Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
23 MART 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN ilili şair Pablo Neruda, gittiği kentte bir hayvanat bahçesi varsa mutlaka gezerdi. Nâzım Hikmet de meraklıydı hayvanat bahçelerine. Yolu Paris’e düşen Ahmet Haşim’in de, bu kentte ziyaret ettiği ilk yer bir kafe ya da müze değil, hayvanat bahçesidir. Şairleri referans göstermemden Bursa’da ilk nereye uğradığım anlaşılmıştır herhalde. 10 Kasım 1998’de açılan Bursa Hayvanat Bahçesi 206.600 metrekarelik bir alana sahip. Henüz yeni olsa da, ülkenin en eli ayağı düzgün hayvanat bahçesi olmaya aday. (Eli ayağı yerine pençesi kanadı desek daha mı doğru olur?) Hayvanlar daracık kafesler yerine daha geniş alanlarda yaşıyorlar. Bu durum tutsak olmalarını değiştirmiyor elbette. Kuşların “uzay çatı” olarak adlandırılan kafeslerine ziyaretçiler girebiliyorlar. Kasap dükkânlarının kapılarındaki asılı boncuklu ipler gibi, zincirlerin asılı olduğu kapıdan içeri ellerinizin yardımıyla giriyorsunuz. Kuşlar sizin yaptığınız basit hareketi yapıp dışarı çıkamıyorlar herhalde... Bir yıl içinde 517 bin insanın ziyaret ettiği Bursa Hayvanat Bahçesi’nde bebek bakım odası bile düşünülmüş. Tuvalet kapılarına konan simgeler oldum olası dikkatimi çekmiştir. Kadın ve erkek tuvaletlerini ayırmakta kullanılan bu simgelerin en ilginci, itiraf etmeliyim ki Bursa Hayvanat Bahçesi’nde karşıma çıktı. Tuvaleti gösteren tabelada “Horoz” ve “Tavuk” resimleri yer alıyor!.. Edirne’den sonra Bursa’yı da beraber gezdiğimiz fotoğraf sanatçısı Barış Ursavaş, aslanların kafesine geldiğimizde, ormanlar kralının sevişmesinin saatler sürdüğünü anlattı. İlahi Barış!.. Aslan bu yahu, doğanın en güçlü hayvanı… Diğer hayvanlar gibi çiftleşirken birilerine yem olma korkusu yok… Saatlerce sevişir tabii!.. Bursa Hayvanat Bahçesi’nde pars, yaban eşeği ve kelaynak kuşu gibi nesli tükenmekte olan hayvanlar da var. Bursalı çocuklar parkın hazırlanışı sırasında kendilerine sorulan “En çok görmek istediğiniz hayvanlar?” so C 15 Bursa’ya yolculuk... Enis BATUR ‘Çağdaş Sanat’ ortamına dair zel, kişisel bir gereklilik söz konusu olmadıkça, işin içinde kıramayacağım biri yoksa kısacası, edebiyat ve sanat "ortam"ından her zaman uzak durmayı seçtim. Açılışlara, kokteyllere ender giderim. Her seferinde pişman olurum ayrıca: O tayfanın arasında yerim yoktur, tavırları ve duruşlarıyla öylesine uzak hissederim ki kendimi onlardan, neredeyse bütünüyle yabancılarıyımdır. Benim gibi birkaç kişi daha olur bereket, orada; yan yana gelip bir köşeye büzüşmeyi yeğleriz genellikle olmazsa, söz düellolarına elektrik yükleniverir birden. Katalog yazısını kaleme aldığım Feridun Oral’ın sergi açılışında böyle bir düello yaşadım işte. Feridun’un yaptıklarının anakronik bulunmasını anlarım; anlamadığım, "çağdaş sanat" yapıyor olmanın tek ve yeterli ölçüt sayılması. İşler cavalacozsa, dilediği kadar arkasındaki "çağdaş sanatçı" olsun: Her dönem kendi fosseptiğini hazırlar bir yandan da, geniş bir atık deposu yedekte tutulmalıdır. Açılışta, bir "çağdaş sanatçı"mız, besbelli yazının sahibi olduğum için bana içerlemiş, olup bitenleri takip etmemekle suçlamaya kalkıştı beni. Birincisi; Feridun’la on sekiz yıllık bir ortak serüvenimiz var. İkincisi; yaptıklarını bir tür Art Brut bağlamında görüyorum. Bu iki gerekçe bana yeterli görünüyor, ilgi duymam açısından. "Çağdaş sanatçı"mız olup bitenden habersiz sanıyor ya beni, sözümona yazdıklarımı hep izlermiş. İki saptaması da doğru görünmüyor bana, hem de iç içe nedenlerle. Yazdıklarımı gerçekten izlemiş olsaydı, sanat alanındaki gelişmelerle ilişkimin boyutlarını kavrar, çatışmaktan uzak dururdu. Komet’i anımsıyorum, "Sanatsal Sahicilik üzerine SöyleşiDeneme"nin ilk bölümünü okuduğunda, "bu kadar yakından her şeyi izlediğini bilmezdim" demişti: "Bizim sanatçıların arasında böylesine işin içine girmiş olan azdır". Biraz kafayı çalıştırmak yeter oysa. Yirmi yıldır bir sanatçıyla yaşıyorum. Otuz yıldır sanat üzerine yazıyorum. Gergedan’dan Sanat Dünyamız’a, yıllar yılı sanat dergilerinin hazırlayıcısı, yöneticisi oldum; yüzlerce sanat kitabını yayımladım. Basel Sanat Fuarı’ndan müze sergilerine, sayısız sergi etkinliğini birebir gezme görme olanağım oldu. Kütüphanemde konuyla ilgili bölüm "çağdaş sanatçı"mızınkinin altında olmasa gerektir. Ama, "izlemek" derken "ortamda görünmek"ten söz ediliyorsa başka: Dışında durduğum ve yerimden memnun olduğum doğrudur. Söz konusu "çağdaş sanatçı", birkaç yıl önce bir yemek masasında tam karşıma düşmüştü. Müzikoloji eğitimi gördüğü için biraz müzik üzerinden konuşmayı denemiştim kendisiyle: "Çağdaş Musikî"yi pek izleyemediği için enikonu rahatsız olmuştu. Ş Ö Oluyor öyle şeyler. * Türkiye’de, "çağdaş sanat ortamı"nın belli başlı figürleriyle diyalog kurmak, geliştirmek, benim konumumdaki biri için çok kolay değil açıkçası. Bir bölüğünü fanatik buluyorum: Yalnızca güncel sanatla ilgileniyorlar, sizin, bir dönem, diyelim Mantegna’ya ya da Naum Gabo’ya yoğunlaşma isteği duymanızı neredeyse gericilik sayıyorlar. Bir bölüğünü yetersiz buluyorum: İlgilendikleri alanın şimdi’sini ve yakın geçmişini turist rehberi gibi ezbere biliyorlar da, biraz geriye gitseniz hepten birikimden yoksun olduklarını görüyorsunuz. Bir bölüğünü eksik buluyorum: Günümüzün kavramsal sanatına yakınsalar, Hockney’e kayıtsızlar. DidiHuberman’ın yazdıklarını ezberliyorlar da, Panofsky’den tek satır okumamışlar. Edebiyat’ta, Sinema’da, Tiyatro’da, Musikî’de varılan eşiklerden bütünüyle habersizler. Bir bölüğünü düzmece buluyorum: Büyüklenme edâsı içinde bir yığın lâf ebeliği yapıyorlar, tek bir soru sorsanız hemen o an kekemeler. Onun için de ayırt etmeyi bilmiyorlar. Kendi görüşleri, seçimleri, ölçütleri yok bunların: Yabancı merciden onay aramadan edemiyorlar. Çoğu gözde kavramları karmakarışık bir dille metinlerinde bulamaç haline getiriyorlarsa, nedeni ortada: Kafaları karmakarışık. Aydınlık düşünmeyi başaramıyorlar. Okunaksız metinler düşüyorlar kâğıda; benim gibi "zor" metinler yazdığı ileri sürülen insanların saçmalıklarını yutmamalarına dehşet rusuna şu yanıtı vermişler: “Aslan, timsah, yılan”… Çocukların timsah merakı herhalde, Bursasporlu futbolcuların gol sonrasında yaptıkları sevinç gösterisiyle başlamıştır. Futbolcular, taç çizgisinin yanında dizleri üzerine çöküp öndeki arkadaşının ayaklarını tutarak yaptıkları gösteriye “timsah yürüyüşü” adını vermişler. Bu yürüyüş şeklini futbol sahalarına kazandıran Bursa’da, yakın zamana kadar timsah yaşamıyordu!.. Ama artık küçük bir Nil timsahı var Bursa’nın. Bursa Hayvanat Bahçesi’nin girişine de, dünyanın birçok hayvanat bahçesinde olduğu gibi, bir kafesin içine ayna konulup “Doğanın en tehlikeli canlısı” diye yazılsa ziyaretçilere çok şeyin anlatılacağı düşüncesindeyim!.. Bursa, yürüyüşleriyle ünlü bir kent. Yalnızca timsah değil, mehter yürüyüşü de Bursa’dan başlamış, Viyana kapılarına kadar dayanmıştır!.. 1326 yılında Orhan Gazi’nin aldığı kent, 1361’de Edirne’nin fethine kadar Osmanlı’ya başkentlik yapar. Bağımsızlık simgelerinden en önemlisi olan ilk akça bu kentte, 1327 yılında basılır. İlk akçanın basıldığı güne kadar Bursa’da büyük bir kuraklık yaşanmış. Tüm ekinler kavrulmuş ovada. Ama, ilk Osmanlı akçasının piyasaya çıktığı gün bereketli bir yağmur boşalmış bulutlardan. Bu yüzden, genç kızlar uğur getirdiğine inandıkları akçayı kolye yapıp boyunlarına takmışlar. Öyle ki, Bizanslı kızlar bile Osmanlı akçasıyla süslemişler boyunlarını. Gözlerini Batı’ya dikmiş olan Osmanlı padişahları da Bursa’yı unutmamışlar.. öldüklerinde, vatanına geri dönen filler gibi, Bursa’ya gömülmeyi vasiyet etmişlerdir. Derler ki, Hz. Süleyman gezerken Uludağ’a gelir. Bursa ovasına hayranlıkla bakarken “Cennet burası” der… Sağ tarafında duran vezirin sol kulağı ağır işittiğinden söyleneni “Cennet Bursa” olarak anlar. Kentin adı da buradan gelmektedir. Bu anlatılana doğal ki, sağır sultan bile inanmaz. Bursa, bölgeye ilk yerleşenlerden Bitinler’e borçludur adını. Bitinya Kralı II. Prusias’dan dolayı kent “Prusa” olarak anılır. içerliyorlar. Çoğunu tanıyorum. Bu zerzevatın içyüzünü biliyor olmanın nasıl nefret toplamaya yol açtığını sormayın. Türkiye’de, çağdaş sanat bağlamında ciddiye alınabilecek, sözgelimi Sarkis ayarında, kaç kişi çıkar karşımıza? Sorunun yanıtını bilenleri hangisi neden istesin? Büyükelçi/ Emir Kıvırcık/ Goa Basım Yayın/ 224 s. II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da hem Nazilere hem de Nazi işbirlikçisi Vichy hükümetine karşı çıkma cesaretini gösteren Türkiye Cumhuriyeti Paris Büyükelçisi Behiç Erkin binlerce insanın hayatını kurtarır; Türk ulusunun desteği ile tüm dünyaya insanlık dersi verir. Bu kitap, Nazi Almanya’sına kafa tutan bir Kurtuluş Savaşı komutanının, Atatürk’ün yakın arkadaşı Behiç Bey’in hikâyesini anlatıyor. Tarlalardan Ocaklara, Sefaletten Mücadeleye/ E. Attila Aytekin/ Yordam Kitap/ 96 s. ZonguldakEreğli kömür havzasında madenciliğin başlaması, hem bölge halkı hem de Osmanlı İmparatorluğu için çok önemli bir gelişmeydi. Bu yapıtta, emek tarihçiliğine ilişkin bir değerlendirme yapılıyor ve havzanın tarihi genel hatlarıyla aktarılıyor. Ardından da havzadaki işçilerin durumu ve meydana gelen değişme iki ana tema etrafında inceleniyor: İşçi ücretleri ve iş kazaları. Karanlığın İnsana Verdiği Güç/ Tolstoy/ Çeviren: Mehmet Cenan/ Salyangoz Yayınları/ 172 s. ve Tolstoy, bir uyarlama yaparak onu oyuna dönüştürür. Bu kitap, "Karanlığın İnsana Verdiği Güç"ün ilk şekli. Kusursuz Kabus/ John Saul/ Çeviren: Barbaros Bostan/ Artemis Yayınları/ 366 s. Lindsay, bir gece ansızın yatak odasında ortadan kaybolunca, her ailenin kabusu olan şey Kara Marshall için gerçeğe dönüşür. Polis, Lindsay'in evden kaçan, hayal kırıklığına uğramış genç bir kız olduğunu, ailesi şehre taşınacağı için arkadaşlarını ve okulunu bırakmak istemediğini düşünür. Ancak evlerini müşterilere gösterdikleri bir günün ardından Lindsay odasına bir yabancının girdiğinden şüphelenmiştir. Kara, isimsiz ve kalabalığın arasına kolayca karışabilen bir yabancının kızının peşinde olduğuna inanmaktadır… Kasaba/ Richard Russo/ Çeviren: Yunus Saltuk/ Epsilon Yayınları/ 542 s. Miles Roby'nin ömrünün yirmi yılı, üniversite eğitimini bırakmasına ve kendine saygısını yitirmesine mal olan bir iş yaparak, Empire Grill'de hamburger pişirerek geçmiştir. Peki, onu orada tutan nedir? Lise eğitimini tamamlamak için onun desteğine ihtiyaç duyan, zeki ve duyarlı kızı Tick mi? Yakında ondan boşanıp sağlık kulübünü işleten o kendini beğenmiş, berbat herifle ev lenecek olan Janine mi? Yoksa havanın bile caydırıcı hale geldiği, ekonomik çöküntünün izlerinin her yere sindiği, elindekileri korumaya çabalayan insanlarla dolu kasabada, Miles dahil her şeyin sahibi olduğuna inanan, buyurgan Bayan Francine Whiting mi? Çehov’un Sırrı/ Wanda Bannour/ Çeviren: Menekşe Tokyay/ Doğan Kitap/ 376 s. Alexei Souvurine'nin sağ kolu ve edebiyat uzmanı olan hayali bir anlatıcının ağzından Anton Çehov'un hayat hikâyesi… Alexei Souvurine, Çehov'un editörüdür. Souvurine'nin isteği üzerine, hayali anlatıcının kızı Tatiana Richardeau babasının gömülü bavulunu açar ve bir biyografi bulur. Bavuldan Souvorine'nin Çehov'un hayatını anlatan bir dizi yazısının yanı sıra, Çehov'un günlüğü ve yazar ile editörünün yazdığı mektuplar çıkar. "Çehov'un Sırrı", Stalinci Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin ortasında yapılan bir edebi araştırmayı, Anton Çehov'un hayatını, yazar Wanda Bonnour'un kurgusu eşliğinde sunuyor. Kehanet Kitapları (İki Kitap)/ William Blake/ Çeviren: Tozan Alkan/ Artshop Yayınları/ 132 s. Hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan bu yapıtlarda, Blake'in, siyasi ve ruhani devrimci düşüncelerini, yeni bir çağın kehaneti için kodladığı düşünülür. Yarattığı mitlerle, ahlakın karşısına özgür aşkı koyarak kozmos'u yeniden yaratmak ister. Kimilerine göre ise bunlar tümüyle anlamsızdır. Pek çok kişinin Blake'i deli olarak görmesinin nedeni "Kehanet Kitapları"dır. Artshop Yayınları, William Blake’in "Masumiyet ve Deneyim Şarkıları", Oscar Wilde’ın "Reading Hapishanesi Baladı", W. B. Yeats’in "Büyü", Philippe Soupault’ün "Cehennem Kuşu" ve D. H. Lawrence’ın "Aşktan Daha Derin" adlı şiir kitaplarını da yine Tozan Aklan çevirileriyle okuyucuya sundu. Siyasal Liberalizm/ John Rawls/ Çeviren: Mehmet Fevzi Bilgin/ İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları/ 534 s. Bu kitap John Rawls'un "Bir Adalet Kuramı" adlı yapıtında sunduğu hakkaniyet olarak adalet fikrini gözden geçirip geliştirirken, bu fikrin felsefi yorumunu önemli ölçüde değiştiriyor. "Bir Adalet Kuramı"nda Rawls, istikrarlı, temel ahlâki inançları açısından görece homojen, iyi yaşamın ne olduğu konusunda geniş tabanlı bir uzlaşmaya varmış "iyi düzenlenmiş bir toplumu" varsayıyor. Ancak modern demokratik bir toplumda uyuşmaz ve uzlaşmaz çok sayıda dinsel, felsefi ve ahlaki doktrin, demokratik kurumlar çerçevesinde bir arada varlığını sürdürüyor. Rawls bu olgunun, demokrasinin kalıcı bir özelliği olduğunu kabul ederek, makul fakat uyuşmaz doktrinlerle bölünmüş özgür ve eşit yurttaşların nasıl bir arada uyum içinde yaşayacağını soruyor. Kitabın sonunda Rawls'un Siyasal Liberalizmi gözden geçirme planının bir taslağını sunan ve yazarın ölümüyle yarım kalan "Kamusal Aklın Yeniden Ele Alınması" adlı makale yer alıyor. Berlin ile İstanbul arasında diyalog Alper TAPARLI BERLİN “Türk Sanatı Birleştirir” sloganıyla, geçtiğimiz hafta sonu Berlin’de düzenlenen bir sempozyumda, kültürel çeşitliliğin oluşturduğu izlenimler ve İstanbulBerlin arasındaki işbirliği olanakları tartışıldı. Sempozyuma Bedri Baykam, Bubi, Oya Erdoğan gibi sanat ve düşün dünyasından isimlerin yanı sıra her iki kentten belediye yetkilileri ve Federal Almanya’nın İstanbul eski Başkonsolosu Reiner Möckelmann da katıldı. Her iki kentin de çok kültürlü yapısına dikkat çeken katılımcılar, Berlin’in İstanbul’dan özellikle entegrasyon konusunda öğrenebileceği çok şey olduğunu ifade ettiler. İstanbul’un 2010 yılında “Avrupa Kültür Başkenti” olacağını anımsatan İstanbul Belediyesi temsilcisi Lütfi Altun, önlerindeki süre içerisinde yoğun bir çalışma dönemi geçireceklerini ve Berlin belediyesinin tecrübelerinden de faydalanacaklarını söyledi. Sempozyuma, Batılı ülkeleri hem sanata tek yanlı bakışları hem de uluslararası politikaları sebebiyle eleştiren sözleriyle damgasını vuran isim Bedri Baykam oldu. Baykam, “Batı, bugün tüm dünyayı hiç hak etmediği bir noktaya getirmiştir” dedi. İstanbul’un tarihi boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yaptığını ifade eden Baykam, sadece toleransın birlikte yaşamak için yeterli olmadığını, insanların birbirlerini gönülden kabul etmeleri gerektiğini vurgularken “İstanbul sadece toleransın değil, gönülden kabulün yaşandığı bir merkez; anlatılmaz, yaşanır” diye konuştu. Bedri Baykam, sempozyum sonrasında yaptığı bir açıklama ile Batı medyasının sözde Ermeni soykırımı konusunda hiçbir demokratik açılım getirmediğini ve dayanaksız suçlamalarda bulunduğunu ifade etti. Ermeni sorunu üzerine yazanların yorumlarındaki tekdüzeliğe dikkat çeken Baykal, “Batıda demokrasi yok, bir demokrasi oyunu oynanıyor” diye konuştu. Dünyanın sera gazı çöplüğü olmaya adayız İstanbul Haber Servisi Enerji Ekonomisi Derneği (EED) Başkanı Doç. Dr. Gürkan Kumbaroğlu, Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalamasının sanayi ve enerji sektörüne büyük sorumluluklar getireceği ve milyarlarca dolarlık yatırım gerektiği ile ilgili açıklamaların gerçek dışı olduğunu belirterek “Protokolden uzak kalarak dünyanın sera gazı çöplüğü olmaya adayız” dedi. EED ve Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Çevre Bilimleri Enstitüsü’nün düzenlediği toplantıda Doç. Dr. Kumbaroğlu, Kyoto Protokolü ile ilgili yanıltıcı haber ve değerlendirmeler yapılmasını eleştirdi. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’nin Kyoto’yu getirdiği sorumlulukların altından kalkılamayacağı gerekçesi ile imzalamadıklarını söylediğini anımsatan Kumbaroğlu, “Bakan, Kyoto’nun getirdiği sorumlulukları açıklasın” dedi. Kumbaroğlu, Kyoto’nun kömürü yasaklayacağına ilişkin bir görüşün hâkim olduğunu dile getirerek protokolün yalnızca 2020’ye dek kömür kullanan tesislerin karbon tutma ve depolama teknolojisi ile donatılmasını öngördüğünü belirtti. Toplantıya, Prof. Dr. Orhan Yenigün, Prof. Dr. İlhan Or, Doç. Dr. Yıldız Arıkan, Doç. Dr. Filiz Karaosmanoğlu da katıldı. "Karanlığın İnsana Verdiği Güç"te Lev Nikoloyeviç Tolstoy bir ahlakçı olarak ortaya çıkıyor. Rus toplumundaki ve kilisedeki çöküşü anlatmaya çalışıyor. Biraz da pervasızca anlatıyor bunları. Yapıt, bu pervasızlık nedeniyle sansüre uğrar