Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
EYLÜL P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR İki çıkma AZ ŞİİR, ÇOK ŞİİR ağlarca öfkelenmiş Hilmi Yavuz’a, "beş şiirle şair olduklarını sanıyorlar" diye kestirip atıyor. Seçtiği örnek üzerinden bile haksız bence Dağlarca; orada nicelik değil sorunu yaratan, nitelik: Ikınarak o kadar şiir yazılabiliyor sonuçta. Ama Dağlarca’nın itirazı yeni sayılmaz; Cemal Süreya’ya da aynı ölçüyle yaklaştığını anımsıyoruz. Mallarmé’den Dıranas’a, Eliot’tan Ece Ayhan’a az sayıda şiir bırakan şairlerde birim başına işleme miktarı oldukça yüksek, fire oranı hayli düşüktür; hesaba böyle de bakılmalı. "Çok şiir"li şairlere de içerlendiğine tanık oluyoruz: Durmadan yazdıkları, yeterince elemedikleri, işlemedikleri başlıca karşıçıkış gerekçeleri arasında. Bir de itiraf edilemeyen gerekçe var bence: "Çok şiir"li şairin yapıtı ciddi mesai istiyor; göze alamayınca, göze alınmaya değmez yaftasını yapıştırmak işi kolaylaştırıyor. Kimleri sayabiliriz "çok şiir"li şairler arasında? Victor Hugo’yu, Aragon’u, 2500’ü aşkın şiiriyle Rilke’yi, Dağlarca’yı listenin başında görüyoruz. Kim ne derse desin, büyüklükleri tartışılamayacak şairler bunlar. Öyleyse, niceliğin örseleyici payı sanıldığı kadar değil burada. Az şiirli şairlerin, çok şiirli şairlerin kötü örnekleri bir dolu oysa. Anlaşılan, anlamsız bir ölçülendirme tartışması bu: Azdan çoktan çok iyikötü, hassahte, derinsığ, sahiciyapmacık üzerinde oyalanmak en doğrusu belki de. Gelgelelim, "kanı"larla yapılacak işlerden değil bu; oturaklı çözümlemeler eşliğinde derin yorumlar geliştirilebilir ancak. Onu da, çoğu zaman, vatos üslubuyla vurup geçen şairlerden bekleyemeyiz. Yaklaşımını temellendirerek sunan şairlere bakılabilir. Çağdaş şairlerde o soy değerlendirmelere sıkça rastlıyoruz. Eliot’ın, Bonnefoy’nun, Zanzotto’nun (örnek sayısı kolaylıkla arttırılabilir) başka şairler üzerine kurdukları metinler öğreticidir. Hiç de okşayıcı olmayan okumalarla karşılaşılır orada: Eliot Poe’ya, Bonnefoy Baudelaire’e alabildiğine sert optiklerle sokulurlar. Cemal Süreya’nın da öyle bir yanı vardı. Bu sertliklerin "kişisel hınç"la, "kıskanç"lıkla ilgisini göremezsiniz: Dipten gelen itirazlardır, özlü poetika zıtlaşmalarına dayanırlar. Bir iki sıfatla şair bertaraf etmeye olsa olsa mahalle manzumecileri kalkışıyor artık. "Çok şiirli"lerle ilgili son bir ayrıntı: Hugo, Aragon, Rilke gibi şairlerin nesir alanında da küçümsenemeyecek bir yapıt ortaya koyduklarını görüyoruz: Sefiller, Malte Laurids Brigge’nin Notları iz bırakmış ürünlerdir. "Az Şiirli"lerde yazı iyice öne çıkar: Valéry’nin Defterler’i bir başına anıtsal boyut taşır sözgelimi. Dağlarca’nın bir ayrıcalığı var bu bağlamda: Yekpâre şiir onunkisi. Neye elini atsa, lâmbadan şiir cini çıkıyor. SALÂH BİRSEL’E BİR ARASELÂM Kimi yazarlar yaşarken şanssızdırlar, şansları ölümlerinden sonra değişir, açılır. Oğuz Atay dörtdörtlük örnek: Erken yaşta öldü, sağlığında kitaplarını yayımlamakta zorluklar çekti; sonrasında, İletişim Yayınları doğru bir yuva oldu yapıtları için, hem iyi toplandı ve sunuldu, hem topladığı ilgi azalmadı, tersine yayıldı. Kimileriyse, öteki kutupta: Salâh Birsel’in yapıtı sağlığında karşılığını buldu (geç açıldıydı Salâh Bey, ama geniş okur kitlesine ulaşmakta çok gecikmedi) ve etkili oldu, şimdi oldukça dağınık bir görünümde (tek bir yayınevinde toplanmalıydı), üstelik pek çok kitabına ulaşmak olanaksız: Şiirleri tek ciltte toplanabilirdi, günlükleri nicedir yok piyasada, Dört Köşeli Üçgen gibi sıradışı bir kitabı raflarda bulabilene aşkolsun. Böyle bir tablo, geçici bir süreliğine de olsa, yazarın etki alanını daraltıyor ister istemez. Yazar, gün gelir o koşullardan sıyrılır, yapıtı ulaşılabilir hale gelir. Oysa Edebiyat, okur önünde, sürekliliği Salâh Birsel KULE CANBAZI SUNAY AKIN C Hayatta doğru yürümek! lığında doldurduk şişeyi!.. ALINAN DERS... 15 Y açısından yara alır. Salâh Bey, üslubu ve dünyasıyla, benim kuşağım üzerinde birinci dereceden etkili olmuş yazarlardan biriydi: Füsun Akatlı’dan Hulki Aktunç’a, Selim İleri’den şu satırların yazarına ve başkalarına üstüne üstlük dostluklar da geliştirmişti. Bir sonraki, iki sonraki kuşak önemini, gücünü tam anlamıyla kavrayamadıysa, yapıtını tam anlamıyla göremediği içindir. Ortaya koymuş olduğu yapıta bakarak söylüyorum: Salâh Birsel bir Alman, bir Fransız, bir İtalyan, bir Japon yazarı olsaydı bugün kitaplarının ortalama okur sayısı yılda yirmi bini aşar, yapıtları pek çok yabancı dile çevrilir, etrafında sempozyumlar, kolokyumlar düzenlenir, adına yıllıklar çıkarılır, her yıl bir düzine doktora çalışmasının konusu olurdu. Bundan en ufak bir şüphe duymuyorum. Böyle de, neden böyle? Asıl yanıtı aranması gereken soru bu. Türkiye, kendi kültürünün cenneti değil. İstanbul, "Avrupa Kültür Başkenti" olacakmış olur da, olsa ne olur?Kültür hayatımızın yönlendiricisi konumuna yerleşen baronlar, baronesler kendi uyuzlarını kaşımaktan öte bir sorumluluğa sahip olmalı, bu sorumluluk başlarına kakılmalı belki de. Büyük kurumlar, büyük kuruluşlar kol geziyor bu alanda: "Yüz çığlık bir yumurta"dan ötesine nasıl geçilecek bakalım?Salâh Birsel, bir dönem TDK’nin yöneticilerinden biriydi. Orada neler ortaya koyduğu, Türk Dili’nin hangi özel sayıları için olağanüstü çaba harcadığı anımsanıyor mudur?Yapıtına da, yaptıklarına da dönüp bakmadan mek parmak ilerleyemez, durma gerileriz, diyorum ben.** Aklıevvelin biri çıkıp "onca yıl yayıncılıkla uğraştın, neden sorunu çözmedin öyleyse?" diye sorabilir. Denedim, başaramadım. Benim yayın yaşamımdaki başarısızlıklarım saymakla bitmez. avru kargalar gibi koşuşurduk okuldan evlerimize, her cumartesi günü... O yıllarda, cumartesileri yarım gün okul vardı. Apartman kapısının girişinde beni bekleyen annem, siyah önlüğümü çıkarır, bir torbaya koyar ve giriş katında oturan itfaiyeci Mahmut Amca’nın karısına verirdi... Gelmiyor bir türlü o kadının adı aklıma! Halbuki Mahmut Amca’nın adını bir kez olsun unutmuş değilim. Ne de olsa, ateşlerin içine korkusuzca dalan, çocukları saçları tutuşmadan kurtaran bir kahramandı o... Üçüncü kattaki evimize çıkacak kadar zamanımız yoktu. Annem hızlı adımlarla, ben yanında koşarak yokuş aşağı iner, kentin en canlı caddesine ulaşırdık. Annemin adımlarındaki hız biraz kesilirdi orada, ben de rahat ederdim. Evet, yetişmemiz gereken bir yer vardı: Kadınlar matinesi!.. Saray Sineması’nın sahibi, filmin başlangıcını çocukları okula giden kadınlar yetişsin diye uygun bir saate koymuştu ama, sen gel de bunu benim anneme anlat! O, ille de salonun tam ortasındaki koltuğa oturmak isterdi. Neymiş, film oradan çok güzel seyrediliyormuş. Tüm acelemiz, telaşımız bunun içindi. Bu arada, hastanede çalışan anneannemin getirdiği boş serum şişelerinden biri mutlaka annemin çantasında olurdu. Çünkü, kadınlar matinesinde sinema salonunun tüm koltukları satılır, koridorlara da seyyar sandalyeler konulurdu. Bunun, annenin çantasındaki boş serum şişesiyle ne ilgisi var, demeyin!? Böylesi bir sinema salonunun tam ortasında oturan kadının küçük oğlu tuvalete gitmek isterse ve elinde Hz. Musa’nın Kızıldeniz’in sularını ikiye ayıran değneği yoksa, yapacağı tek şey çantasında boş serum şişesi taşımaktır! Serum şişesi eve bir kez dolu döndü... Ve hiç unutmam, (unutamam!) o an beyazperdede başrol oyuncusu kadın ile erkek ayrılmak üzereydiler; salondaki tüm kadınların mendilleri gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Zamanlamam mükemmeldi anlayacağınız! Hıçkırık sesleri arasında bir parmak kalın O filmlerde, köyden kente bir kız gelirdi. Bu, Zeynep Değirmencioğlu’ydu elbette. Köylü kız, kentli gençlerin alay konusu olurdu. Onu diskoya götürür, dans etmeyi bilmemesiyle dalga geçerlerdi... Bereket versin yaşlı, babacan bir adam vardı Türk filmlerinde; bu da genellikle Hulusi Kentmen olurdu. Hulusi Baba, köyden gelen kıza öğretmenler tutardı. Bunlar dans dersi, piyano dersi ve çatal bıçak nasıl tutulur dersi verirlerdi. Bir bakıyorsunuz, köylü kız mini etek giymiş en çılgın dansları ustalıkla yapıyor... Bir bakıyorsunuz, Zeynep Değirmencioğlu’nun parmakları piyanonun tuşlarında geziyor... Bir bakıyorsunuz, sofraya konulan bıçakları, çatalları bir cerrah gibi kullanmayı beceriyor... Filme ara verip bir anımızı anlatalım: Şiirlerimi daktiloda yazmaya yeni başladığım 1980’li yılların başlarıydı... Bir iş için köyümüzden İstanbul’a gelen bir aile konuğumuz olmuştu... Ailenin yedi yaşındaki oğlu çalışma odama girmiş, daktilonun tuşlarında gezinen parmaklarımı hayranlıkla seyrediyordu... Derken, içini çekerek şunları söylemişti: ‘‘Ne güzel çalaysun, benim babam da kemençe çalay!..’’ Oldu olacak, bir de şiirimizi koyalım bu yazının içine: Tutuklansa yurdumdaki böceklerin hepsi diğerlerinden ayrı bir hücreye konur kitap güvesi Dönelim filmimize: ...Ve tabii, bir de düzgün yürütme öğretmeni vardı, o filmlerde... Efendim, lafı bu sahneye getirmemin nedeni, Zeynep Değirmencioğlu’nun düzgün yürütme öğretmeninden aldığı derstir! Köylü kız, başında taşıdığı kitabı düşürmeden yürümek için son derece düzgün, dengeli adımlar atma gayretindedir... İşte ben, daha yedi yaşında, o sahneyi gördüğümde anladım... Anladım ki, kitap, insanı doğru yürütüyor! Hele bir de, kitabı başınızın dışında değil, içinde taşırsanız... Hatıralar/ İsmet İnönü/ Yayıma Hazırlayan: Sabahattin Selek/ Bilgi Yayınevi/ 630 s. “İsmet İnönü, kendisine hatıralarını yazması gerektiğini söyleyenlere gülerek, ‘Ne hatırası, hatıra olacak zaman olmadı ki; daha dün bir bugün iki’ diye takılmış, sonra ciddileşerek, ‘Devlet kurmuş olanların hatıra yazmaları kolay değildir. Hatıralarda her şeyin söylenmesi ve doğru olarak söylenmesi lazımdır. Kolay olmayan da budur’ demişti.” Bu kitapta İsmet İnönü’nün anıları yer alıyor. Anmaktan Anlamaya Doğru Atatürk/ İlknur Güntürkün Kalıpçı/ Epsilon Yayınları/ 344 s. “Bu kitap bambaşka bir açıdan ve sıcacık duygularla cumhuriyetimize bağlılığımızı ve Atamıza sevgimizi yinelemek; bunlara karşı çıkabileceklere veya kullanacaklara, bu duygularımızın sözde değil özde olduğunu gösterebilmek için yazılmıştır. Bunun için yönümüz, anmaktan anlamaya doğru olmalıdır.” Bu kitapta İlknur Güntürkün Kalıpçı, Atatürk’ün eğitim, politika, basın ve Bursa ile ilişkisini konu alan bir inceleme sunuyor. Deli Kızın Çeyizi/ Vedia Akdeniz/ Epsilon Yayınları/ 278 s. Adı ‘Emanet’ olan küçük kız, taşrada bir sahil şehrinde doğar. Çocuklarına karşı hoşgörülü ama taşra kuralları karşısında boynu eğik bir ailede, üç oğlandan sonra doğan tek kız olma kaderini yaşar. Toplumun ona ve taşradaki hemcinslerine tanıdığı özgürlük sınırları içinde, hedeflerini ertelemek veya onlardan vazgeçmek zorunda kalır. Kadının ‘bir erkeğin eşi’ olarak yetiştirildiği o küçük dünyaya uyum sağlamakta zorlanarak, zaman zaman yenik düşüp boyun eğerek, bazen öfkelenip isyan ederek hep daha iyiyi, daha güzeli özler. Öylesine yaşama sevinciyle dolu, öylesine özgür ruhludur ki, sonunda küskün bir tırtıldan kişilikli bir kelebeğe dönüşmeyi başarır... Shakespeare ile Tarihe Yolculuk/ Mehmet İnanç Turan/ Etki Yayınları/ 232 s. “Tarih evrenseldir. Tekil olarak gözüken tarih aslında evrensel tarihin parçasıdır. Bugün yaşanan olayların gizli kökleri, geçmiş tarihin içindeki ‘çıkarlar savaşına’ bir yerde bağlanır. Shakespeare ile tarihsel yolculuğa çıkmak zevklidir; öğreticidir. Zevklidir, çünkü günümüzde süren hayat tiyatrosunun geçmişte kalmış acılı, sevinçli, ağırbaşlı, komik tadını duyarız. Öğreticidir, çünkü çok eski dönemlerin, bugünün ‘çıkar kavgası’na bağlanmış insanlarıyla yüz yüze geliriz, onların eylemlerinde kendimizi kırılmış bir aynada gibi seyrederiz” diyor Semih Poroy. On Dokuz Saniye/ Pierre Charras/ Çeviren: Sinem Yenel/ Can Yayınları/ 132 s. Sandrine ve Gabriel yirmi beş yıldır birlikte yaşayan bir çifttir. Yıpranan ilişkilerini kurtarmak için bir oyun tasarlarlar. 17.43 metrosunda, Nation Durağı’nda buluşmak üzere sözleşirler. Metronun kapılarının kapanmasına “on dokuz saniye” vardır ve ilişkilerinin geleceğini belirleyecek olan bu on dokuz saniyedir. Ancak bu zaman dilimi aynı zamanda birçok kaderin kesişme noktasıdır. Yalnızca bir ayrılık hikâyesi yaşayan bu çiftin değil, vagondaki diğer yolcuların hikâyeleri de bu sürenin bitimiyle birlikte sonsuza dek değişecektir. Ne var ki olaylar, umdukları biçimde gelişmez. Satürn’ün Halkaları/ W.G. Sebald/ Çeviren: Yeşim Tükel Kılıç/ Can Yay./ 268 s. W. G. Sebald’in bu yapıtı, İngiltere’nin doğu kesimindeki Suffolk Kontluğu’nda yaptığı yolculuğun notlarından oluşuyor. Roman, Suffolk öyküsünün çerçevesinde, geçmişe, çocukluğa, tarihe, savaşlara, ölümlere, soykırımlara, kısacası insan eliyle gerçekleşen yıkımlara ve yok oluşlara uzanarak doğanın ve kültürün neden olduğu yıkımların tarihteki izini sürüyor. Yazar, Suffolk’un çakıl taşlı sahillerinde yürürken, okuru şimdi ile geçmişin, gerçek ile düşün iç içe geçtiği yaşantılar ve metinler arasında bir yolculuğa çıkarıyor: Ömer Hayyam’dan Descartes’a, Borges’ten Joseph Conrad, Chateaubriand ve daha niceleri... Osmanlı Hanımı/ Hanny Davis/ Çeviren: Bahar Tırnakçı/ Yapı Kredi Yayınları/ 312 s. ‘Osmanlı Hanımı’, saray kadınlarından daha mütevazı hayatlara, köle kadınlara değin Osmanlı kadınının imparatorluğun son iki yüzyılındaki toplumsal yaşamını anlatıyor. Kitapta Hatice Sultan, Esma Sultan, Bezmiâlem Sultan, Nigar Hanım, Fatma Aliye, Halide Edip gibi ilginç kişilikler göze çarpıyor. Araştırma Türkçe ve çeşitli Avrupa dillerinde çok sayıda kaynağın yanı sıra son Osmanlı ailelerinin hayatta kalan üyelerinin tanıklıklarına da dayanıyor. Hitler’in Yahudi Askerleri/ Bryan Mark Rigg/ Çeviren: Gökçesu Tamer/ Profil Yayınları/ 608 s. ‘Hitler’in Yahudi Askerleri’, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunda savaşan Yahudileri ve kısmen Yahudi kanı taşıyan “Yahudi Mischling” denilen insanları araştırıyor. Yahudiler ile “yarı” ve “çeyrek” Yahudi diye anılan Mischling’ler, Hitler yönetimi döneminde Wehrmacht’ta (1935’ten 1945’e kadar Alman silahlı kuvvetleri) görev yapan Yahudiler inceleniyor. Almadovar yine ödülle döndü BBC (LONDRA) İspanyol film yönetmeni Pedro Almadovar, 54. San Sebastian Film Festivali’nde ‘Volver’ adlı filmiyle en iyi film ödülünü aldı. Dünyanın dört bir yanından 350 sinema eleştirmeninin verdiği oylar sonucu sahibini bulan ödül, Almadovar’ın 1999’da ‘Annem Hakkında Her Şey’den sonra aldığı ikinci FIBRESCI ödülü oldu. Bu yıl Cannes Film Festivali’nde ‘Volver’, en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu dallarında ödül almıştı. Pedro Almadovar, İspanyol ve Avrupa sinemasının en başarılı yönetmenleri arasında gösteriliyor.