23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

2 EVET/ HAYIR C ugüne kadar 123 kişi ölüm orucunda yaşamdan kopmuş!.. Sıra 124, 125’e de gelecek olaylar ve görüşler 19 OCAK 2007 CUMA Savaşların Temel Nedeni S iyasal ve ekonomik bileşimlerin (sentezlerin) yoğunca karmaştığı, çözümsüzlükler ile çözümler arasında yapay denge ve koşutluklar kurgulandığı, varsayımların savlaştığı, savların da öngörülere dönüştüğü güç evrelerde, ortama egemen temel sorunun gerçekte askersel içerikli bir sorun olduğu siyasal bilimcilerce çağdaş bir olgu olarak görülür. Bu görüşe göre, ulusal anamal birikimi içinde yeniden bir paylaşım savlayan ekonomik doktrinlerin gündemlediği süreçler, uluslararası alanda anamalcılığın bir yeniden paylaşım savaşını gündeme zorladığı süreçlerdir. Bir bakıma, İngiltere’de sıkı para politikasının Friedman doktrininindar kapsamda uygulayımdan Thatcher’i “Demir Lady” kılan geniş biçimde uygulamaya konulması süreci ile Falkland Savaşı ve ABD füzelerinin çok amaçlı olarak üslendirilmesinin onayı arasındaki koşutluk gözetilirse, yukarıdaki saptama açısından çok çarpıcı bir ipucu da elde edilmiş olunur. Bütün savaşların nedeni ekonomiktir. Tüm çağlar boyunca bu böyle olmuştur, olmaktadır, olacaktır. Kapitalizm öncesi savaşlar, bir ülkeyi sömürgeleştirmek için yapıldı. (1) Emperyalist süreçteki savaşlar ise, bir başka ülkenin ya da ülkelerin sömürgelerini ele geçirip kendi sömürgesi haline getirmek amacıyla yapıldı. (2) Savaşın bu “ekonomik” özelliği, bir “savaş ekonomisi” felsefesinin doğuşunu bile gerektirmiştir. Bu felsefenin kurucusu, İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’tir. Keynes’e göre, “Kapitalist ekonominin durgunluğu, yerini, sürekli bir savaş ekonomisine bırakmalıdır”. Keynes, kuramını şöyle açıklar: “Ekonominin aşırı kapitalizasyonunda, savaş çok kârlı ve verimli bir ekonomik kaynaktır. Sarsılma ya da çöküş tehlikesi içinde bulunan temel ikame piyasalarını harekete geçirmek için başkaca yol yoktur.” Emperyalizm, Keynes’in kuramına dört elle sarılmış, sadece tekelci niteliğini bir yana bırakıp savaş ekonomisi ve ikameler yoluyla, tekelci devlet kapitalizmi niteliğini de almıştır. (3) Savaşların “ekonomik” nedenselliğini algılayamayanlar, sadece birer resim görüntüsü ardından bakarak, İkinci Dünya Savaşı ertesinde “yıkılan” Almanya’nın kısa sürede gelişmesini ya da “atomla bombalanmış” Japonya’nın yeniden yükselişini birer “mucize” olarak görürler. Bu, çok bayağı bir bakış açısı olduğu kadar gerçekçi de değildir. Savaşlar ekonomik nedenlerle yapıldığı için, hiçbir ülke diğerinin ekonomik varlık kaynaklarını harap etmez. Yoksa savaş ertesinde, savaşın amacı olan “ekonomik çıkar” kaynağı yok olmuş olur. Savaşın anlamı kalmaz. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’nda ne Almanya’nın ne de Japonya’nın ekonomik varlık kaynakları zarar görmemiştir. PENCERE Aydın Kişi Nasıl Düşünür?.. OKTAY AKBAL Vedii BİLGET Almanya’nın en önemli sanayi alanları Ruhr ve Köln bölgesinde Düsseldorf, Solingen, Mönchengladbach, Moers, Hagen ve Essen’e; Stuttgart bölgesi ve Esslingen’e yönelik hiçbir sanayi teşekkülüne tek bir yıkıcı bomba atılmamıştır. Dahası Krupp, Robert Bosch, Siemens, DaimlerBenz, Thyssen ve Badische Anilin und SodaFabrik (BASF) gibi devler savaş sürecinde beslenip daha da semirtilmişler, müttefiklerin bu durumu engellemek gibi bir kalkışımları olmamıştır. Çünkü Nazi Almanyası’nın “Tereyağı yerine tank” sloganı, savaş yıllarında Amerika’da aynı doğrultuda bir başka sloganla paraleldir: “Jartiyer yerine mermi”... Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmıştır, ama sanayi bölgeleri olan Osaka, Kobe, Kyoto, Himeci, Mizuşima, ve Nagaoka’ya tek bir bomba bile atılmamış, hiçbir sanayi tesisi en ufak bir yara bile almamıştır. Ne Zaibatsu’ların elindeki Mitsui, Mitsubishi, Sumimoto, Yasuda ve Nihon Steel savaştan etkilenmiş ne de bu kuruluşların birikimiyle yeniden yapılanacak Matsushita, Sony ve Honda gibi tesisler. Ne Alman ne de Japon “mucize”si vardır orta yerde. Kapitalizmin niteliğini gözden yitirtmek isteyenler, ne Batı uygarlığının akılcılığından ne de Materyalizm ya da Marksizimden nasip almamışların, olayları tümüyle idealist ve de ruhsal dünyalardan Em. Amiral yakıştırmalarla sislendirmeleridir bu tür yaklaşımlar. Hiçbir savaşçı, savaş ertesinde nimetine konacağı ekonomik tesisleri yok etmez. Olsa olsa, çalışmalarını beli bir süre içinde kısıtlar, o kadar... Bilinç ancak eylemle bilinç olur. Bilinci bilinç eden eylemdir. Savaş eylemini bilen, barışın değerini en iyi bilendir! Türkiye Cumhuriyeti’nin yapılanımında, sömürgeleştirici bir ekonomik altyapısal eğilimin siyasasını uygulamak için değil, böyle bir uygulamaya karşı duruşun savaşını veren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında Mareşal Mustafa Kemal vardır. Böyle olduğu için de onun evrensel “çaba ve çilesi”nin en büyük bilinç ve erdemi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinde yansımıştır. (1): Kapitalizm, akılcı oldu. Yağma savaşları ekonomik savaşı bir anda kapıp götürürken sömürgeleştirme savaşı, ekonomik çıkarı elde etmeyi uzun sürece bağladı. (2): Bu tür savaşlara “Emperyalist Paylaşım Savaşları” veya “Yeniden Paylaşım Savaşları” da denir. (3): Zaten, tekelcilik güçlendiği anda devleti de ele geçirir ve devlet kapitalizmi doğal bir süreç olur. Öte yandan, sosyalist olma savaşımındaki devletçi ekonomiler de eninde sonunda bu tuzağa bir başka yanından düşerler. kurgenc?yahoo.com Hücre İşkencesine Son! ‘C mi? İstanbul’da Şişli’de avukat Behiç Aşçı, Adana’da iki çocuk anası Gülcan, Uşak’ta Sevgi yüzlerce gündür ölüm orucunda... Türkiye’nin pek çok cezaevinden aldığım mektuplarda tek bir yakınma var: “Tecritler kaldırılsın, ölümler durdurulsun!..” ‘’Tecritler kaldırılsın.” İnsanlar yalnızlığa mahkum edilmesin, bir koğuşta, üç beş arkadaşıyla söyleşerek çeksin cezasını, bir hücrede tek başına yıllar boyu kapatılmasın. Çok yaşandı bu olaylar. Bıkılmadı mı, yetkililer bıkmadı mı? Kendilerini, kendi istekleriyle ölüme gönderenlerin sesi bir duyarlılık yaratmadı mı? Başbakan, Adalet Bakanı, Kültür Bakanı, bunca milletvekili kör mü, sağır mı? Yoksa umurlarında değil mi kendilerine karşı olanların, kendileri gibi düşünmeyenlerin ardı ardına ölüm yolcusu olmaları? ??? “Tecrit” denen şey nedir bilenler bilir, bilmeyenler de artık duya duya, okuya okuya öğrenmediler mi? Tek kişilik bir yerde tek başınasın, yemeğini ekmeğini kapıdan bırakırlar, belki bir iki gazete, kitap.. sansürden geçirilecek bir iki mektup yazabilme!.. Hepsi bu!.. Böyle yaşamaktansa ölüm gelsin der insan, ister istemez. Ölümü seçmek bir kurtuluş değil, ama çaresizlik, umutsuzluk, toplumun duyarsızlığı, yetkililerin vurdumduymazlığı!.. Ölüm orucuna yatmanın her zaman karşısında oldum. Ölmek neyi çözebilir? Seni zorla ölüme koşturanları sevindirmek için mi günlerce, aylarca açlık çekeceksin? İnsanlık dışı bu uygulamayı bir yenilikmiş gibi uygulamaya kalkanlar çirkin inatlarından vazgeçmelidirler. İktidar sahipleri bir an, evet bir an önce hücre cezasını yürürlükten kaldırmalıdırlar. Kendilerini insandan sayıyorlarsa!.. mumtazsoysal@gmail.com B OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ ‘Mehmetçik Mehmet’ ürkler İslam kültür potasına girince, ona büyük katkıda bulundu. Araplık çizgisinden alıp, evrenselleştirdi. Emevi ırkçılığının izlerini sildi. Dinin ruhuna uygun olarak, enginlik kattı. Örneğin: Arap anlayışında halife, peygamber ardılıydı. Bu kavram Türklerde, “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” oldu. Yani her insan, onun vekili. Eski söylemle: Zıllullah. Arapçada Mehmet adı yoktur. O, Muhammet adının Türkçesi. Türkler, peygamber adını tek ve saygın tuttu. Çocuğuna koymadı. Bunun en ileri boyutunu, Fatih Sultan için söyledi: Mehemmet. O da çok sınırlı. Ama dahası olmadı. Türk dünyasında bu saygınlık hiç eksilmedi. Tarihçi Cevdet Paşa, peygamberin ikinci adı için, benzer yorumda bulunur: “Mustafa adlı padişahlar şanssızdı.” Özgeçmişlerine bakınca, yorumun doğru olduğunu görüyoruz. Türkler İslamı, çöl ortamından dünyanın merkezine taşıdı. Ve dünya mimarlık tarihine, anıtsal örnekler sundu: Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet. Günümüzde kimi Arap ülkesindeki camiler, “radyo verici istasyonu” gibi. İslamın Arap dünyasına gelişi, onların üstünlüğü değil. Tersine, sapkınlığı yüzünden. Başka türlü T Prof. Dr. Mahir AYDIN düşünmek, Tanrı’nın Arapları kayırdığını söylemek kadar komik. Son yıllarda Türkiye’de, bir “Araplık özentisi”dir gidiyor. İslamı, evrenselden ırkçılığa indiren yaklaşım. Ve dine yapılan büyük kötülük. Ezanlar bile değişti. Arap ağzıyla okunuyor. Oysa yüzyıllar boyu, sanat müziği inceliğiyle seslendirildi. Ülkemizin allı pullu politikacıları bile, müezzin üslubuyla konuşuyor. 600 yıllık Türk tarihinde Mehmet, en çok konulan ad oldu. Dahası, Mehmetçik boyutuna yükseldi. Yani, sevgi yaklaşımıyla Türk askerinin adı. Yazın sanatımızda ise masum Türk gencinin kahramanlığı. Ötesinde; kimsesizliğin, garipliğin ve saflığın simgesi. Hani “başına vur, ekmeğini elinden al” türünden mi? Yok, o kadar da değil. Para için kan takası yapanların söylemi: “Türkiye’nin en değerli ihraç malı ordusudur.” Kumaş mı bu? Ötekilerin topu kaç para ki? Dün; Bosna, Afganistan, Lübnan’dı. Yarın, gökkubbe altında başka bir yer. Sorun değil. Değil de, Sezar’ın hakkı Sezar’a... Bugünkü dünya devletlerinden, kimini bankerler kurdu, kimini pa İstanbul Üniversitesi pazlar. Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni asker. Yanlış anlaşılmasın. Elinde silah, ölüm kusanlar değil. Bir başka devlet yok ki, bağımsızlığını Gazi Meclisi ile kazanmış olsun. Ve askeri, bu denli demokratik. Dünyada uygulanan “onlu sistem” Türk ordusunun armağanıdır. Onbaşı, yüzbaşı, binbaşı... Bu bile, asker içindeki yetkisorumluluk paylaşımı. Türk ulusunda, erinden cumhurbaşkanına herkes askerdir. Yani Mehmetçik. Herkes görevini yapmalı. Uygar toplumlar, “yetkisorumluluk” dengesi üzerine kurulur. Görevini yapmayana, yasalar çerçevesinde sorulmalı. Yok öyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin sunduklarıyla beslenip, başka türlü davranmak. Bunun adı da “vatana ihanet”tir. Ve ülkeyi savunma sırası askere gelmişse, öteki tüm kurumlar bitmiş demektir. Yoksa Mehmetçik, her zaman göreve hazır. Siz onu düşünmeyin. Yalçın kaya gibidir. Sevgisini de, nefretini de yüreğine gömmesini iyi bilir. Ama küçük hesaplar onu üzer. Fransız Paul Regla, Ilımlı İslam Projesi’ni, sanki 1891 yılında görmüş. Türk ordusu için şöyle diyor: “Düşman ateşi karşısında o kadar cesur ve muhteşemdir ki, iyi komuta edildiği, iyi teşkilatlandığı, ihtiyaçları iyi karşılandığı gün, zaferleri ve başarılarıyla eski ve yeni dünyayı tekrar hayretlere düşürecektir. Ve eğer hükümet hataları yüzünden, Boğazların öte tarafına geçip Asyalı olmak zorunda kalırsa, inanın ki bu da ancak kanlı bir zafer kazanmadan olmayacaktır.” Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Savaşı, bu öngörünün ilk yarısına kanıt. İkinci yarı, sanırım Türk ordusuyla ilgili olmayacak. O, “Tanrı’nın küçük oğlu”nun sorunu. Ülkesinde her geçen gün destek yitiren, Başkan Bush’un. “Ağacın kurdu, içindedir.” Çok az kaldı. Öyküyü bilirsiniz: Yüzyıllar öncesinde padişah, düşmana savaş açar. Asker gerek. Ülkenin dört bir yanına tellal salar: “Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin. Devletli padişahımız küffar üzerine sefere çıkacak. Eli silah tutan herkes...” Adamın tek oğlu var. Gönderir, ama geri gelmez. Aradan yıllar geçer. Yine tellal: “Ey ahali...” Bizimki ikinci oğlunu gönderir. O da dönmez. Yine yıllar geçer. Tellal aynı teraneyi okurken, bizimki tellalın boğazına sarılır: “Git o devletli padişahına söyle! Benim uçkuruma güvenip sefere çıkmasın...” umhuriyet Bilim Teknoloji’nin 3’üncü sayfasındaki sunuşta Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleri yer alır; birinci tümcesi şöyledir: “ Ben manevi miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.” Atatürk bir aydındır.. Aydın ‘Aydınlanma Devrimi’nin ürünüdür.. Yeryüzünde Aydınlanma Devrimi’ni benimseyen tek İslam toplumu Türkiye’de yaşıyor... ? Bilim ve akıl’ı rehber edinmiş ‘aydın’ doğal olarak kapitalizmin emperyalizmine karşıdır... Peki, kapitalizmin emperyalizmi nedir?.. Sorunun gözle görülür, elle tutulur karşılığı var; komşumuz Irak’ı işgal eden somut güç, kapitalizmin emperyalizmidir; Amerika bu insanlık dışı sömürü aracının ta kendisini vurguluyor... ‘Aydın’, kapitalizmin emperyalizmine karşıdır... Sosyalizmin yanındadır.. Sosyalizm ne demek?.. Tüm ağırlıklı ansiklopedilerde yazdığı gibi “toplumsal örgütlenmeyi adalet ölçüsüne göre” düzenlemek ve düzeltmek amacını güden kurama sosyalizm denir... İnsan şöyle ya da böyle, ille de toplumda kişiyi ezen düzenleri tarihe gömecek, insanı insan gibi yaşatacak sömürüsüz uygarlığı ‘maddi ve manevi’ boyutlarıyla kuracak... Aydın ‘neoliberalizm’ ile böyle bir amaca ulaşılamayacağını bilen kişidir... ? Türkiye Cumhuriyeti ‘kapitalizmin emperyalizmi’ne karşı bir ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ ile kuruldu... Peki, bugün kapitalizmin emperyalizmi komşumuz Irak’ta ne yapıyor?.. Sünniye vuruyor.. Şiiye vuruyor.. Arap’a vuruyor.. Kürt’ü tutuyor.. Neden?.. Kapitalizmin emperyalizmi Kuzey Irak’ta PKK’yi tutuyor.. Niçin?.. PKK de Türkiye’yi vuruyor... ? Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulacakmış.. Kurulmuş bile.. Kim kurmuş?.. Amerika!.. Amerika neyin nesi?.. Kapitalizmin emperyalisti!.. Neden ve niçin Kürt devleti kuruyor?.. Tarihsel süreçte şimdiye dek Kürt’ün devleti hiç olmamış... Kapitalizmin emperyalizmine oyuncak ve de kukla devlet olacağına hiç olmasın daha iyi... Atatürk ve 5’inci Senfoni tatürk ve Beethoven.. Apayrı dallarda iki doruk.. İki devrimci, iki “mükemmeliyet” koşucusu.. Daha önceki bir yazımın başlığı “Atatürk ve 9’uncu Senfoni” idi. Beethoven, en kusursuz başyapıtını en kusurlu, tam sağır olduğu sırada, sesleri duyarak değil, notalara bakarak besteliyor! Atatürk de, tam bir yokluk içinde “düveli muazzama”yı yeniyor! 5’inci Senfoni ise bir başkaldırı başyapıtıdır! Ta.. ta.. ta.. ta.. diye başlar. Besteci bunu “Kader kapıyı çaldı” diye yorumlamış. Günümüzde ise kaderkısmetle işimiz yok. “Su, 99 dereceden 100 dereceye kaynadı. Bıçak kemiğe dayandı” demektir bu. İnsanın en soylu yanı da başkaldırısıdır. En soyut sanat dalı da müziktir; bir Beethoven konserinin sonunda A da, dinleyiciler ne bir alkış, ne bir bravo sesi “Kahrolsun Kral! Yaşasın Özgürlük” diye haykırarak sokağa dökülüyor. Başka bir 5’inci Senfoni de burada, ezenlere karşı ezilenlerin yanında icra ediliyor. Düveli muazzamanın drednotları çepeçevre, namlularını çevirmiş Dolmabahçe Sarayı’na. Bir ses duyuluyor: Geldikleri gibi giderler! Elde yok, avuçta yok. Yedi düvele karşı neye, kime güveniyor? “İçinde bulunduğu ahval ve şeraite bakmadan”, “mücerret” bir başkaldırıdır bu! Bandırma vapurunun yolcusu 18, Sıvas’takiler 28 kişidir. Amerikalı Yarbay Rowlins sorar: Ya kazanamazsanız? Yanıt hazır: Böyle bir millet köle olarak yaşamaktansa, ölsün daha iyi! Alpaslan BERKTAY Ta..ta.. ta.. taa!.. demektir bu. Atatürk, tarihin en uzun atlayışını yaptı. Ortaçağdan bilgi çağına.. Ömrü yetseydi, yapıtını daha ileriye götürüp tamamlayacaktı. Aslında o, başkalarına da esin kaynağı olmuş, sürekli bir devrimciydi. (Günümüzde unutturulmaya çalışılan sözcük!) “Durmayalım, düşeriz!” diyordu. Onun ulusalcılığı, yarının gerçek küreselleşmesine, küreselleşmiş insana doğruydu. Şu anda ise karşıdevrim rüzgârları esiyor. “Her yer karanlık” şarkısını söylüyorlar. “Umudunuzu kesin! Teslim olun! Avucumuzdasınız! Tek seçeneğiniz biziz!” Evet, başkaldırı insanın en soylu yanıdır, iktidardaki teslimiyetin en büyük zillet olduğu kadar.. Biz bu filmi daha önce de gördük. “Bizi yutmak isteyen emperyalizme ve bizi mahvetmek isteyen kapitalizme karşı” idik ve öyleyiz. Çünkü Atatürkçüyüz! Çünkü onurluyuz, kendimize saygımız var! Bu değerlerde zamanaşımı da yoktur! Umut ham hayal değil, bilimsel bir zorunluktur. Karanlığın en koyu olduğu an ise sabahın en yakın olduğu andır. Tarih de bunu böyle söylüyor. Aydınlığın simgesi Çankaya’ya karanlıklar çıkamayacaktır! Ne pahasına olursa olsun. Bu çalınan, 5’inci Senfoni’dir! Ta.. ta.. taa! CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear