Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 AÇI C olaylar ve görüşler 19 EKİM 2007 CUMA İki veya daha çok dilli eğitim (2) kullardaki Türk öğrencilerin başarısızlığını, evde Almanca konuşulmamasına bağlayan Alman öğretmenlerin sayısı hiç de az değil. Öyleyse bu haksız yargılama nereden kaynaklanıyor? Birçok Alman öğretmen anadilin bir çocuk için ne kadar önemli olduğunu bilmiyor. Hatta ne yazık ki bunlar arasında, böylesi konuları bilmek veya duymak istemeyenler bile var. Çocuğun kişiliğinin gelişmesindeki önemli rolü konusunda bilgi sahibi değiller. Bilseler de işlerine gelmediği için “sağır” ve “ dilsizi” oynuyorlar. Bu konuda kafa yormadıkları gibi hiç önemsemiyorlar da. Doğal olarak burada asıl sorumlu Almanya’daki eğitim sistemi ve devletin yabancılara yönelik dışlayıcı ve göç olgusunu inkar edici, görmezden gelen tavrıdır. Bu anlayışın sonucunda eğitim alanında çocukla karşı karşıya gelen öğretmen oluyor elbette. O yüzden doğrudan öğretmenleri suçlamak biraz haksızlık olur. Ama içlerinde maksatlı ve bilinçli olarak yabancı çocuklara karşı olumsuz yaklaşan, adil davranmayan, ayrımcılık yapıp onları dışlayanları da görmezlikten gelemeyiz. Onların elbette Türkiye’ye gidip Türkçe öğrenmeleri beklenemez. Ancak bu öğretmenlerin Türkiye’ye gitmiş olduklarını ve kendi çocuklarını bir yıl orada bir Türk okuluna göndermek zorunda olduklarını düşünelim. Okuldaki Türk öğretmenler de çocuğa, “Evde Almanca konuşmak yok!“ demiş olsalar, kuşkusuz Alman anne ve babalar bu durumu şiddetle protesto ederlerdi. Ama bu haksız uygulama yalnızca bilgisizlikten kaynaklanmıyor. Çünkü iki dilde eğitim, Almanya’da yeni bir kavram değil. Örneğin İsviçre’de çocuklar üç, hatta bazen dört dili birden öğreniyorlar. Bu, çocuklar için hiç de zararlı olmuyor. Tersine ilerdeki yaşamlarında son derece başarılı oluyorlar. Burada önemli olan, konuya olumlu gözle bakıp, hangi dil olursa olsun, çocuğu kösteklemek değil, desteklemek ve ona değer vermektir. Eskiden ilkokuldaki çocuklara veya velilerine “Çocuğunuz anadilini öğrenmesin, yoksa Almanca ile karıştırır veya bu ona çok gelir” diyen Alman eğitimciler şimdi ayni okullardaki çocuklara bizzat kendileri, yeni müfredatta ilkokul 3. sınıftan itibaren uygulamaya konulan İngilizce, İspanyolca vb dil dersini veriyorlar. Şimdi PENCERE Referandum Değil, Hukuk Ucubesi... nümüzdeki pazar günü referandum ya da meferandum yapılacak... Bir hukuk ucubesi... Şimdiye dek hiç yazı yazmadım referanduma ilişkin... İyi niyetli safdil takımı ve de CHP ve MHP yönetimleri, işi kitabına uydurmak, AKP’yi hukuk yoluna getirmek için çırpınıyorlar; ama, nafile... AKP’nin davası başka... ? Meclis AKP güdümünde.. Çankaya Gül güdümünde.. Hükümet RTE güdümünde.. Toplum, tarikat, cemaat, dinci belediyeler güdümünde... Takıyyeci iktidar hedefine doğru adım adım hızla yürürken CHP ve MHP muhalefetini de karşıdevrimin meşruiyetini kanıtlamak yolunda tepe tepe kullanıyor... ? Dış güçler de Türkiye’nin içerdeki “rejim” kavgasını fırsat bilmişler, tepemize binmişler... Güneydoğu sınırımızda ABD PKK ittifakı... Amerika’da sözde Ermeni soykırımı davasının tezgâhlanması... Ya ekonomideki tezgâh?.. Adına “sıcak para” denen afet AKP iktidarında yüzde 1000 artarak 100 milyar doları aştı... Dışardaki düşük faizli piyasadan parayı alıp Türkiye’ye yatırdın mı vurdun vurgunu... Türkiye tam bir folluk... ? Peki, içerdeki politika görüntüsü ne?.. Türbana bak, türbana!.. Ülke tam anlamında soyuluyor; halkın gözü dinci siyasetle karartılıyor, körleştiriliyor; Kürtçülük, PKK’cilik, Rumculuk, soykırım davalarıyla büyük kitleler oyalanıyor... ? AKP iktidarı işte bu karmaşa, kargaşa, keşmekeş içinde ülkeyi bir karşıdevrimin yol ağzına getirdi... Peki, bu işin sonu ne olur?.. Şahlık dönemindeki İran anayasasının birinci maddesinde ne yazıyordu: İran şeriatla yönetilen bir ülkedir... Humeyni rejimi bu anayasayla yetinmedi... Referandumla gerçek şeriat düzenini kurdu! Türkiye’deki karşıdevrim “ılımlı İslamcılık”la yetinmeyecek... Girdiğimiz yol bizi kapkara bir irtica rejimine doğru sürüklüyor... Referandum ucubesi de bu yolda bir adımdan başka bir şey değil... MÜMTAZ SOYSAL Umursamamak OYKIRIM konusunda henüz aklımız başımıza gelmiş sayılmaz. Sonuç verici tutuma hâlâ erişmiş değiliz. Bir toplum ancak bu kadar saf ve anlayışsız olabilir. Son örnek, ABD Temsilciler Meclisi’ndeki Dış İlişkiler Komitesi’nin karar tasarısını önleme çabalarının akıbetidir. Bush’a telefonlar edildi, mektuplar yazıldı; Washington’a heyetler yollanıp şuna buna ricalarda bulunuldu; Amerikan gazetelerine pahalı ilanlar verildi; dost bilinenlere yazılar yazdırıldı; elçilik ve konsolosluk kapılarında gösteriler düzenlendi; “Tasarı kabul edilerse şunu bunu yaparız” dendi. Bütün bunlar yapıldı ve dendi de n’oldu? Tam tersine, kararı Temsilciler Meclisi’nin genel kurulunda onaylatma peşinde olanlar iyice azıttılar ve “Şu tarihte defteriniz dürülecek” dercesine küstahlaştılar. O halde, bu aşağılanışları durduracak bir tutum değişikliği gerekli demektir.. Şimdiye kadarki tutumun tam tersini benimseyerek. Yani söylenenleri, yazılanları iddiaları ve istenenleri hiç umursamadan, önemsemeden, telaşlanmadan, özellikle de bir yabancı kapıdan bir başka yabancı kapıya koşuşmadan. Osmanlı’nın ve Ankara’daki milli hükümetin Ermenilere karşı Almanların Musevilere yaptıklarına benzer bir soykırım uygulamadığından, olup bitenlerin yüzyıllık bir hıncın değil, savaş koşullarının sonucu olduğundan, o insanlarla Anadolu’da yüzyıllarca iç içe, ve nizasız kavgasız yaşadığımızdan, şimdiki Ermeni azınlığıyla genelde sıcak bir yakınlığı sürdürdüğümüzden emin değil miyiz? 1915’te Ermenilere yaşatılanların soykırım suçunun temel unsuru olan “bir etnik grubu, sırf bu etnik grup olduğu için yok etme kastı”ndan yoksun bulunduğunu bilmiyor muyuz? Kısacası, başkalarını ikna etmek için söylediklerimize kendimiz inanmıyor muyuz? İnanıyorsak, bu panik niye? Herkes tersine inanır ve soykırımcı olduğumuza hükmederse başımıza geleceklerden korktuğumuz için mi? Bu sonu gelmez gidişi “Hayır, yapmadık” diye inançlı bir tutumla keser ve sonrasında hiç konuşmazsak, af dileme, tazminat ve toprak istemleri konusunda yüce mahkemelerden çıkabilecek kararlara asla uymayacağımızı ilan edersek ne olur? Kimse bizden af, tazminat ve toprak koparabilecek mi? Bu tutarlılığı ve direnişi gösterebileceğimizden de mi emin değiliz? Böylesine kesin bir umursamazlık yerine telaşa kapılıp ona buna ricacı olursak, çullanışlar kesilmek şöyle dursun, artmaya devam edecektir. Geçmişte “mazlum milletler”e yaptıkları yüzlerine vurulunca umursamadan durmayı bilen İngiltere ve Fransa gibi ülkelere bile kimse çullanabiliyor mu? Umursamanın ve telaşa kapılmanın bir çeşit özgüven eksikliği belirtisi olduğunu ve dolayısıyla kuşku uyandırıp daha fazla çullanışa yol açtığını da mı görmüyoruz? O İmdat Ulusoy onlara o eski savundukları dahice görüşlerini anımsatmak gerekir: Hani ilkokul çağındaki bu çocuklara, bu yaşta Almancanın dışında bir başka dili (burada kastedilen çocuğun anadili ) daha öğrenmeleri çok geliyordu? İsviçre’de iki dilli bir ailenin çocuğuna devletin resmi okullarında en az iki dil daha öğretiliyor. Devletin tanıdığı hak ve olanaklarla oluyor bunlar. Oysa bir başka çarpıcı örnekte olduğu gibi, Ortadoğu’nun Paris’i diye bilinen Lübnan’da çocuklar günlük yaşamda bizzat fiili olarak çok dilli ortamda yaşadıkları için, iki veya daha fazla dili sokakta bile kapıp öğreniyorlar. ??? Kimi çocuklar kendi anadillerini reddediyorlar. Neden? Almanca çocuk için ikinci bir dil, ama okulda ve yaşamın her alanında hem birinci dil, hem de üstün ve baskın dil. Bu dil, örneğin okulda sistematik olarak öğretiliyor ve çocuğun evde anne veya babasından yüzeysel Türkçe öğrenmesine hiç benzemiyor. O yüzden daha etkili oluyor. Elbette bir başka nedeni daha var. Çocuklar sosyal çevrelerinden de gelen benzer haksız yargılar ve hatta baskılar nedeniyle çoğu kez anadilinde konuşmayı reddediyorlar. Anadilleri de kendileri gibi hor görülüyor, dışlanıyor. Çocuklar bunu seziyorlar ve yaşıyorlar. Biraz da bu nedenlerle konuşmak istemiyorlar. Yani anne ve baba çocukla Türkçe konuşsa bile, çocuk Almanca karşılık veriyor. Bu da anne ve babayı korkutuyor ve annebabalar çocuklarına kendi kültürlerini veremeyeceği ve onların bu toplumda eriyip gideceği duygusuna kapılıyor. Evdeki baskının şiddetlendiği durumlarda annebaba ile çocuk arasında ilişkiler kopabiliyor. Bu da çocuğun gelecekteki yaşamını olumsuz etkileyerek, ruhsal bunalımlara girmesine yol açabiliyor. Peki bu durumda ne yapmak gerekir? En önemlisi, her şeyden önce çocukları zorlamamak gerekir. Hele birdenbire Türkçe konuşmak istemediği için çocuğu cezalandırmaya kalkmak çok yanlış! Zorlama ve cezalandırma ile ulaşılmak istenenin tam tersi bir sonuca varılacaktır. Çocuk dikleşecek, belki de saldırgan bir davranışla karşılık verecektir. Oysa çocuk Almanca konuşmakta ısrar etse bile, anne ve babanın sakince ve kararlılıkla, kızgınlığını ya da kırgınlığını belli etmeden çocukla kendi anadillerini de konuşmaya devam etmeleri gerekir. Bu gerçekten çok önemli bir faktördür. Çocuklar duyarlı antenleri olan son derece duygulu yaratıklardır. Toplumda hangi dilin sevildiğini, değer verildiğini buna karşılık hangisinin olumsuz karşılanıp aşağılandığını ya da hoşgörü ile bakılmadığını hemen sezerler. Örneğin bir çocuk, Türkçe konuştuğu için okulda ve toplumda olumsuz davranışlara ve baskıya maruz kalıyorsa, kendini savunmak için anadilinde konuşmaktan vazgeçer. Toplumda rağbet görmeyen bir dili konuşmamakla –ki bu Türkçe, Rusça, Arapça ya da başka bir dil olabilir– kendini savunduğunu ya da koruduğunu düşünür. Biz yabancıların konuştuğu diller de, örneğin “ayrıcalıklı yabancı diller” olan İngilizce, Fransızca vb. gibi– içinde bulunduğumuz toplum tarafından hoşgörü, ilgi ve hayranlıkla karşılansaydı, böyle bir sorunumuz olmazdı mutlaka. O yüzden bazı öğrenciler, okullarında geldiği ülkeyi ve anadilini gizlemeyi yeğlemektedir. Tabii kimi okullardaki bazı komik ve dışlayıcı uygulamalar, örneğin “Kim anadilinde bir sözcük konuşursa ceza olarak şu kadar para verecektir” gibi ürkütücü ve dayanaksız önlemler de böylesi davranışlara sadece tüy dikiyor. Bu tür dışlamaların sonucu olarak, özellikle gençler dinci ya da milliyetçi odaklara yöneliyorsa, bunun sorumlularının kalkıp da, “Gençler neden böylesi akım ya da örgütlere katılıyorlar?” diye sormaya hakları bile yoktur. Onlara gelince, yani baştakiler, her ülkede olduğu gibi, bizleri yönettiklerini sananlara ve ürettikleri politikalarla, bir vuruşta elli yıllık tüm sorunları hallettikleri sananlara gelince... Her şeyin doğası gereği bir akarsuyun yoluna devam ettiği gibi, göç olayındaki kalıcılaşma süreci de ağrılı sancılı sürüyor ve eninde sonunda yatağına yerleşecek, toplumun ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçası olarak kendini kabul ettirecek, hem de bunu inkar eden politikacıların tüm körlüğüne ve inatlarına karşın. Günümüz toplumlarında çok dillilik ve çokkültürlülük olgusu kendini kabul ettirecektir. Yıllarca göç olgusunu inkar edenler bugün hayatın gerçeklerinin dayatması karşısında nasıl ki, “52 yıl göç olgusu karşısında sadece uyumuşuz“ diye günah çıkararak bu olguyu kabul etmek zorunda kalmışlarsa; işte bu süreçteki yeni ve diğer çözümlenmemiş sorunlar da kendi gerçekliğini yine aynı şekilde söke söke kabul ettireceklerdir. Çünkü yaşamın akışı ve değişim, geçici olarak engellenebilir, ama bunu durdurmak asla mümkün değildir... ??? Bize gelince: Karamsar bir tabloyla karşı karşıya kalmış gibi olmayalım. Tüm bu sorunlara karşın çok olumlu ve güzel örnekleri de her gün yaşayıp görüyoruz. İki veya daha fazla dili pırıl pırıl konuşup bu toplumda kendilerini yaşamın her alanında kanıtlayan örnekler hiç de öyle küçümsenip azımsanacak kadar değiller. Hep olumsuz örnekler ön plana çıkarıldığı için, bu olumlu örnekler maksatlı ve bilinçli olarak göz ardı ediliyor. Görülmek ve gösterilmek istenmiyor. Bilimsel olarak, el yordamıyla veya pratikten öğrenilenlerle, bu sorunlara uygun çözüm üreten kişi ve kurumlar da var elbette. Hem de sayıları yüzlerce, binlerce... Yaşamın gerçekliğinin ve deneyimlerinin getirip hepimizin önüne koyduğu öğrenilecek o kadar çok bilgiler ve birikimler var ki, yeter ki bunlardan öğrenmesini ve yararlanmasını bilelim. Her alanda kendi yaşıtlarıyla başa baş ileriye koşan, adeta yarışırcasına geleceği yakalamaya çalışan pırıl pırıl bir gençliğin yolda olduğunu bizler de görmeliyiz, yardımcı ve destek olmalıyız. Bize gösterilen olumsuz kimi örnekler hayatın hepsi olmadığı gibi, gerçeğin de ta kendisi değil. Bunlarla kimseyi yılgınlığa düşüremezler, yeter ki biz kendi kendimizi bu duruma düşürmeyelim. Toplumu yönetenler yıllarca, “göç“ olgusunu inkar edip buna karşı kendi yasalarını çıkardılar, oysa gerçek hayatın yasaları onların bu düşüncesinin iflas ettiğini tekrar tekrar gösterdi ve bunu kabullenmek zorunda kaldılar. Umutsuz ya da karamsar olmaya gerek yok; önemli olan yaşamın gerçeklerine ve öğrenmeye karşı açık ve hazır olabilmektir... S Ö mumtazsoysal@gmail.com ilan renkli CUMHURİYET 02 CMYK