Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
EYLÜL CUMA dizi TÜRKİYE’DE BİR KUŞAK ‘SOLCU MÜSLÜMAN GERİLLALAR ILE SAĞCI HIRİSTİYAN FALANJİSTLER ARASINDAKİ ÇATIŞMA’ HABERLERİYLE BÜYÜDÜ C 11 Umudun yeşeremediği topraklar Başlarken ABD yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) uygulamaya koymasıyla birlikte, Ortadoğu, başını Washington’ın çektiği küresel güçlerin ‘‘oyun alanı’’ oldu. 2003 yılındaki ABD işgalinin ardından Irak’ta akmaya başlayan kan henüz durmadı. İran ile ABD arasındaki nükleer krizin yeni bir çatışma ortamı yaratacağı kaygısı sürerken İsrail, Hizbullah’ı ortadan kaldırmak gerekçesiyle 12 Temmuz’da Lübnan’a saldırılar başlattı. AKP hükümetinin ısrarıyla TBMM’de kabul edilen tezkereyle birlikte Türk askerine Lübnan yolunun görünmesi Türkiye’de bütün gözleri, tarihine savaşların, istikrarsızlıkların ve siyasi çekişmelerin damgasını vurduğu Ortadoğu’nun bu küçük ülkesine çevirdi. Bu yazı dizisiyle Lübnan’da yaşayan dini ve etnik grupların gündemini, beklentilerini, Türkiye’ye ve Türk askerine nasıl baktıklarını yansıtmaya çalıştık. Beyrut’ta yaşayan Ermenilerin bakış açılarını öğrenme fırsatı yakalarken, Lübnan’a yerleşmiş 15 bin Mardinlinin ilginç yaşamöykülerine tanık olduk. Yaralarını sarmaya çalışan Lübnanlıların trajedisini kendi tümcelerinden öğrendik. Özetle, Ortadoğu’nun kanayan yarasının geçmişiyle, bugünüyle ve yarınıyla bir fotoğrafını çekmeye çalıştık. übnan, Türkiye’ye yakın olduğu kadar uzak olan bir ülke. Her iki ülkenin de, coğrafi açıdan yakınlığına, Akdeniz havzasının benzer kültürlerini ve 400 yıllık ortak geçmişi paylaşmış olmasına karşın, ne Türkiye Lübnan’da çok fazla tanınıyor, ne de Lübnan Türkiye’de. Lübnan Üniversitesi’nin Türkiye Araştırmaları Uzmanı Prof. Muhammed Nurettin, Lübnan’ı kısaca, ‘‘savaşların ve provokasyonların ülkesi’’ olarak tanımlıyor. 70’li yıllardan 90’lı yıllara uzanan süreçte, Türk halkı önce radyoların, sonra da televizyonların haber bültenlerinde Lübnan adını sıkça duyardı. Türkiye’de bir kuşak, Lübnan’da ‘‘solcu Müslüman gerillalar ile sağcı Hıristiyan Falanjistler arasındaki çatışmalar’’ ile ilgili haberleri dinleyerek büyüdü. Ardından, İsrail uçaklarının Lübnan’daki Filistin kamplarını vurması haber bültenlerine yansır oldu. Sonrasında da İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi gündeme damgasını vurdu. Türk toplumu Lübnan’ı, Prof. Nurettin’in saptamasında olduğu gibi ‘‘savaşların ülkesi’’ olarak tanıdı. Aslında bu saptama, Lübnan’ın sınırlarıyla ortaya çıkmış coğrafyanın sadece dünü, bugünü için değil, yakın ve uzak geçmişi ve büyük bir olasılıkla geleceği için de geçerli. Bugünkü Lübnan topraklarına, yüzyıllardan bu yana savaşlar, çatışmalar ve istikrarsızlık damgasını vurmuş durumda. Bu özelliği ile Lübnan, Doğu Akdeniz’de yaklaşık 220 kilometre sahil şeridi olan 10 bin 452 kilometrekare genişliğinde küçük bir ülke olmasına karşın, son 60 yıldan bu yana sürekli dünya gündeminin ilk sıralarında. Bunun nedenlerini anlayabilmek, bugünkü Lübnan’ı daha iyi değerlendirebilmek için ülkenin dini ve etnik yapısına ve küresel güçlerin hesaplarına göz atmakta yarar var. L K AN VE GÖZYAŞI Yüzyıllardan bu yana savaşlar, çatışmalar ve istikrarsızlık etnik ve siyasi açıdan karmaşık bir yapıya sahip Lübnan’ın tarihine damgasını vurmuş. Savaş sonrası Beyrut’un merkezinde sergilenen fotoğraflar bu gerçeğin altını kuvvetle çiziyor. Küresel güçlerin çıkar hesapları, belki daha uzun yıllar umudun bu topraklarda yeşermesine izin vermeyecek. iç çekişmelerin temel nedeni oldu. Bugünkü Lübnan topraklarının bulunduğu coğrafya 16. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdi ve yaklaşık 400 yıl boyunca yine Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetildi. FRANSA’NIN ETKİSİ SÜRÜYOR Türkiye’nin Beyrut Büyükelçisi İrfan Acar, 1989 yılında yayımladığı ‘‘Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu’’ adlı kitabında, Lübnan’ın yakın tarihini şöyle özetliyor: ‘‘Osmanlıların yürüttüğü genel politikalar doğrultusunda oldukça özerk bir yönetime sahip olarak tüm din ve kültürlerin serbestçe icra edildiği bu dönemde ülkenin en güçlü iki mezhebi Dürziler ve Maruniler olmuştur. Bu iki grup arasında 19. yüzyılda kızışan rekabet 1840 ve 1860’lı yıllarda bir nevi iç çatışmaya dönüşmüş ve neticede Osmanlılar Lübnan’da din esasına dayalı çeşitli siyasal yönetim biçimleri oluşturmuşlardır. 20. yüzyıla yaklaştıkça, Maruniler gerek ekonomik gerek siyasal bakımdan güçlenerek en etkili mezhep durumuna gelmiş, Dürzilerin etkinliği azalarak, Müslüman kanatta Sünniler hâkim olmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı neticesi Osmanlı İmparatorluğu parçalanınca, uzun süredir bölgede gözü olan Fransa, 1920 yılından itibaren Lübnan’ı manda rejimine almıştır.’’ 20. yüzyıl başında güçlenen milliyetçilik akımları Lübnanlıları birlikte hareket etmeye zorladı, Fransa 1941 yılındaki sözünü yerine getirip 1943 yılında Lübnan’ın bağımsızlığını verdi. Ancak, Fransa’nın Lübnan üzerindeki etkisi hiç sona ermedi. Fransa, ilişkilerinin geçmişi Haçlı seferlerine kadar uzanan Marunilerin manevi destekçisi olmayı sürdürdü. Fransa, son yaşanan savaşın ardından ‘‘Lübnan’ın yardımına koştuğu’’ imajını da itinayla dünya kamuoyunun gündemine yansıtmayı ihmal etmedi. ÇATIŞMALARIN NEDENİ Ülke, 1943 yılından bu yana iç savaşlarla ve istikrarsızlıklarla boğuştu. Bir Fransa’dan ‘imaj’ operasyonu KARMAŞIK YAPI... Bugün Lübnan’da birbiri ile çeşitli alanlarda çekişmekte olan 18 ayrı dini ve etnik grup yaşıyor. Lübnan nüfusunun yüzde 83’ünü Araplar oluşturuyor. Arapların yüzde 63’ü Müslüman, yüzde 8’i Dürzi, geri kalanı Maruni Hıristiyan. Arap olmayan nüfus içinde ise yüzde 11 oranında Grek bulunuyor. Greklerin yüzde 59’u Ortodoks, yüzde 41’i Katolik. Lübnan’da yüzde 5 oranında Hıristiyan Ortodoks Ermeni, yüzde 1 oranında ise Müslüman Kürt de yaşıyor. Ülkenin kuzeyindeki iki köyde sayıları üç bin civarında olduğu tahmin edilen Türk var. Nüfus yapısı, dini bağlamda ise şöyle bir görüntü veriyor: Lübnan nüfusunun yüzde 59.5’ini oluşturan Müslümanların yüzde 60’ı Şii, yüzde 40’ı ise Sünni. Dürzilerin oranı yüzde 7 civarında. Toplam nüfusun yüzde 20’si Maruni Hıristiyan, yüzde 5’i Grek Ortodoks ve yüzde 3.4’ü Grek Katolik. Ülkenin toplam nüfusunun 46 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. İç savaş ve İsrail işgali, yoğun bir nüfus hareketine neden olduğu ve son dönemde nüfus sayımı yapılamadığı için, sağlıklı verilere ulaşılması olası görünmüyor. Ülkenin son derece karmaşık olan dini ve etnik yapısı, yüzyıllardan bu yana dönem birbiri ile ittifaklar yapan gruplar, bir süre sonra birbirine silah doğrulttu. Özünde HıristiyanMüslüman çatışması gibi görünse de, çatışmaların temelinde Lübnan’ın feodal yapısının, nüfuz mücadelesi içinde bulunan çeşitli dinlere ve mezheplere mensup ailelerin çıkarları yer aldı. Lübnan’da şimdiye kadar istikrarlı bir hükümet kurulamadığı gibi güçlü bir ordu da oluşturulamadı. Ordunun yönetim ve subay kadrosu Hıristiyan Marunilerin ağırlığı ile şekillendi. Ancak rütbesiz veya alt rütbedeki askerlerin önemli bir bölümünü Şiiler oluşturdu. Bu nedenle Lübnan iç savaşı sırasında yaşanan HıristiyanMüslüman çatışmasına müdahale edemedi. Şii askerler, Maruni subayların emirlerini yerine getirmek yerine aynı mezhepte yer aldıkları grubun yanında savaşmayı tercih ettiler. Ülke savunması için gerekli mekanizmalar oluşturulamadı. Her grup kendi silahlı milislerini oluşturdu. Siyasi yapı da dini ve etnik temele dayandırıldı. 1943 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonra varılan ancak yazılı olmayan bir anlaşmaya göre cumhurbaşkanlığı Marunilere, başbakanlık Sünnilere, meclis başkanlığı Şiilere verildi. Hükümette 6 Hıristiyan, 5 Müslüman bakanın olması karara bağlandı. 128 sandalyeli mecliste milletvekili sayıları 30 Maruni, 11 Grek Ortodoks, 6 Grek Katolik, 4 Ermeni Ortodoks, 1 Ermeni Katolik, 1 Protestan, 20 Sünni, 19 Şii, 6 Dürzi ve 1 diğer azınlık olarak belirlendi. Lübnan’ın güçlü ailelerinin geçmişten gelen etkisi, siyasi yapı üzerindeki belirleyiciliğini sürdürdü. Hıristiyan Cemayel, Çamun, Huri, Edde; Müslüman Selam, Karami, Sulh, Berri; Dürzi Canpolat aileleri, Lübnan siyasetine damgasını vurdu. Ailelerin liderlikleri babadan oğula geçerken bu ailelerin mensuplarından bir veya birkaç isim, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık ve milletvekilliği yaptı. Cemayel ve Canpolat gibi ailelerin bireyleri suikastlar sonucu yaşamlarını yitirdi. ULUS KAVRAMI YERLEŞEMEDİ ‘‘Lübnan Ulusu’’ kavramı, belli dönemlerde uç vermiş gibi görünse de hiçbir zaman yerleşemedi. Falanjist ve Ulusal Liberal Parti Marunilerin, Najjida Sünnilerin, İlerici Sosyalist Parti Dürzilerin, Emel ve Hizbullah Şiilerin örgütlendikleri partilerden sadece birkaç tanesi olarak gösterilebilir. İşte Lübnan siyasetinin bu yapısı, geçmişte yaşanan mezhepsel ve ailesel çekişmeleri, dini, etnik ve feodal açıdan siyasi arenaya taşıdı. Lübnan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden sonraki yıllarda Şii nüfusunda meydana gelen önemli artış, Şiilerin siyasi alanda taleplerini arttırdı. 1943 yılında siyasi yapının şekillendirilmesi üzerine varılan mutabakat, Müslüman kesim, özellikle de Şiiler tarafından eleştirilir duruma geldi. Şiiler de bu alanda mücadele etmeye başladılar. Maruniler ise değişen nüfus yapısına karşın ellerindeki gücü yitirmemek için büyük çaba gösterdiler. HAFTAYA: TÜRKİYE’YE KUŞKULU BAKIŞ A teşkesin ardından konuyla ilgili bütün başkentler, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 No’lu kararını yorumlamaya çalışırken, ‘‘tarihi bağlarını’’ öne sürerek Lübnan’a ilk adımı atan ülke Fransa oldu. Paris, küçük bir istihkâm birliğini hemen Lübnan’a gönderdi. Birlik, Beyrut’un 15 kilometre güneyindeki Damur’da konuşlanarak, İsrail saldırıları sonucunda yıkılan bir köprünün yerine seyyar bir köprü inşa etmek için çalışmalara başladı. Aslında köprü, otoyolun Beyrut’a geliş yönünde inşa edilirken yolun gidiş yönünde yıkılan bölüm Lübnanlılar tarafından çoktan toprakla doldurulup trafiğe açılmıştı. Bunun Fransızlar için bir yardım faaliyetinden çok bir ‘‘imaj operasyonu’’ olduğu anlaşıldı. Çünkü köprünün başında inşa çalışmaları hakkında gazetecilere bilgi vermesi için ‘‘basından sorumlu bir subay’’ görevlendirilmişti. Fransızlar bununla da kalmamış, yaptıkları yardımı gösteren büyük afişleri köprünün yakınlarına asmışlardı. Sorumlu subay olan Yarbay Christian Huc da basına konuyla ilgili bilgi veriyordu. spanya Başbakanı Zapatero kasım ayında ilginç bir misyonla Türkiye’ye geliyor. Konu: ‘‘Medeniyetler İttifakı.’’ Gerekçe: Erdoğan ve Kofi Annan’la BM ‘‘Medeniyetler İttifakı Raporu’’nun sunumunu yapmak. Bu iş için biliyorsunuz BM bünyesinde üst düzey bir ekip kurulmuştu. Bu ekip hazırladığı raporu, projenin sponsorluğunu yapan Zapatero ve Erdoğan’a İstanbul’da teslim etmeye hazırlanıyor. Raporun teslimi için seçilen yer ve zamanlama çarpıcı. Niye İstanbul? Ve niye kasım ayı? Konuyu sütunlarına taşıyan ‘‘El Pais’’ (21 Eylül) habere şöyle giriyor: ‘‘Zapatero kasım ortalarında Ratzinger’in ziyaretinden önce İstanbul’a gitmeyi planlıyor!’’ Yani, kimsenin ne olduğunu anlamadığı Medeniyetler İttifakı (Ne üzerinde, kime karşı ittifak?) raporu işin gösteri kısmı, Zapatero buraya asıl ‘‘Papa’nın ziyareti öncesinde ortamı yumuşatma’’ misyonu ile geliyor. İ SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU Papa Zapatero ve Erdoğan ya’nın içişlerinde benim üzerime gelme. Ben de tarihi Türkiye ziyaretinde senin elini güçlendireyim! Sen benim günahlarımı sil, ben senin!’’ Al gülüm, ver gülüm! Papa ile Zapatero böyle bir centilmen anlaşması yapmış olabilir mi? ‘‘Medeniyetler İttifakı’’ denen şey bu mu? Her halükârda, ‘‘Vatikan’ın kara listeye aldığı Zapatero’nun’’ birden inançlı bir Papa müttefikine dönüşmesi ilginç. Şimdiye dek Papa’yı böylesine güçlü ifadelerle bir Hıristiyan Demokrat Merkel savundu, bir de Zapatero... VATİKAN DİPLOMASİSİ ATAKTA İspanyol Başbakanı’nın ‘‘Kasım çıkarması’’ gerçekleşirse, bu esrarı çözeriz. Şu aşamada bilinen bir şey varsa; o da ‘‘Vatikan diplomasisinin’’ tam gaz atağa geçtiğidir. Vatikan diplomasisi ‘‘ilahiyat profesörlüğü’’ ile ‘‘Papalık’’ farkını ayırt edemeyen ve akademik bir ortamda yaptığı konuşmanın kaldırdığı toz dumana şaşan Ratzinger’in paçasını topluyor ve 2 bin yıllık geçmişine dayanan tüm araçları devreye sokuyor. ARAÇSALLAŞTIRILAN ‘İTTİFAK’(!) Ortamın yumuşamasında fayda var tabii. Ama konu bu değil. Şimdiye dek yalnız bir medyatik slogan olarak kullanılan ve içeriği muğlak kalan ‘‘Medeniyetlar İttifakı’’nın bu doğrultuda araçsallaştırılması; projeye bizim anladığımız anlamda hizmet etmiyor. Birinci nokta bu. İkinci nokta, Zapatero’nun gösterdiği başdöndürücü dönüşümün mahiyeti. İktidara geldiğinden bu yana ülkesinde ‘‘laisizmin sözcülüğüne’’ soyunan, bu uğurda Vatikan’a bayrak açmaktan çekinmeyen Zapatero, birden ‘‘Papa sözcüsü’’ kesildi. Öyle böyle değil. Hafta içinde parlamentoda yaptığı bir konuşmada, ‘‘Papa’ya tam destek verdiğini’’ söyleyen İspanya Başbakanı, ‘‘Papa, ne demek istediğini sarih bir biçimde anlatmıştı. Bu nedenle kendisini anlıyor ve sonuna dek destekliyorum!’’ dedi. Papazların sokaklara dökülmesi pahasına zorunlu din derslerine savaş açan ve eşcinsel evlilikleri yasallaştıran adam bu olabilir mi? Regensburg konuşmasında XVI. Benedictus yalnız İslam uygarlığını hedef almakla kalmadı; Darwinizmden başlayarak laik Avrupa düşüncesine de damardan saldırdı. Ne oldu da Zapatero böylesine hızlı bir U dönüş yaptı? Vatikan’la Zapatero arasında kapalı kapılar ardında şöyle bir zımni anlaşma olmuş olabilir mi: ‘‘Sen İspan Regensburg bir milat. Bu miladın ardından, deneyimli iki kardinal ‘‘Başbakan’’ Tarciso Bertone ile ‘‘Dışişleri Bakanı’’ Dominique Mamberti işbaşına getirildi. Reel politikanın tüm inceliklerine vâkıf olan bu iki Kardinal, derhal dünyanın dört bir yanındaki Vatikan büyükelçilikleri aracılığıyla ‘‘Ratzinger’in fitillediği yeni dinler arası diyaloğa’’ start verdi. Bu ‘‘yeni diyalog’’; Papa II. Jean Paul’unkinden çok farklı. Regensburg konuşmasından da anlaşıldığı üzere Ratzinger’in ‘‘Köktencilerin diyaloğuna’’ bir itirazı yok. Yeni Papa; ‘‘Hıristiyan’’ ve ‘‘İslam’’ kimliğini bulandıran bir ‘‘evrensel değerler’’ ve ‘‘laiklik’’ tartışması istemiyor sadece. Herkes ‘‘yerini bilecek’’. ‘‘Üstün din’’ (aklın dini) Hıristiyanlık; kendi yağıyla kavrulduğu sürece ‘‘İslam’dan’’ diyaloğu esirgemeyecek. Ahmedinejad bu mesajı derhal kaptı mesela ve üstüne atladı. Dinci, dincinin halinden anlıyor! İslam dünyasından Papa’ya sahip çıkan ilk lider ‘‘Papa’ya saygımız tamdır. Kutsal Peder yanlış anlaşılmıştır’’ diyen Ahmedinejad oldu. Din üzerinden kurulan yeni ittifaklar, beklenmedik isimleri yan yana getiriyor. Bir yanda Zapatero, bir yanda Ahmedinejad. İkisi de Papa’yı destekliyor! ‘‘Medeniyetler İttifakı’’ şalı altında bu ikiliyi, şimdi Erdoğan tamamlayacak. AB üyeliği sonrasına Dış Haberler Servisi Avrupa Birliği (AB) içinde 12 bin kişi üzerinde yapılan bir kamuoyu yoklamasının sonuçları, Avrupalıların çoğunluğunun, Türkiye’nin 2020 yılında bile AB’ye üye olamayabileceğini düşündüğünü ortaya koydu. Alman Bertelsmann Vakfı tarafından 1 Ağustos 4 Eylül 2006 tarihleri arasında yapılan araştırmada, Avrupalıların yüzde 60’ının AB’nin 2020 yılına kadar 27 ülkeden daha büyük olacağına inandığı ortaya çıktı. Ancak ankete katılan AB vatandaşlarının, söz konusu ülke Türkiye olunca daha çekingen oldukları göze çarptı. Alman düşünce kuruluşu tarafından yapılan ankete katılanların sadece yüzde 37’si Türkiye’nin 2020 yılına kadar AB üyesi olacağına inandığını belirtti. Araştırmada, AB’ye yeni üye olan ülkelerin Türkiye’ye daha az güvendiği ortaya çıktı. Araştırmaya birliğin eski ülkelerinden katılanların yüzde 44’ü Türkiye’nin bu tarihe kadar AB üyesi olacağına inanırken, yeni üye ülkelerin vatandaşlarında bu oran yüzde 20’de kaldı. Araştırma sonuçlarında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olabileceğine inananların oranı ise şu şekilde çıktı: Belçika: yüzde 50, Almanya: yüzde 47, Finlandiya: yüzde 49, Fransa: yüzde 35, İngiltere: yüzde 58, İtalya: yüzde 32, Litvanya: yüzde 17, Hollanda: yüzde 53, Avusturya: yüzde 34, Polonya: yüzde 17, Slovakya: yüzde 13, İspanya: yüzde 43, Macaristan: yüzde 32. Öte yandan Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Irene Han Türkiye’nin insan haklarını geliştirme çabalarında son zamanlarda gerileme olduğunu iddia ederek Avrupa Birliği’ni de Türkiye için açık standartlar getirmemekle suçladı. Han, ‘‘Kanımca bu mesele, Avrupa’da siyasi bir oyun halini aldı. Bu sadece Türkiye’nin AB’nin bir parçası olup olmaması meselesi değil. Bu daha ziyade, insan hakları sicili belirsiz ve güvenlikle ilgili sorunları olan bir komşuyu Avrupa’nın yan tarafında bulundurma tutumu. Bu çok tehlikeli olabilir’’ diye konuştu.