Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 C Server Tanilli’yle ‘Din ve Politika’... kitap KULE CANBAZI SUNAY AKIN 27 HAZİRAN 2008 CUMA ‘Yaşamın ta kendisi, laiklik diyor’ Gamze AKDEMİR ‘Rosenbergler kurtarıldı’ hiç yitirmemişti… İnfaz gününden 18 gün önce şunları yazmıştı karısı Ethel’e: “Bu davayı bütün muhaliflere siyasal baskı yapma aracı olarak kullanmak isteyen bazı gözü dönmüşlerin isteklerine uyuluyor. Ancak yönetimdeki bazı sorumlu kişilerin, hükümette bulunan daha sorumlu unsurların bu çılgınlığı engelleyeceği, yaşamımızı kurtaracağına olan inancımı yitirmedim. Başımızı kıl payı kurtarabiliriz gibi geliyor bana…” Yargıç Kaufman’ın saptadığı infaz günü 18 Haziran 1953’tür… Ve o gün, Rosenbergler’in 14. evlilik yıldönümlerini kutlayacakları gündür!!!... Julius Rosenberg’in umutları kurtaramaz iki sevgiliyi… Sadece, evlilik yıldönümlerinde katledilmelerinin tepkisinden korkularak, infaz bir gün sonrasına, 19 Haziran’a ertelenir! İnfazdan 8 gün önce, 11 Haziran’da Ethel Rosenberg, avukatları Manny’e yazdığı mektupta yalvarır adeta: “Ne olur, bir şeyler yap Manny. Evlenme yıldönümümüzde idam edilmek gibi büyük bir acımasızlığı yapabileceklerini aklım almıyor. Çünkü ben ne de olsa, insan gibi görünen, insan gibi konuşan, ama aslında sadist birer şeytandan başka bir şey olmayan kişilerin varlığına inanmayacak kadar yumuşak yürekli bir kişiyim!” Batı’da Kilise ile devletin birbirinden ayrılmadan önceki süreçte görülen en büyük sakınca neydi ki, Fransa’dan başlayan süreçte laik düzene geçilmesi adeta şart olmuştu? Batı’da, Ortaçağ’da din yetkilileri ile siyaset sahipleri arasında bir ayrım anlamsızdır. Toplumun doruğunda, papalarla krallar, iktidarı korumak için birleşirler ya da onu ele geçirmek amacıyla çekişirler. Kilise ile devletin birbirinden ayrılması fikrinin ortaya çıkmasından önce, yani 13. yüzyıla kadar görülen, iktidarların iç içe olmasıdır. Ne var ki, 14. yüzyılın başlarında önemli bir olay olur: Fransız Kralı Güzel Philippe, 1301’de Papa 8. Bonifatius ile bir güç denemesine girişmiştir; amacı da, kendi ülkesinde mutlak üstünlüğünü sağlamaktır. Olayın sonucu da şu olur: Fransız Kilisesi doğmuştur; onun tek başı kraldır ve Papa’dan da üstündür. Papalığın “evrensel” niteliği hatırlanırsa, olayın çapı anlaşılmış olur. Fransa’da laiklik adına ilk adım budur ve gelişecektir. Papalığa karşı bu tavır, 16. yüzyılda Avrupa’da giderek bir Reform hareketine dönüşür ve yeni darbeler indirir Roma Kilisesi’ne. 18. yüzyılda ise... Evet, bu “Aydınlanma Çağı” konuya nasıl bir zenginlik getirir? 18. yüzyılda, özellikle Fransız Devrimi’nin yaklaştığı tarihlerde, Fransa’da, merkezi bir monarşide, kral Katolik Kilisesi ile el eledir. Avrupa’da “Hoşgörü” fermanlarının yayımlandığı bir çağda, Fransa’da Protestanların ve Yahudilerin üstünde baskı vardır: Katolik Kilisesi mutlak bir iktidara sahiptir: Din özgürlüğünün olduğu kadar düşünce özgürlüğünün de karşısındadır; tek başına yasaklıyor ve mahkum ediyordu ve gerektiğinde monarşi de arkasındaydı. Kral, bağımsız olsa ve Fransız Kilisesi’ni denetliyorsa da, Kilise de dev ayrıcalıkların sahibi idi; daha önemlisi eğitimi denetliyordu ve ruhban Fransa’da başta gelen bir zümre olup çıkmıştı. Laiklik, işte bu durumdaki bir Kilise’ye karşı gitgide kazanılacak bir davaydı. Aydınların bu uğurda sürdürdükleri eylem de ünlüdür. Yani “Aydınlanmacı filozoflar”ı kastediyorsunuz? Evet! Voltaire, Rousseau, d’Holbach, Morelly, La Metrie ve yığınla başkaları... bütün bu Aydınlanmacılarda, “hoşgörü”, temel ve hepsinde ortaktı; savundukları değerlerle, Katolik geleneklerine olduğu kadar siyasal mutlakiyete de karşı çıkıyorlardı: İnsanlık, hoşgörü, eşitlik, tanrısalın yerine geçiyordu. Doğuştan günah gibi dinsel bütün kavramlar tartışılır duruma gelirken, insanın doğası öne çıkıyordu: Tanrı merkezlilik, insan merkezliğe bırakıyordu yerini. Bu kültür devrimi, Katolik Kilise’nin tekelindeki eğitimi, eğitim üstüne bütün kuramları da tartışmaya açar. Yurttaşları yetiştirecek bir dersi, rahiplerin ve özellikle “dünyadan vazgeçmiş” tarikatların elinden çekip almak gerekiyordu. Önemli olan, öteki dünyaya umutların vaaz edilmesi değil, “bu dünyada” yaşayan yurttaşların ödevleri idi. Aydınlıklar ile Katolik Kilise arasındaki zıtlık, yerini 1789’da, beklenmedik bir olaya, Devrim’e bırakır. Fransız Devrimi ne getirdi? Özellikle Kilise, kaynaklarından ve mallarından yoksun edilir. Kilise, insanın tanrısal düzene baş eğmesini isterken, Devrim, insanı merkeze alıyordu; Kilise ile Devrim arasında bir felsefi uzlaşma mümkün değildi. Böylece Papa, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni suçlayıp açıkça reddetti. Öte yandan, bir devrim anayasası, 1795 Anayasası, Kilise ile devleti birbirinden ayırır. O anayasanın 354. maddesi şöyle diyordu: “Kimseye, yasaların kurallarına uyarak, seçtikleri bir dinin ibadetini yerine getirme yasaklanamaz. Kimse, bir dinin giderlerine katılmaya zorlanamaz. Cumhuriyet, hiçbir dinin giderlerine yardım yapamaz.” Fransa’da, laikliğin tarihinde bir dönüm noktasıdır bu! Ne var ki, “Taht ile mihrap”ın anlaşmasına yeniden gidilir: Napoleon’un 1801’de Papa ile uzlaşmasının ar ten uzaklaştırılması yolunda kimi örnekler ortaya konmuş da olsa, dinseldünyasal kurallar ikiliği sürüyordu ve buna son vermek gerekiyordu. Böylece, Cumhuriyet’i kuranlar, yeni bir devlet ve toplum yaratmaya giriştiklerinde, sosyal değişim zorunluluğu ile kendilerinden önceki yapı arasındaki çelişkiyi görmüşlerdi ve bunu çözme sorunu ile karşı karşıya idiler. Özetle, yaşam laikliği dayatıyordu. Daha baştan, egemenlik kuramı “milli egemenlik” diye adlandırıldığında, laik düzenin temeli atılmıştı, kuram bu olunca uygulama da onu izler: Laiklik temelinde “öğretim birliği“, laiklik temelinde “yargı ve hukuk birliği” kurulur. TÜRK LAİKLİĞİ... Bu anlattıklarınızdan, Türkiye’de sıradan bir laiklik olmadığı çıkıyor değil mi? Çıkan şudur: Türkiye’de laiklik, sadece devletin laikleştirilmesine ya da sıradan bir dindevlet ayrılığına indirgenemez. Bir “Türk laikliği” söz konusudur. Onun belli bir ulusal kimliği de olan çağdaş bir toplum yaratma gibi bir hedefi vardı. Cumhuriyet’in hedefi, “çağdaş uygarlığa ulaşmak”tı. Laiklik, yalnız devleti değil, bireyi ve toplumu da yeniden biçimlendirme görevini yüklenince, ister istemez “radikal” ve “militan” bir renge bürünecekti. Bunun bir sorunu da şu oluyordu: Dinle devlet birbirinden ayrı olacaktı, din devlet işlerine karışamayacaktı ama, devlet din işlerine özüne olmasa da sosyal çıkarlar adına karışabilecekti: Diyanet İşleri Başkanlığı, bu misyonla da kurulmuştu. Ancak unutulmamalı: Bütün bunlar, toplumda bir “kültür devrimi”nin parçalarıydılar. Toplum, nitekim bütünlüğüne bir değişimi yaşar... Bugün yaşadıklarımız, bu gelişmelerin sonucu olamaz; belli ki, bir yerde bir sapma ve çözülme olmuş... Nitekim oldu. Gerçekten Türkiye’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde en önemli değişiklik, tek partili bir rejimden çok partili bir rejime geçmektir. Ne var ki, bu yenilik, ileriye bir adım olacakken, uygulamada 1950’de iktidara gelenler, Cumhuriyet Devrimi’ne inançsızlıkları, sorumsuzlukları ve savrulmaları ile, ülkenin ekonomisini ve dış politikasını emperyalizme bağlarken, laik eğitimde de gericiliğe korkunç ödünler verirler; eğitimde ve kültürde, karşıdevrimin yol açtığı bir “çözülme süreci” başlar. Ezanın Türkçe iken Araplaştırılması; okullara yeniden din derslerinin konulması; cami hizmetleri için düşünülen imam ve hatipleri yetiştiren okulların her mesleğe mezun vermesi; din, siyaset ve ticaretin kucaklaşması laiklikte çözülmenin ilk örnekleri olur. Ve bir tarihten sonra da türbanın türemesi... Siyasal partilerin arasına dinci partilerin girmesi; önce onlarla koalisyonlar, sonra da AKP örneğinde olduğu gibi tek başına iktidara geçmeye demokrasi denir. Bir de kene gibi türeyen tarikat ve cemaatler... kasından, 1814’te başlayarak Restorasyon’da Kilise yeniden dirilir: Karşısında, bu kez “liberal ve Cumhuriyetçi hareket” vardır ve hareket de, Kilise’nin en korkunç düşmanı olduğunu görür. Katoliklik, sadece bir din olmanın çok uzağında, bir siyasal ve sosyal rol oynamaktadır; 1789’un ilkelerinin karşısındadır ve cumhuriyetçiler de, o devrimin ilkelerine dayanan bir rejim kurmanın davası içindedirler. Başta gelen konu da, “okul ve laik eğitim”dir... Fransa’ya baktığımızda, “laikliğin dostları ve düşmanları” açıkça belli oluyor. Aydınlanma bütün Batı’yı kuşattığına göre, laiklik tüm Batı’da da oturmuştur değil mi? Hiç kuşkusuz! Bir ülkeden ötekine farklı mantıklar olsa da, bütün Batı’da din, toplum ve devlet ilişkileri laikleşmiştir. Bu süreçte, Akılcılığın ardından Siyasal Liberalizm ve Pozitivizm laikliği savunmuştur. Ancak, bu fikri kaynaklardan beslenen laikliğinin “sınıfsal” bir anlamı da vardır: Laiklik, feodalaristokratik toplum ve siyaset anlayışına karşı çıkarak iktidara yürüyen burjuvazinin ideolojik, siyasal ve kültürel özlemlerini dile getiriyordu. Günümüzde, Avrupa Birliği’nde, Kiliselerle devletin ayrılması fikri, yani laiklik ağırlığını koruyor. Bununla beraber, kimi ülkelerde din ayrıcalıklı bir yerde. Ne var ki, ne olursa olsun laiklik, yeni Avrupa için meydan okuyor. Öte yandan, Avrupa’da milyonlarca Müslümanın varlığı, devlet, Kiliseler ve sivil toplum ilişkileri sorununu tartışmayı canlandırmıştır. Yaşadığımız şu yıllarda, İslamcılıkta cemaatçi içe kapanış ve İslamlığın uluslararası ilişkilerdeki bu tavrı, barışçı bir geleceğe umut ışığı yakabilir mi? Sorun budur! Türkiye’de “laik Cumhuriyet”in de bir Aydınlanma eseri olduğu söyleniyor; ama gelip durduğumuz noktada sorunlar içinde. Nerden kaynaklanıyor bu sonuç? Batı dünyasında, dinle devleti birbirinden ayırma yolunda Fransa’nın açtığı çığıra, 20. yüzyılın başlarında Meksika’nın arkasından Türkiye de katıldı. Gerçekten, 1923 Devrimi’ni yapanlar, bağımsızlığın yanı sıra, devleti “laik ve demokratik Cumhuriyet” ilkesine göre yeniden kurdular; bunu yaparken, kültüre ve topluma da yeni bir içerik kazandırdılar. Niçin bu “yenilik”, bu “farklılık”? 1923 Devrimi yapanlar, Batı dünyasında olup biteni biliyorlardı. Öte yandan, Prof. Dr. Aydın Aybay’ın belirttiği gibi, kendi ülkelerinde farklı bir dinsel ortamın da bilincindeydiler. Dahası, İslam ve İslam dünyası bir “Reform” ve “Aydınlanma Çağı” yaşamamıştı. Osmanlı yenilik hareketleri boyunca devlet yapısının dinsellik EĞİTİM ŞART! Bunları gördükten sonra, laikliğin güvencesi olarak “halk eğitimi”ne nasıl bakıyorsunuz? Eğitim, çağımızda okulla sınırlı değil, örgün eğitimden geçmiş olsun olmasın bütün yetişkinlere yönelmiş bir eylemdir eğitim; ayrıca eğitim, yaşam boyu süren bir süreç olarak kabul ediliyor; “halk eğitimi” denen bu. Cumhuriyet’i kuranlar, eğitimi herşeyin üstünde gördüğünden, halk eğitimine de büyük bir yer veriyordu. Halkevleri, işte bu iş için kurulmuştu. 20’li yıllarda, Halk Mektepleri, sonra da Halk Dershaneleri açılır; 1932’den sonra Halkevleri ve onların yanı sıra köylerde Halkodaları etkinliğe başlar. Sorun, yalnız okumayazma öğretmek değildir; kentte ve kırsalda, sosyal ve kültürel yaşamın temel konularında halkı bir düzeye çıkarma örgütlenir; bunun semereleri toplanırken, aydınlarla halkı yaklaştırmada bir süreç başla tır. Köylerde öğretmen söz konusu oldukta, Köy Enstitüleri düşünülür ve 1940’larda uygulamaya geçer. Ne var ki Demokrat Parti, 1950’de iktidara geçtiğinin ertesinde 1951’de Halkevlerini kapatır; birkaç yıl sonra da, Köy Enstitülerini amacından uzak bir amaca fırlatıp atar. Halk eğitiminde bir “kırılma”dır anlattığımız öykü. Televizyon da 50’li yılların sonuna doğru göreve girer; birkaç parantez dışında, iktidara sahip olan partinin emrine girer. Halk eğitiminde, özellikle AKP ile varıp durduğumuz noktada, soru şudur: Halk eğitiminde ne tür bir kırılma (fay), bir boşluk oldu da, “muhafazakârlık” örtüsü altında gizlenmek istenen şu tehlike yolun üstüne çıktı? Dahası, “kültürsüzleştirme” elle tutulur haldedir: Çağımızın ve yurdumuzun gerçeklerinden uzakta, düşünmeyen, tepki duymayan yığınlar görülüyor; insanlarımız, yurttaşlık bilincinden de gittikçe uzaklaşıyor. Kimlik kaybına mı uğradık? Bu gelişmeler, emperyalizmin uzağında olamaz değil mi? Evet olamaz! Bir ülkede din ve politika, nerede olursa olsun, uluslararası gelişmelerin de etkisi altındadır. Bir örnek: New York’taki İkiz Kuleler’i yerle bir eden terör, dünya çapında çatışmaya yol açmıştır. Ortadoğu, Türkiye’yi de içine çeken bir savaş ve terör coğrafyasına dönüşmüştür. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD’nin İslam dünyası tasarımlarını içeren bir belge olarak ortaya çıktı. Amerika, Türkiye’ye bir “Ilımlı İslam Devleti” rolü biçiyor. Böylece, “laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti”, “Ilımlı İslam Devleti”ne dönüştürülmüştür. Dahası da var: Birkaç yıl önce, ABD’de icat edilen bir harita, gerçekleri kökünden değiştiriyor; bölgeye daha korkunç felaketler getirecektir. Öteki ülkeleri gibi, Türkiye’yi de bölüp parçalıyor. Eklemeli de: Bütün Müslüman dünyanın üstüne, Türkiye de dahil, emperyalist felaket çökmüştür, bir “dincilik salgını”nı azdırmıştır. Gelişmelerin gelip durduğu noktada, “Laik barış”ın dostları ve düşmanlarından söz ediyoruz. Türkiye’nin güncelinde kimdir bunlar? 1923 Devrimi’nin bir büyük eseri de şudur: Din, vicdanlara bırakılarak, devlet ve toplum yenileştirilir; çağın isterleri ve Aydınlanma yolları açılır. Öte yandan, eğitimde parlak bir eser ortaya koyar. Bir eksikliği vardı: Devrim’i, “demokrasi” ile taçlandırmak gerekiyordu; 1950’lerden başlayarak, demokrasinin kapıları da açıldı. Ne var ki, “yüzeysel bir demokrasi” araçları olarak ortay çıkan partiler, Devrim’in düşmanlarıyla uzlaşarak, en başta laik eğitimi çökerttiler; dincilere yolları açtılar. Halkın kafaları ve dikkatlerini, çağın isterlerine döndürmeyip, sağ’a ve dincilere çevirdiler. Yani Devrim’e ihanet ettiler. Demokrat Parti’den başlayarak, iktidara gelmiş partilerden hangisi “laik barış”ın dostu olmuştur? Geleceğin “Aydın din adamı” diye düşünülen, ama gecikmeden “dinci partilerin arka bahçesi”ne dönüştürülen imam ve hatiplere, “laik barış”ın dostu olarak bakabilir miyiz? Sayıları 25’e varmış İlahiyat Fakültelerinden bir kaç aydın hoca bir yana “laik barış” adına kaç profesör ortaya çıkmıştır? Ha bire çoğaltılan Kuran kursları “laik barış” aşkıyla mı ortaya salınıyor? Ya 1970’lerde, Mısır’da yuvalanmış Müslüman Kardeşler güruhunun icadı olan “türban salgını”na arka çıkmak? Ya eğitimde “zorunlu din dersleri”, Ramazanda din pratiği zorlamaları? Ya ülkede okul sayısını fersah fersah aşan cami yapmak? Ya halkımıza dinle ilgili çağdaş bir bilinç kazandırmak için kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nda “Kutlu Doğum” uydurmasıyla “Taliban” kımıldanışlar? Özetle, Türkiye bir “İslamlaştırma” baskısı altındadır. Ancak, laikliğin geçerli olmadığı bir İslam toplumunda demokrasi rafta kalır; laik eğitimin bulunmadığı bir eğitim düzeninde de inanç özgürlüğü yoktur. Çağımızın hatırlatmalarıdır bunlar!.. Din ve Politika“Laik Barış”ın Dostları ve Düşmanları/ Server Tanilli/ Cumhuriyet Kitapları/ 246 s. ipokrat yemini etmiş bir hekim milletvekili seçildiğinde, Meclis’te bir insanın idamı oylanırken elini ölümü onaylamak için kaldırabilir mi?.. Ya da şöyle soralım, milletvekili olmuş bir hekim, idam cezasına “evet” dediğinde, hekimlik mesleğinden istifa etmiş sayılmaz mı? Bu soruları Faik Çelik’in “İlaç Kokulu Kitap” adlı eserini okurken sordum, kendi kendime… İnanamadım!... Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam cezaları Meclis’te oylanırken 34 hekimin “evet” yönünde oy kullandığına inanamadım!!!... İnsan hayatını kurtarmak, bir insanı daha çok yaşatmak için yemin etmiş, yüreği insan sevgisiyle dolu, mesleklerin en saygını olan hekimlik sıfatını almış bir insan (34 değil, sadece 1’inden söz ediyorum!) nasıl olur da cellatlığı onaylayabilir?.. Bir hekim can alma heveslisi olabilir mi?.. Kendisi de bir hekim olan ve çok sevdiğim Faik Çelik’in kitabından öğrendiğim bu utanç verici bilgi karşısında şu yargıya vardım: Masum üç genç insanın öldürülmesinden daha korkunç olan, 34 hekimin gencecik üç fidanın idam kararını onaylamalarıdır!.. Geride bıraktığımız yüzyılda ülkemizde ve dünyada pek çok masum insan idam cezasına çarptırıldı ve bu resmi cinayetler ne yazık ki işlendi… Rosenbergler’in katledilişi bu idamların en trajedik olanıdır… Tam 55 yıl önceydi… Julius Rosenberg’in karısı Ethel’e yazdığı 9 Mayıs 1951 tarihli mektuptaki şu sözleri, neden idam cezasına çarptırıldıkları sorusunun yanıtını barındırmaktadır: “Hakkımızda verilen acımasız karar, halkın siyasal tutuklular için ağır hapis, hatta ölüm cezaları verilmesini doğal karşılamasını kolaylaştırmak, insanların zihnini, insan zihni olmaktan çıkarıp onları hayvanlaştırmak için başlatılmış olan atom savaşının bir parçasıdır. Bu, ilerici Amerikalılar arasında bir korku felci yaratmak gibi alçak bir amaca da hizmet etmektedir. Yurttaşlarımız vakit çok geç olmadan uyandırılmalı, insan kanından oluşan nehirleri çağdaş yetkin ve bilimsel yollarla akıtmaya giden bu faşist yasaları yürütmeye başlayan savaş ağlarının sinsi planları su yüzüne çıkarılmalıdır ve bu işe hemen başlanmalıdır! Şimdi! Bugün!..” Kaybeden Rosenberg çifti değil, tüm insanlık oldu. İnsan kanından oluşan nehirler 1950’li yıllarda giderek güçlendi, sömürgeciliğe örülen bendi yıkarak 2000’li yıllara taştı… Oysa, Julius Rosenberg umudunu H BÜYÜK BİR SENARYONUN KURBANLARI Ne garip, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine onay verenler arasında hekimlerin de bulunduğuna benim de aklım almıyor!.. Hiçbir hekimin bu “acımasızlığı” yapacağına inanmıyor, inanamıyorum!... Rosenbergler Rus casusu olmakla suçlandılar ve öldürüldüler… Yıllar sonra, mahkemeye sunulan delillerin doğru olmadığı, Rosenbergler’in büyük bir senaryonun kurbanı oldukları gün ışığına çıktı!.. Ethel ve Julius Rosenberg’in katledilişi gazetelerimizde şu haberle duyuruldu: “İdam, Türkiye saatiyle sabaha karşı 2’de infaz edildi...” Anday’ın şiirinde infaz anını anlattığı kıta, kıtalar arası saat farkının kurbanı olmuştur!.. Çünkü, Rosenbergler, akşam saat 8’i birkaç dakika geçe öldürülmüşlerdir!.. Son ana kadar, Başkan Eisenhower’a sunulan infazın ertelenmesine dair dilekçenin kabul edileceği umut ediliyordu. Öyle ki, gazeteler iki manşet hazırlamışlardı: “Rosenbergler idam edildi” ve “Rosenbergler kurtarıldı”… ‘Atatürk’le niye uğraşıyorsunuz?’ Hollanda’da ‘kapatma davası’ için taraftar arayan AKP’li vekiller bir Türk’ün bu sorusuna yanıt veremedi, ama her görüşmede ülkelerini şikâyet etmeyi sürdürdü Ayşe SAYIN araya gelen Hollandalı parlamenterler, kapatma davasını doğru bulmadıklarını ilettiler. Yemeğin AKP’lilerin ısrarlı soruları üzerine “AKP’nin kapatma davası müzakeresine” dönüşmesi, alt komisyonun muhalefet partili üyelerini rahatsız etti. Heyette yer alan CHP Sıvas Milletvekili Malik Ecder Özdemir, Hollanda parlamentosundaki Türk asıllı milletvekili Coşkun Çörüz’ün odasında AKP’li komisyon üyeleriyle tartıştı. AKP’lilere her gittikleri yerde Türkiye’yi şikâyet ettikleri uyarısında bulunan Özdemir, “Türkiye’deki iç meseleleri yabancılarla tartışmak doğru değil” dedi. Özdemir’in tepkisine rağmen, Amsterdam Belediye Başkanı ile yapılan görüşmede de konu yine kapatma davasına geldi. Havanın yine gerileceğinden endişe eden Komisyon Başkanı Zafer Üskül devreye girerek, siyasi partilerin kapatılmasının doğru olmadığını söyledi. Üskül, “Ancak Türkiye’de hukuk işliyor, mahkeme süreci devam ediyor” diyerek havayı yumuşattı. ANKARA TBMM İnsan Hakları Cezaevleri Alt Komisyonu, geçen hafta AKP’li Başkan Zafer Üskül’ün başkanlığında Hollanda’ya giderek, orada yaşayan Türk vatandaşlarının cezaevlerinde karşılaştığı sorunlarla ilgili incelemelerde bulunurken, diğer yandan da kapatma davasıyla ilgili nabız yokladılar. Görüşmeler sırasında, AKP’li alt komisyon üyeleri, Lahey sokaklarında hiç beklemedikleri bir tepkiyle karşılaştılar. Hollanda’da yaşayan bir Türk, AKP’lilere “Atatürk’ün cumhuriyetini ne hale getirdiniz? Atatürk’le niye uğraşıyorsunuz” diyerek tepki gösterdi. AKP’li üyeler bu tepkiye yanıt vermeyerek, olay yerinden uzaklaşmayı tercih ettiler. Ziyarette ikinci gerginlik konusu ise AKP’li üyelerin, görüştükleri Hollandalı muhataplarına, partileri hakkındaki kapatma davasıyla ilgili görüşleri konusunda ısrarlı sorular yöneltmelerinden kaynaklandı. Heyetle yemekte bir ‘68 Afişleri/ Yılmaz Aysan/ Metis Yayınları/ 158 s. ‘68’in devrimci ruhunun en önemli parçası, üniversitede, sokaklarda, grev ve işgallerde kendini afişlerle ifade etmesiydi. Devrimci Afiş Atölyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde, ilk deneyimlerini Mimarlık Balosu afişlerinin basılmasından edinmiş bir grup öğrencinin gönüllü çalışmasıyla ortaya çıktı. Kısa zamanda devrimci kampanyalar yazmaya, tasarlamaya girişti. El yordamıyla baskı teknikleri geliştirdi. Sonunda yüz binlerce afiş üreterek Türkiye’nin dört bir köşesine dağıtan bir organizasyona dönüştü... Yılmaz Aysan, atölyenin kuruluşunda ve gelişmesinde rol oynamış, orada bizzat çalışmış Ahmet Sönmez, Ali Artun, Ertuğrul Kürkçü, Hasan Barutçu ve Sait Kozacıoğlu’nun tanıklıklarını ve 6870 döneminin afişlerinden bulunabilen örnekleri bir araya getiriyor. Son Osmanlılar/ Murat Bardakçı/ İnkılâp Kitabevi/ 320 s. 1924 Mart’ında, Türkiye’ye sürgün edilen Osmanlı hanedanının tamamının 1974’te Türkiye’ye dönebilmesine izin verildi. Bir kısmı döndü, bir kısmı yıllardır yaşadığı ülkelerde kaldı. Gazeteci Murat Bardakçı’nın, dünyanın hemen her tarafına dağılmış olan Osmanlı hanedanının mensuplarıyla görüşerek hazırladığı bu kitap, Ortadoğu’ya ve Avrupa’nın bir bölümüne yüzlerce yıl boyunca hükmetmiş bir aileden bugüne kalanların öyküsü... 12 Eylül ve Filistin Günlüğü/ Adil Okay/ Ütopya Yayınevi/ 302 s. “Guevara Gazi hastanesinde yatarken tanıştığım Lübnanlı küçük Fatma’nın ayağı İsrail bombasından kopmamış olmalı, o ve 1982 İsrail işgalinden sonra izini kaybettiğim Filistinli hemşire Süreyya, beni Beyrut’ta gezdirmeli, ben de onlara dondurma almalıydım. Cenaze törenleri yerine bir lunaparka gitmeli, kahkahalar atarak poz vermeliydik. O çocukların Sabra Şatilla’da kurşuna dizilmiş ağabeyleri, babaları, kanlar içinde yerde yatarken değil, İsrailli rütbesiz askerlerle barış çubuğu içerken alınmalıydılar fotoğraf karesine... Üniformalar çıkarılmalı, silahlar gömülmeli ve hep beraber halaya durmalıydılar. Keşke bu günlük yazılmasaydı... 12 Eylül karanlığından ve İsrail saldırılarından sağ kurtulan bizler, bu travmayı yaşamak zorunda bırakılmasaydık...” Yazarın 1981’de tuttuğu günlüğünden, arkadaşlarıyla mektuplaşmalarından oluşuyor bu kitap.