24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

29 ŞUBAT 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Almanya’da yeni Türk edebiyatı Osman ÇUTSAY FRANKFURT Türkiye’nin konuk ülke olduğu Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nın 60’ıncı yılında, edebiyatımızı tanıtmak üzere özel bir televizyon programı hazırlayan gazeteci Kemal Çalık, bu tür programların sayısının yıl içinde daha da artacağına dikkat çekti. Türk edebiyatının geçmişteki en önemli sorununun çevirmen bulmak olduğunu, bu alanda artık bir darboğaz değil, tersine, sevindirici bir birikim yaşandığını belirten Çalık, Türkçe konuşan ve Almanya’da yaşamayı seçmiş insanlarımızın Türk edebiyatına dair özel bir sorumluluk taşıdığını hatırlattı. Kemal Çalık, Almancadaki Türk edebiyatı ve geleceğiyle ilgili olarak Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. DEBİYATIMIZI ÇOK SEVİYORUM CUMHURİYET Böyle bir program hazırlamaya neden gerek duydunuz ve ilk çalışmalara ne zaman başladınız? Amacınız neydi, aldığınız tepkileri ve sonuçları karşılaştırır mısınız? KEMAL ÇALIK Almanya’daki kamuya ait “ARD EinsPlus” kanalında böyle bir programa katılma önerisi İsviçreli “Unionsverlag” tarafından geldi. Türk edebiyatındaki gelişmeleri zaten yakından takip ediyorum. Üniversite tezimi Almancada Türk edebiyatı üzerine yazmıştım ve iki yıl önce de Literaturca Yayınevi’nin Pınar Kür ve Sadık Yalsızuçanlar ile düzenlediği okuma akşamının sunuculuğunu yapmıştım. Edebiyatımızı çok seviyorum. Bu nedenle Türk yazarlarını ve yapıtlarını tanıtma önerisini hemen kabul ettim. Çalışmalarıma bir ay önce başladım. Bu süre içerisinde ARD EinsPlus redaktörü Gabi Reich ile örnek bir uyum içinde çalıştığımızı belirtmek istiyorum. Beni her konuda destekledi. İlk önce hangi yazarları ve eserlerini tanıtacağıma karar verdim. Kafamda, klasik yazarlardan başlayıp çağdaş yazarlarımıza doğru yönelmek vardı. İlk listede Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal gibi ustalar yer alıyordu, ama bu yazarların eserleri ya Almancaya çevrilmemişti ya da piyasada bulunamıyordu. Ayrıca Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet, Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi yazarlar Almanya’da tanındığı için, onları tekrar tanıtma gereği duymadım. Amacım, bilinmeyen, ama tanınmasını istediğim, Almancaya da çevrilmiş kaliteli eserleri ve farklı temaları işleyen yazarları ön plana çıkarmaktı. Sonunda şöyle bir liste oluşturdum: Orhan Veli “Fremdartig” (Garip), Fazıl Hüsnü Dağlarca “Steintaube” (Taş Güvercin), Aziz Nesin “Ein verrückter auf dem Dach” (Damda Deli Var), Haldun Taner “Allegro ma non troppo”, Aslı Erdoğan “Die Stadt der roten Pelerine” (Kırmızı Pelerinli Kent), Ayla Kutlu “Triyandafilis” (Sen de Gitme Triyandafilis), Ahmet Altan “Der Duft des Paradieses” (Kılıç Yarası Gibi), Serdar Özkan “Die Stimme der Rose” (Kayıp Gül). Bilindiği gibi, Haldun Taner Almanya’da eğitim görmüş ve bu ülkenin kültür tarihini çok iyi bilen bir aydındı. Türkiye’ye döndükten sonra epik tiyatroyu ve siyasi kabareyi kurdu. Kitapta yer alan “Şeytan Tüyü” adlı kısa öykü şimdiye kadar okuduğum en trajikomik yapıtlardan birisi. Öyküde Almanya’da yasadışı olarak hayatını sürdüren Ökkeş adlı bir vatandaşın hikayesi anlatılıyor. Ökkeş, üzerine ayı kostümü geçirip Berlin ayısı olarak çalışmaya başlıyor ve bu perspektiften çevresinde olup bitenleri izliyor. Bildiğiniz gibi, Berlin ayısı Berlin metropolünün de bir simgesidir. Aslı Erdoğan’ın kitabı “Kırmızı Pelerinli Kent” mart ayında Alman okuruyla buluşuyor. Çok sıcak, detaylı ve acımasız bir roman. “Kayıp Gül” romanı ile Serdar Özkan da bizi gerçek dünyadan düşlerin ve güllerin dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Almanya’da Blanvalet yayınevi tarafından yayımlanan bu roman 8 binin üzerinde satış yaptı ve şimdiye kadar 14 dile çevrildi. Katıldığım program, C.H.Beck ve Dağyeli yayınevleri, Almanya Türk Toplumu ve Avrupa Türk Gazeteciler Birliği tarafından duyuruldu. Birkaç edebiyatsever programdan yük bir ilgiden söz etmek mümkün değil. Ödüller Yaşar Kemal ile Orhan Pamuk’a olan ilgiyi arttırdı, doğru, ama bunun diğer Türk yazarlarının keşfedilmesini sağladığını düşünmüyorum. Türkiye bu yıl Frankfurt Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi. Bu platform sayesinde Türk edebiyatının daha geniş bir kitleye ulaşmasını diliyorum. Yalnız, edebiyatımız için faaliyetler 2008 ile başlayıp bitmemeli. Fuardan sonra da projelere devam edilmeli. Türkiye ve Almanya’da Türk edebiyatından ürünler yayımlayan yayınevleri, ilk edebiyat çıkarmalarını mart ayında Leipzig Kitap Fuarı’nda yapacaklar. Örneğin Asli Erdoğan, Ahmet Ümit, Celil Oker edebiyatseverlerin karşısına çıkacak. Ayrıca Taksim Trio grubunun konseri var. Ülkemiz 2008 ile gelecek yılın programını büyük bir ihtimalle Leipzig’de açıklayacak. Fuarlar açılır, fuarlar kapanır. 2008’den sonra Türk edebiyatının yükünü şimdiye kadar olduğu gibi Unionsrımız dünyayı tanıyan, kendine güvenen, dinamik ve yeni konuları okuyucuya sunan kişiler. Türk edebiyatında son otuz yılda yeni dallar oluştu. Polisiye roman, bilimkurgu, fantastik, erotik edebiyat gibi. Ancak son yıllarda bu çeşitlilik Alman yayın dünyasına yansımaya başladı. Şimdiye kadar okuma akşamları dışında Türk yazarları “Türk Ekimi”, “Şimdi Stuttgart”, “Şimdi Now” ve “Literatürk” festivallerinde okuyucuyla buluştu. Festivallerin edebiyatımızın tanıtılmasında önemli bir yeri var. Örneğin Berlin’de her yıl iki hafta süren bir uluslararası edebiyat festivali düzenlenir. Festivalin havası film festivalini andırır. Sinemaya gider gibi okuma salonuna gidersiniz. Dışarıda kurulan çadırda yazarlarla sohbet etme olanağınız var. Berlin edebiyat festivali gibi iyi organize edilmiş ve süreklilik açısından her yıl düzenlenen bir Türk edebiyat festivalinin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Bir başka önerim de biriki Türk yazarını seçip eserlerini Alman okullarında okutulmasını sağlamak. Ben Alman okulunda Fransız, İngiliz ve Amerikan yazarlarını okudum. İki buçuk milyondan fazla Türk’ün yasadığı bu ülkede artık okullarda yazarlarımızın da bir yeri olması gerekir. Türk insanı bu ülkenin bir parçası olduğuna göre, Türk edebiyatı da bu ülkenin bir parçası olmalı. Bir de Türk yazarlarıyla çevirmenlerin birkaç ay Almanya’da, Alman yazarları ve çevirmenlerin birkaç ay Türkiye’de yaşama ve çalışma projelerinin geliştirilmesine sıcak bakıyorum. Ülkelerine tekrar döndükten sonra hem diğer ülkenin kitap piyasasını iyi bilecekler, hem de kültür elçiliğini kolayca yapabilecekler. Bildiğim kadarıyla şair ve yazar Yüksel Pazarkaya, Alman Goethe Enstitüsü modelini örnek alarak, Yunus Emre enstitüleri kurmak için yıllardır çaba gösteriyor. Bence bu çok iyi bir düşünce. En kısa zamanda gerçekleştirilmesini arzu ediyorum. Türkiye’nin ekonomik yönden yurtdışında enstitüler kurabilecek gücü var elbette. Yeter ki kültüre yatırımın her yönden önemli olduğu konusunda görüş birliği sağlansın. Sonunda hepimiz, yapabildiğimiz kadarıyla, kültür elçisi görevini üstlenmek durumundayız. Türk edebiyatına ilgi duymazsak, okumazsak, sevmezsek Almanlara “Niçin ilgi duymuyorsunuz?” diye kızmaya hakkımız olabilir mi? Hayır. Yani okuyun, okutun. Hem, okumak “kilo” falan yapmaz. Alman okuru, edebiyatımızın derinlikleriyle bağlantı kurabilecek durumda mı? Neler eksik, neler fazla? Elbette kolay değil. Hele hele şiir, tarihi roman, deneme gibi bazı yapıtlarla bizzat Türk insanının bile bağ kurmakta zorlandığını düşünürsek, Alman okurunun bazen bir labirentte dolaşıyormuş duygusuna kapılmasını anlayışla karşılamak gerekiyor. Alman okurlarını bu tür duygulara itmemek için her kitapta o yapıt üzerine bilgiler olması gerek. Yayınevleri yapıtı daha iyi anlamak için bu tür bilgileri kitaba yerleştiriyor. Bunlar iyi gelişmeler. Eğer bu bilgiler de yetmezse tanıdığı Türklere sorabilir ve sohbet başlar. C 15 Sakallı Bilge Giderken... E sonra beni arayıp yazarlar ve kitaplar hakkında daha fazla bilgi istedi. Ayrıca böyle bir programın yapılmasına çok sevindiklerini söylediler. Önümüzdeki aylarda Türk edebiyatı konulu iki televizyon programına daha katılacağım. Türk edebiyatına ilgi Almanca konuşulan dünyada sizce artıyor mu? Daha önce bu ilgi ne boyutlardaydı sizce ve bu yıl ne gibi atılımlar gerçekleştirilebilir? Türkiye’nin kültür açısından çok zengin olduğunu, ama bu zenginliği ve çeşitliliği tanıtmakta halen zorlandığını düşünüyorum. Kültüre yönelik harcamaların yetersizliği de tartışılması gereken konuların başında geliyor. Edebiyatın, diğer sanatlar gibi, kültürler arası diyalogda kilit rolü var. Uzun süredir Türk edebiyatı Almanca konuşulan dünyada bir iki yazar dışında pek tanınmıyordu. En büyük sorun, iyi çevirmenlerin bulunamamasıydı, ama bu sorunun artık büyük ölçüde ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Son yıllarda edebiyatımıza karşı ilginin biraz daha arttığını söylemek mümkün. Tabii ki Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un Almanya’da ödül almasının bu olumlu gelişmede payı var. Yine de bü verlag, Literaturca, Dağyeli, Sardes gibi yayınevleri taşımaya devam edecek. Bu yayınevleri yıllardır büyük özveriyle çalışıyor ve bundan böyle de etkinliklerini sürdürecekler. Tabii ki edebiyat akşamları veya festivaller düzenleyen dernek ve örgütleri unutmamak gerek. Onların da edebiyatımızın tanıtılmasına yönelik büyük katkıları var. TÜRKLERİ TANIMAK Edebiyatımızı Almanca konuşulan dünyada sizce nasıl anlatmalı ve tanıtmalıyız? Edebiyatımızın hangi özellikleri Alman okuru için ilginç olabilir? Ne gibi önerileriniz var? Türk edebiyatı çoğu Alman tarafından “Türkleri tanımak için” okunuyor. “Gezi rehberi” veya “Türk rehberi” rolüne itilen bir edebiyatın kendi başına ne kadar değeri olabilir ki? Ayrıca Türk edebiyatı, uyuma destek amaçlı köşelerde de dolaşmamalı. Böyle bir sunumun yazarlara karşı büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Türk yazarlarına ve yapıtlarına egzotik, bezgin, sorunlu damgası vurulmamalı. Aslı Erdoğan olsun, Serdar Özkan olsun, artık yazarla endisine mi aittir, başkasından mı duymuştur bilmiyorum, ama iyi bir vecizeydi söylediği: “Asla unutmayın ki, tüm dünyanın şanı bir mısır tanesine sığar...” Düz bir okuma, dünyayı önemsiz gören ya da küçük sayan birinin ifadesi sanabilir bunu. Her türlü zenginliği, farklılığı içinde barındıran dünya, sıradan bir taam olan mısır tanesiyle nasıl kıyaslanabilir demek de pek mümkün. Vecizelerin, okuyanın zekasına kalmış gizil anlamları vardır. Ne dendiğini ya da ne denilmek istendiğini görgüsüyle, bilgisiyle, kısaca edindiği kültürel birikimiyle kavrar kişi. Zor iştir. Pirincin tarihinin üç bin yıl öncesine kadar gittiğini söylerler. Üreticisi hem kendi karnını, hem de tüm yoksullarınkini pirinçle doyurmuştur. Kimdi hatırlamıyorum, “Mao’nun büyüklüğü 1 milyar Çinliyi pirinçle beslemiş olmasındadır” demiştir biri. Mısır da öyle. “Dünya”nın tüm ününü silip süpürüşü, yoksulun ekmeği oluşundandır. Mısıra kavuşmuş kişi ekmeğine kavuşmuştur, dünyanın kendisi işte o mısırdır yoksul için. Girişte alıntıladığım vecizeyi ülkesinde emekçi iktidarını gerçekleştirmiş olan büyük devrimci Fidel Castro, Komünist Parti başkanlığı dışındaki, tüm resmi görevlerinden ayrılma kararını açıkladığı, şimdiden tarihi bir belge olmuş bulunan konuşmasında dile getirdi. Bunu anımsatmasındaki amaç, mısırın emek cephesinden bakıldığında tüm yapay “kutsal”lardan ya da “ün”lerden daha değerli olduğuna vurgu yapmak olduğu kadar, o hep bilinen alçakgönüllü yanını anımsatmak biraz da. Yakışır. Halkının sevgilisi olmuş bir lider, asla bir ayrıcalık olarak kullanmadığı halk önderliğini, bir mısır tanesinden daha önemsiz gördüğünü başka nasıl anlatabilirdi? Üstlendiği görevlerinden ayrılmış olmasının gerekçesini, işlevinin mısır tanesinin yararından daha kısa bir ömre sahip olmasını anımsatarak yapıyor. ??? Fidel Castro, aktif siyasi yaşamdan çekildi. Doğa, hükmünü bu büyük devrimci için de gösterdi. “49 yıl iktidarda kalmanın neresi kısa?” diyenler acele etmemeli. Castro, bilinen anlamıyla bir demokrasi olduğunu söylemedi Küba’da. Arzu edilen bu olmayabilir elbette ama, devrimin ilan edildiği günden bu yana, ABD ile hempaları tarafından kuşatılmış bir ülkede, sürekli savunmada olmak, “demokrasiyi” bir tehdit gibi algılamasına yol açmıştır. O ünlü haki renkli askeri üniforması, ülkesinin sürekli savunma durumunda olan, savaşa hazır bir ülke olduğu K nu anımsatma amaçlıdır. Bush efendinin “demokrasi yok” dediği Küba’da 12 yılda tam bir milyon insanın, tüm dünyanın hayranlığını kazanmış eğitim sistemi sayesinde, “en eğitimli” insan oluşunu Bush anlamaz. Bush, demokrasiyi, ilk başkan seçilmesine yarayacak oyları çaldığı Florida’daki “demokrasi” sanadursun, Küba’da kimse hastane kapısından parasız diye geri çevrilmemiştir. “İktidarı kardeşine devretmesine ne demeli?” mi diyorsunuz? Sosyalist bir düzende şık olmadığı doğrudur. Ama kardeş Raul’un, çok başarılı bir asker olduğunu, şu anda bulunduğu yere, tüm basamakları çıkarak geldiğini bilmek zorundayız. Castro yakınlarına ayrıcalık tanıyorsa, ABD’ye sığınan kızının, “Babamın başkanlık ayrıcalığından yararlanamıyordur” deyişine ne diyeceğiz? İyi bir rejim olsaydı kızı ABD’ye kaçar mıydı? Pasaportlarıyla Türkiye’yi, Suriye’yi, Pakistan’ı, az gelişmiş ülkelerini terk edip, Batı’ya, ABD’ye, İngiltere’ye “sığınanları” neden anımsamıyoruz? Onlar pasaportlarıyla çıktıkları için mi, kendi rejimlerinden “kaçıyor” sayılmıyorlar yoksa? Sosyalizmi tüm kurumlarıyla inşa etmek bugünden yarına olacak bir iş değildir. Sabrın sınırlarını zorlar bir emek işidir bu. Mao “sosyalizmin kurulması yedi yüz yılı bulur” demiştir derler. Kırk dokuz yılda, vatandaşları açlıktan ölmeyen, hastanelerinde yatak sıkıntısı çekilmeyen, eğitimi, sağlık hizmetleri parasız olan Küba’da, yedi yüz yılda kim bilir neler olurdu? Küba, Bush için önemsiz olabilir. Ama benim kimilerine göre gerçekleşemeyecek “ütopyamın” yurdudur. Büyük devrimci, Başkan Castro değil, sadece Fidel olarak anılmışsa iktidarı boyunca, Kübalı tarafından sofrasındaki mısırla eş tutulduğundandır bu. Sakallı Bilge bakın ne demiş veda konuşmasında: “Başarılıyken mütevazı olduğumuz kadar, güç durumdayken de sağlam durma ilkemizi unutamayız. Yenmemiz gereken hasmımız fazlasıyla güçlü; ancak yarım yüzyıl boyunca kendimizden uzak tutmayı başardık.” Yarım yüzyıldır emperyalizme boyun eğmemiş bir adamdır giden. ABD’nin en yakın komşularından biri olma talihsizliğini, “onur”a çevirmeyi başaran bir “simyacı”dan söz ediyoruz. “Tarih beni beraat ettirecektir” diyen Castro’nun kulağına fısıldamak isterdim. “Tarih Busht’ların yargılamasını yapsın hele Fidel yoldaş”. Çok yaşa Fidel. kemalerdemol@yahoo.co.uk Nürnberg Film Festivali 13 yaşında... NÜRNBERG (Cumhuriyet) Nürnberg’de düzenlenen “Türkiye/Almanya Film Festivali” 13 yaşına giriyor. 1992 yılında “Türkiye Sinema Günleri” adıyla yedi film ve bir konuğun yer aldığı mini bir programla dünyaya gözlerini açan festival, daha ikinci yılında yer verdiği kısa ve belgesel filmlerle, Almanya’da düzenlenen benzer etkinlikler arasında özel bir konuma sahipti. 1996 yılında son kez “Türkiye Sinema Günleri” olarak yapılan festival, ilk beş yıllık gelişim evresi içinde, sadece Türkiye sinema sanatının Almanya’da tanıtılmasına önayak olmadı, aynı zamanda, bugün artık Alman sinemasına damgasını vuran Fatih Akın, Ayşe Polat, Neco Çelik, Yüksel Yavuz gibi Türkiye kökenli yönetmenlerin ilk kısa filmleriyle tanıtıldığı bir platform işlevi de gördü. Başından itibaren Türkiye’nin gerçekliğini alışılagelmiş klişelerin ötesinde gösterme hedefine kilitlenen festivalin gelişmesinde, Halil Ergün ve Tuncel Kurtiz gibi efsane isimlerin yanı sıra bugün artık aramızda olmayan Atıf Yılmaz ve Ömer Kavur gibi büyük ustaların da katkısı oldu. Nürnberg’e konuk olan yönetmen ve oyuncular, seyircinin karşısına sadece filmleriyle çıkmadılar. Etkinlik kapsamında düzenlenen söyleşi, panel ve açık oturumlar, bugün de festivalin karakteristik özelliklerinden birini oluşturuyor. Almanya’da yaşayan ikinci kuşak genç bir ekip tarafından kurulan festival, 1998 yılında “İnterFilmFestival” konseptiyle bir sıçrama gerçekleştirdi. İçinde yaşadıkları toplumsal gerçekliği yansıtma derdinde olan festival ekibi, kendilerinin de biyografilerini belirleyen göç olgusundan yola çıkarak, festivali, Almanya’ya göç veren ülkelerin sinemalarını da kapsayacak biçimde genişletti. Yunanistan, eski Yugoslavya, İspanya, İtalya gibi Güney Avrupa ülkelerinin sinemalarını da kapsayan ilk İnterFilmFestival’de senarist, insan hakları savunucusu ve Uluslararası Ankara Film Festivali’nin kurucusu Mahmut Tali Öngören’in çok önemli bir katkısı oldu. 2000 yılında yapılan 2. İnterFilmFestival tamamen uluslararası bir çehre kazanarak, göçün damgasını vurduğu Fransa ve İngiltere gibi Avrupa sinemalarını da gündemine aldı. 1999 yılında kaybettiğimiz Mahmut Tali Öngören’in anısına Demokrasi ve İnsan Hakları Ödülü vermeye başlayan festivalin bu geleneği hâlâ sürüyor. Festivalin uluslararası bir nitelik kazanması bir takım sorunları da beraberinde getirdi. O güne kadar tamamen sinema delisi bir grup insanın gönüllü çalışmasıyla kotarılan etkinliğin devam edebilmesi ancak kurumsallaşmasıyla mümkün olacaktı. Profesyonel kadroların varolmadığı bir festivalin taşıma suyla döndürülmesi mümkün değildi ve bu gerçeklikten yola çıkan festival düzenleyicileri, hem etkinliğin içeriğini tekrar gözden geçirmek, hem gerekli kurumsal destekleri bulmak hem de yoğun bir sponsor arayışına girebilmek için mola almak zorunda kaldılar. 19921996 döneminde Türkiye Sinema Günleri olarak her yıl yapılan, 1998 ve 2000’de ise iki yıllık periyoda dönen festivalin çalışanları, bu arada farklı bir mecraya da girdiler. Türkiye sinemasının yurtdışında sadece festivallerde, o da çok cılız olarak temsil edilmesinden ve Batı Avrupa ülkelerinde artık vizyona girmeye başlayan Türkiye yapımı filmlerin sadece ticari eserlerden olmasından yola çıkan Nürnbergli festival çalışanları, SanartFilm’i kurarak, politik içerikli ve sanatsal değeri yüksek Türkiye yapımı filmleri Almanya’da dağıtıma sokmaya başladılar ve Yumurta bu faaliyet halen devam ediyor. Dağıtım çalışmalarının yanı sıra, o güne kadar görülmemiş hummalı bir ön çalışmayla 2003’te tekrar start alan festival de seyircisiyle yeni bir çehreyle buluştu: Türkiye/Almanya Film Festivali. İki ülke sinemasına odaklanan ve ilk kez yarışmalı bölümlerin de açıldığı festival, gerek Nürnberg Belediyesi’nin, kentin artık vazgeçilmez bir etkinliği haline gelen festivale verdiği desteği politik olarak da sahiplenmeye başlaması, gerek Türkiye ve Almanya’da bakanlıklar, eyaletler ve sektör kurumları düzeyinde kurulan ilişkilerin meyvelerini vermesi, özellikle de Robert Bosch Vakfı gibi kurumsal destekçilerin kazanılması sayesinde profesyonellik yolunda ilk ciddi adımını attı. Kuruluşundan 11 yıl sonra festival, sadece Türkiye sinemasının ülke dışında temsil edildiği en büyük platform olma özelliğini perçinlememiş, aynı zamanda Türkiye ve Almanya sinema sanatı arasındaki en önemli köprü olma görevini Almanya sinema sektörüne ciddi biçimde açılarak da önemli bir kazanıma imza atmıştı. Bunun en somut örneğini kuşkusuz festivalin yarışmalı bölümüne gönderilen filmlerin kalitesinde, festivale gelen konukların ve uzmanların sayısındaki önemli artışta ve etkinliğin medyada bulduğu yankıda görmek mümkündü. O güne kadar, Türkiye’deki hemen hemen tüm önemli yönetmen ve sayısız yıldıza ev sahipliği yapan festivale dünyaca ünlü Alman oyuncu Mario Adorf gibi yıldızların da onur konuğu olarak kazanılması, etkinliğin ulaştığı prestiji gözler önüne seren en önemli gelişmelerden biriydi. Türkiye/Almanya Film Festivali, çok büyük bütçelerle gerçekleştirilen uluslararası festivallerin en tipik özelliklerinden birini daha yıllar öncesinden yerine getirmeye başlayıp festivale katılan sinemacılar arasında somut ilişkiler kurma ve ortak projelere önayak olma görevini de üstlenmişti. Bu bağlamda, 1998 yılında festivale konuk olan Atıf Yılmaz, etkinliğe başından beri destek veren Habib Bektaş’ın “Gölge Kokusu” adlı romanını “Eylül Fırtınası” ile sinemaya uyarlamış ve film SanartFilm tarafından Almanya’da vizyona sokulmuştu. Reis Çelik’in başrolünde Tuncel Kurtiz’le çektiği “İnat Hikayeleri” de festivalin önayak olmasıyla Alman kurumları tarafından teşvik edilmişti. En ünlü yıldızlardan ilk kısa filmlerini çeken genç yeteneklerin birarada olabildiği, devasa festivallerin anonim havasına sahip olmayan, seyircilerin kahve içerken ünlü yönetmenlerle sohbete girebildiği büyük bir aile atmosferine sahip festivalin bu özelliği herhalde en büyük avantajlarından biri olsa gerek. Bu sayede kurulan ilişkiler sonucunda, festivale konuk olan yıldızların ertesi sene genç bir yönetmenin kısa filminde yer alması sık sık karşılaşılan olgulardan birisi. Nürnberg festivalinin ayırıcı bir diğer özelliği, büyük bir inatla sürüyor olması kuşkusuz. Almanya’nın değişik kentlerinde yapılan ve şu veya bu nedenle sürdürülemeyen ya da festivale dönüşemeyen diğer benzeri etkinliklere oranla Nürnberg festivali, sinema delisi birçok insana da verdiği destekle, benzer etkinliklerin kotarılmasında önemli bir rol oynuyor. Başlarda çok düşük olan Alman izleyici oranı da süreç içerisinde önemli boyutlara ulaştı. Diğer yandan, Türkiye kökenli ikinci kuşak gençlerin başlattığı festivalin, aradan geçen 13 yıl içinde genişlediğini ve üçüncü kuşaktan gençlerin de yer aldığı ekibiyle farklı bir çehreye büründüğünü söylemek gerekiyor. İşin belki daha da ilginç ve sevindirici tarafı, ekipte yer alan gençlerin süreç içerisinde sinema sanatına yönelmesi ya da festivalde filmleriyle yer alan sanatçıların etkinliğin gönüllü destekçisi haline gelmesi. Festival çalışanlarının büyük bir özveriyle sürdükleri çok önemli bir diğer çalışma alanı ise, etkinliğin iki dilliliği. Kataloğundan gazetesine, söyleşilerinden film altyazılarına kadar tüm etkinliklerin Almanca ve Türkçe yapıldığı festival, bu özelliğiyle sadece kültürel dil köprüsü işlevini görmekle kalmıyor, aynı zamanda hem Alman filmlerinin Türkiye’deki festivallere gitmesinin önünü açıyor, hem de Türkiye’den sayısız filmin ilk kez Alman izleyicisiyle buluşmasını sağlıyor. Bu yıl 13’üncü kez perdelerini açacak ve 9 Mart’a kadar sürecek olan festivalin Uzun Metrajlı Film Yarışması’nda, yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun geçen yıl Cannes’da gösterilen Yumurta adlı filmi Türkiye adına yarışıyor. Fatih Akın’ın yapımcı olarak imza attığı ve ilk kez Uluslararası Berlin Film Festivali’nde seyirci karşısına çıkan Chiko ise Almanya’yı temsil eden filmler arasında. Bu eşine az rastlanır etkinliğin 13’üncü yılındaki programı hakkında, internetteki “HYPERLINK http://www.fftd.net www.fftd.net” adresinden geniş bilgi almak mümkün.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear