüğü savaşımı verildi Batıda, ardından fikir özgürlüğü gündeme girdi. Daha başka deyişle bilim ile inanç, akıl ile bağnazlık arasındaki çatışmaların sonucunda Batı uygarlığı bugünkü durumuna ulaşmış, çağdaş demokrasiler bu temele oturtulmuştur. Türkiye'de oynanan oyunu, Batıdaki özgürlükler sürecine oturtmak olanaksız... Batıda yüzlerce yıl süren laiklik düşüncesinin oluşumu Türkiye'de nasıl gelişti? 1923'te cumhuriyet ilan edildi; 1924'te hilafet ve öğretimde medrese eğitimi kaldırıldı, bilimsellik benimsendi; 1925'te tekkeler ve zaviyeler kapatıldı; 1926'da medeni nikâh zorunluluğu getirildi, ımam nikâhı kaldırıldı; 1928'de anayasadan devlet dinininTslam olduğuna ilişkin madde kaldırıldı; 1937'de anayasanın ikinci maddesine "Türkiye devleti; cumhuriyetçi, milliyetç halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir" diye yazıldı. Bütün bu yapılan ların demokratik yoldan ve halkoyuyla gerçekleştiğini kimse ileri süremez. 1937 ile 1946 arasında dokuz yıl var. Bu dokuz yılın yedisi ikinci Dünya Savaşı'nın ağır koşullarında yaşandıktan sonra çok partili rejime geçilmiştir. Bürokratik baskılar altında bunalmış halkın çoğunluğunu laik öğretimden geçmerniş kitleler oluşturduğu için laikliğin seçım sandığında ne anlamı olabilirdi? * Bu gerçeği en yakından gören devlet, emperyalist deneyimlerı pek zengin bulunan Amerika'dır. ingiltere ve Amerika, güdümleri altındaki ülkeleri toplumsal düzenin en gerici güçleriyle anlaşarak yönetmesini iyi bilirler. Çok partili rejime girdiğimizden bu yana Türkiye'deki Amerikancı partiler (yeni Amerikan mandacıları) dinsel inançları sömürerek sandıktan çıkmışlardır. Ordu, Atatürk devrimlerinden laikliğe bağlıdır; ama 12 Eylül'de askeri yönetimin siyasal yetkilenyle donanmış Milli Güvenlik Konseyi şimdiye kadar hiçbir sivil iktidarın cesaret edemeyeceği işi yapmış, ilk ve ortaöğretime zorunlu din derslerini koyarak eğitimi "iki başh'ya dönüştürmüş, cumhuriyet ilkelerine en ağır darbeyi vurmuştur. • Türban, bu sürecin içinde "cim kamında bir nokta"dır. Yine 12 Eylül güdümüyle iktidara oturmuş "işbitirici" ANAP iktidarının tutumu da ortadadır. Özal, kendinden öncekiler gibi yapacaktır; "tavşana kaç, tazıya tut" siyaseti güdecektir; bir yandan 163'üncü maddenin kılıcını Refah Partisı'nın başında tutacak, öte yandan alttan alta gericiliğe yatırım yaparak 1988 seçimlerinde yoksul Müslüman seçmenin oylarını toparlamaya bakacaktır . Biz bu filmleri daha önce çok gördük. TEŞEKKUR 6 gün süren açlık grevimizi destekleyen SHP Bursa tl örgütü, Bursa Barosu, TMMOB Bursa Şubesi, Bursa Tabipler Odası, Bursa Otomobillş, Ozipliklş ve Petrollş yönetici ve üyelerine ve GÜRÜN Kitabevi'ne teşekkür ederiz. 31 GREVCt ÖĞRENCİ ADINA TEMEL ATİK Oğlumuz ISMAÎL'in doğumunu dost ve akrabalanmıza müjdeleriz. SÜREYYAHASAN TÜGEN İstanbul 28.12.1986 İnsan sağlığı ve çevre sağlığı için sorumluluğu v paylaşmanın zamanı. • Bu konuda payınıza düşen katkının bilincinde misiniz? HACI ŞAKİR GRANÜL SABUN deterjan değil % 100 saf sabun » Çamaşırınızda, bulaşığınızda hiçbir zararlı artık bırakmadan tüm temizlik işlerinizde.. • Bebeğinizin hassas cildi,çocuklarınızın ve tüm sevdiklerinizin sağlıklı geleceği için.. • Çevrenizin sağlığı, yuvanızın huzuru ve evinizin ekonomisi için! Hacı Şakir Granül Sabun Otomatık çamaştr makınesınde kullandığınız takdirde aşın köpüğü önlemek için kullandığınız deterjan olçüsünun sadece 1 /3 mıktarı kadar Hacı Şakir Granül Sabun kullanmak yeterhdır. "ÖNCESAĞLIK"
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle