Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 PANO C 7 NİSAN 2006 CUMA ‘FİKRİYE VE LATİFE’ ADLI OYUNLA GÜNDEME GELEN SANATÇI DİLRUBA SAATÇİ: DENİZ KAVUKÇUOĞLU Kürt Sorunu ‘Mustafa Kemal’i sevdim’ ÖMER AKTAŞ LONDRA GÜNLÜĞÜ MUSTAFA K. ERDEMOL D oğu ve Güneydoğu’daki toplumsal sorunları Türkiye kamuoyuna duyurmak amacıyla düzenlenen ‘‘Doğu Mitingleri’’ 1960’ların ikinci yarısında sosyalist solun en çok ses getiren eylemleri arasındaydı. Gerçekten de ülkenin diğer bölgelerinde farklı koşullarda yaşayan birçok insan, Doğu ve Güneydoğu’daki yurttaşlarının sorunları üzerine düşünmeye, bu mitinglerle birlikte kafa yormaya başladı. Ne var ki bu sorunları dillendirmek, hele yazıya dökmek o dönemin yasal koşulları nedeniyle hiç de kolay değildi. Birçok aydın bunun bedelini cezaevlerinde yatarak ödedi. Sorunlar ancak belli sınırlar içinde ve ‘‘Kürt’’ sözcüğü telaffuz edilmeden tartışılabiliyordu. ETNİK KİMLİK VE AZINLIK YOKTU Devletin görüşüne göre Türkiye’de ‘‘Kürt’’ diye Türklerden farklı bir halk topluluğu, bir etnik kimlik, bir azınlık yoktu. 12 Eylül 1980 darbesinin lideri ve darbe sonrasının devlet başkanı Kenan Evren’e göre ‘‘Kürt’’ sözcüğü, karda yürürken çıkan ‘‘kart, kurt’’ sözcüklerinden türemişti. Şimdi çoğumuza ‘‘gülünç’’ gelen bu yorumu o zamanlar paylaşan, savunan ‘‘bilim adamları’’ bile vardı. Evren’in ‘‘kart kurt kuramı’’ndan günümüze kadar çeyrek yüzyıl, Doğu mitinglerinin üzerinden de kırk yıl geçti ve biz gele gele, ‘‘Acaba bu sorunun adı ‘Kürt sorunu’ mudur, yoksa ‘terör sorunu’ mudur’’ noktasına gelebildik. ??? Anadolu’daki ilk Kürt ayaklanması olan Babanzadeler İsyanı’nın tarihi 1806’dır. Bunu izleyen irili ufaklı isyanlara bir göz atalım: 18331837 Mir Muhammed (Soran) İsyanı, 1843 Bedir Han İsyanı, 1855 Yazhan Şer İsyanı, 18781881 Şeyh Ubeydullah Nehri İsyanı, 19191922 Simko (İsmail Ağa) İsyanı, 11 Mayıs 1919 Ali Batı İsyanı, 21 Mayıs 1919 Mahmut Berzenci İsyanı, 6 Mart 1921 Koçgiri İsyanı, 4 Eylül 1924 Beytüşşebab İsyanı, 13 Şubat 1925 Şeyh Sait İsyanı, 10 Haziran 1925 Nehri İsyanı, 7 Ağustos 1925 ReşkotanRaman İsyanı, Kasım 1925 1. Sason İsyanı, 16 Mayıs 1926 1. Ağrı İsyanı, 21 Ocak 1926 Hazro İsyanı, 7 Ekim 1926 Koçuşağı İsyanı, 26 Mayıs 1927 Mutki İsyanı, 13 Eylül 1927 2. Ağrı İsyanı, 7 Ekim 1927 Bıcar İsyanı, 6 Temmuz 1929 İt Resul İsyanı, 20 Eylül 1929 Tendürek İsyanı, 26 Mayıs 1930 Savur İsyanı, 20 Haziran 1930 Zilan İsyanı, 21 Temmuz 1930 Oramar İsyanı, 7 Eylül 1930 3. Ağrı İsyanı, 24 Ekim 1930 Pülümür İsyanı, Eylül 1930 2. Mahmut Berzenci İsyanı, Kasım 1931 Şeyh Ahmed Barzani İsyanı, Ocak 1937 2. Sason İsyanı ve 21 Mart 1937 Dersim İsyanı. On binlerce insanın canına mal olan bu isyan ve kalkışmalar 200 yıldır süregelen bir ‘‘sorun’’un, bizi rahatlatıyor da olsa ‘‘terör sorunu’’ olarak hafifsenemeyeceğini göstermektedir. Adı doğru konmayan bir sorunun çözümü de kolay değildir, hatta olanaksızdır. ??? Bugün yaşananlar dün yaşanmış olanların devamıdır. Bugünkü ile geçmiştekilerin arasındaki fark ise geçmiştekilerin ‘‘feodal’’, günümüzdekinin de ‘‘milliyetçi’’ karakter taşımasıdır. Sözgelimi, 1937 Dersim İsyanı’nda isyancıların ayrı bir devlet kurmak ya da siyasi/idari otonomi elde etmek gibi bir talepleri yoktur, her şeyden önce böyle bir talep Dersim’in coğrafi konumu nedeniyle akıl dışıdır. Oysa bugün geldiği noktada yönlendirdiği eylemler, kendisine itaat ettikleri açıkça belli olan legal güçler tarafından dile getirilenler, Kuzey Irak’ta, ABD desteğinde de facto kurulan Kürt devletine bakıp iştahı kabaran PKK milliyetçiliğinin temel taleplerinin ‘‘bağımsızlık’’, en azından ‘‘konfederasyon’’ doğrultusunda geliştiğini göstermektedir. MİLLİYETÇİLİKLER ARASINDAKİ ÇATIŞMALAR Bu nokta aynı zamanda yurtsever sosyalist solun Kürt milliyetçiliği ile ayrılma noktasıdır. Milliyetçilik acımasızdır. Milliyetçilikler arasındaki çatışmalar ise tarihte birçok örneği görüldüğü gibi toplumda kapanması çok zor olan kanlı yaralar açar. Oral Çalışlar arkadaşımızın dünkü yazısındaki önerilerine katılıyorum. Sorunun adı doğru konmalı, Kürt kökenli ‘‘makul çoğunluğun’’ kabaran milliyetçi rüzgârlara kapılmadıklarından, çatışmayı değil barışı yeğlediklerinden hareketle soğukkanlı davranılmalı, sorunun çözümü yönünde somut adımlar atılmalıdır. dkavukcuoglu@superonline.com B Dilruba Saatçi: Her Türk kadınının karakterinde biraz Latife Hanım veya biraz da Fikriye Hanım yaşıyor. Ben ikisini de seviyorum. ERLİN Uzun süre üzerinde çalıştığı ve Türkiye’de de sergilemeye başladığı ‘‘Fikriye ve Latife’’ adlı oyunuyla ilgileri üzerinde toplamayı başaran genç tiyatro sanatçımız Dilruba Saatçi, Türkçe ile kurduğu yoğun ilişkinin sanatsal yaratıcılığının önünü açtığını söyledi. Gerçekten de bu oyunun ortaya çıkış öyküsü, yurtdışında yaşamak zorunda bırakılan bir genç kızın kendini tanıma Gabalarıyla yakından bağlantılı. Avrupa sahnelerinde başrollerde seyirci karşısına çıkmış ve kendi yazdığı oyunları sergilenmiş olan Dilruba Saatçi, tiyatro eğitimini Berlin ve Viyana’da aldı. Ancak, Avrupa’da tiyatro kariyerine devam etme yolu açıkken, yazdığı bu oyun ile birlikte Türkiye’ye dönme kararı verdi. Dilruba Saatçi, bir göçmen olarak Avrupa’da yaşadıklarıyla birlikte ‘‘Fikriye ve Latife’’ üzerine sorularımızı yanıtladı. 20 yıldır Avrupa’da yaşıyorsunuz. Kendinizi, istikrarlı bir tiyatro sanatçısı olarak kabul ettirdiğiniz gözleniyor. Bir tek oyun, nasıl onca başarılı yıldan sonra Türkiye’ye dönme kararı aldırabildi yazarına? SAATÇİ Oyunu kaleme alırken Fikriye Hanım, Latife Hanım ve Mustafa Kemal üçlüsüyle aramda dile getirmekte zorlandığım bir bağlantı hissettim. Bu benim yaşamımla, stilimle, ailemle ve yaşadığım aşklarla çok ilgili olan bir şey. Daha önce konsolosluğun himayesi altında ‘‘Kırmızı Ayakkabılar’’ diye bir oyun sahnelemiştim. Orada olduğu gibi kendimi kendimle bütünleştirebildiğim oyunları oynayabilirim zaten ben. Bazı çok iyi sanatçılar var, rolleri kendileriyle bütünleşmese bile oynayabiliyorlar. Ben onlardan biri değilim, bunu ben biliyorum. Kendimi anatomik bir şekilde ikiye bölsem; bir tarafım yaşanmışlıklarıyla Fikriye Hanım, bir tarafım yaşanmışlıklarıyla Latife Hanım. Ama bire bir. Beni 20 yıldır çok iyi tanıyan insanların bu iki hanımın fotoğraflarını gördüklerinde tüylerinin ürperişleri hâlâ gözümün önündedir. Size kendi hayatımla ilgili, ancak masallarda rastlayabileceğiniz bir şeyden söz etmek istiyorum. Bu arayış 1999 yılında başladı. Oyuncu olmak isteyen herkesin orada sahneye çıkmak istediği Bad Herzfelder Festspiel’de Evita’da oynuyorduk. O yıl kendimi sahne üzerinde rahat hissetmediğim bir gün çalışmaya ara vermiş, şehirde gezintiye çıkmıştık. Küçük bir şehir olan Bad Herzfeld’de bir alışveriş merkezine girdik. Bir dükkanın önünde film ve müzik CD’leri indirimde idi. İçlerinde bir Türkçe CD buldum. Tarkan’ın bir CD’si idi. O güne kadar konuşacak kadar dahi Türkçem yoktu. 10 yaşında İstanbul’dan Almanya’ya getirildim. İlkokul ve orta öğrenimimden sonra üniversiteye de Almanya’da başladım. Doğu Berlin’den herkesin korktuğu yıllarda, ben ailemden ayrılarak oradaki bir eve yerleştim. Bir yandan da dans ve tiyatro kursları alıyordum. Üniversite yıllarında aradığımı bulamadığım için radikal bir karar vererek Viyana’ya gittim. Burada ‘‘Müzik ve Oyunculuk Yüksek Okulu’’na sınavla girdim. Viyana’daki çevremde hiç Türk yoktu ve evden ayrıldıktan sonra geçirdiğim yaklaşık 15 yılda Türkçemi unutmaya yüz tutmuştum. Aynı yıl aklımda kökenimle ilgili sorular oluşmaya başlamıştı ve 2000 yılında Türkçe öğrenmeye karar verdim. Kökenimi ve dolayısıyla kendimi tanımıyordum. Türklüğün bana bir şey veremeyeceğine inandırılmıştım ve sırtımı çevirmiştim. Neden sırtımı çevirdiğimi merak etmeye başlamıştım. Çünkü büyüyemiyordum. Tohumumu reddettiğim için gelişemiyordum. Sakindim, iyi, güzel oynuyordum ama, tam istediğim gibi olmuyordu. Bir engel vardı. ‘‘Fikriye ve Latife’’yi kaleme alma süreciniz nasıl gerçekleşti? SAATÇİ O zamana kadar hiçbir kütüphanede Türk kitapları bölümüne de girmemiştim ve bir gün buna da karar verdim. Adı hayli ilgimi çeken bir kitaba rastladım; ‘‘Mustafa Kemal’le Bir Gül’’. Kitabın üzerinde bir gül resmi vardı, özel hayatına ilişkin olduğu izlenimi veriyordu. O zamana kadar Mustafa Kemal’in hayatı ve yaptıkları ile ilgili pek bilgi sahibi değildim. Babam, koyu bir Mustafa Kemal hayranıydı ve dopdoluydu. Bu bende Mustafa Kemal’e karşı merak uyandıracak bir şey bırakmamıştı küçüklüğümde. Mustafa Kemal deyince göz yaşları geliyordu aklıma. Onun erişilemeyecek bir işi başardığını ve bir dahi olduğunu duymak küçüklüğümde beni ondan uzaklaştırıyordu. Bende ‘‘hiçbir işe başlamayayım daha iyi’’ duygusu oluşturuyordu. Bu yüzden özel hayatı ile ilgili ve resimli bir kitap dikkatimi çekmişti. Sayfalarını karıştırırken Latife Hanım’ın yazı yazarken, o zamana ait saç şekli ile bir resmini gördüm. Benim Berlin Konsolosluğu için oyun hazırlarken çektirdiğim bir resmin aynısıydı. Aynı hüzün, aynı sima, aynı duruş. ‘‘Bu, benim’’ dedim içimden ve bir Türk kadınında kendimi bulabildiğim için çok mutlu oldum ve kitabı aldım. Raflara bakınırken bir kitap ismi daha ilgimi çekti; ‘‘Gazi ile Fikriye’’. Sayfaların arasında Fikriye Hanım’a ait bir resmi görünce şaşkınlığım devam etti; Fikriye Hanım, hüzünlü ve umutsuz haliyle, benim bir zamanlar Viyana’da çektirdiğim ‘‘öldüm, öleceğim’’ motifli bir resmimdeki duruşumu hatırlattı bana. Onda da kendimi bulmuştum. Hemen eve koşup kitaplara daldım. Her sayfasında iç çekip ‘‘Eyvah benim gibi yapmış’’, ‘‘Benim gibi konuşmuş’’, ‘‘Eyvah, kölelik. Bu da ben’’ . ‘‘Hatalarım ve kuvvetli olan taraflarım ile ben bir Türk kadınıymışım’’, dedim. Mutluluğum doruklara çıktı. Orada ‘‘Bu dünyada bu iki kadının hayatını sahnede canlandıracak bir oyuncu varsa o da ben olmalıyım’’ deyip eser üzerinde düşünmeye başladım. Bir gün rüyamda Atatürk’ü gördüm. Bana, ‘‘Git anlat. Aynı hatayı yapmasınlar. Bilsinler. Kim ne çıkarmak istiyorsa çıkarsın ama bu önemli’’ dercesine cesaret verdi ve sarıldı. Bu işi yapmalıydım artık. Hiçbir korkum kalmamıştı, o yanımdaydı, destekliyordu beni. Oyunun övgü alan bir unsuru da müzikleri... SAATÇİ Oyunu müziksiz yapmam konusundaki ısrarlara, ‘‘Benim bildiğim bir şey var’’ diye göğüs gerdim. Hiçbir oyunu müziksiz yazmadım. Babamdan geçen güzel bir özelliktir bu. Müziksiz çalışamam zaten. Doğum günümdü, eski prodüktörüm beni bir konsere davet etti. Hasan Yükselir’in ‘‘Nâzım Şarkıları’’ albümünün danslı konseriydi. Müzikler çok güzeldi ama Hasan Yükselir’in bende uyandırdığı ilk intibası sert birisi olduğu yönündeydi ve sahnedeki mağrur duruşu aynı babamın sahne duruşunu andırıyordu. Hasan Yükselir’de babamı görür gibi oldum. Babamda da Atatürk’ü görür gibi oluyordum. İlk fırsatta kendisi ile tanıştım. Güzel bir dostluğumuz oluştu. İkimiz de Berlin’de yaşadığımızdan sık görüşüyorduk. Tanışmamızdan yaklaşık iki sene sonra hâlâ ‘‘sizli bizli’’ konuşuyorduk. Beni o zamana kadar hiç sahnede görmemesine karşın bir gün bana, ‘‘Dilruba, sen bir oyun yaz, ben de müziklerini yapayım. Birlikte bir eser çıkaralım’’ demişti. Oyunu yazarken Yükselir’in Nâzım Hikmet’in aşklarını konu alan ‘‘Sevda ateşten gömlek’’ albümünü iki yüz kere dinlemişimdir. Kendisine eseri gönderip müziklerini yapmasını rica ettiğimde, şu notu gönderdi: ‘‘Sevgili Dilruba, eserini beğeni ile okudum. Önceki eserlerin kadar sana yakışan bir iş çıkarmışsın. Eline sağlık. Eseri okuyup o üçlü ile iç içe girince Firkriye Hanım’ın draması beni çarptı. O kadar mazlum. O kadın intiharı seçmiş. Benim de hayatımda intihar eden birisi olduğu için duygularım yoğunlaştı. Bununla birlikte Latife Hanım’a gerek Mustafa Kemal’e çektirdikleri yüzünden, gerek siyah giyen, kapalı bir kadın imajı ve iktidar düşkünlüğünden dolayı bir tepkim var. Bu yüzden beni mazur gör.’’ Ama benim için oyunun müziklerinin Hasan Yükselir’in kaleminden çıkması çok önemliydi ve bu konudaki yoğun ısrarlarıma bir süre sonra karşı koyamadı. Bir rüyam gerçek oluyordu. Müzik baştan aşağı tam anlatmak istediğim duygularla örülüydü. Malı taşımak kolay, beyanı zor O smanlı sadrazamları arasında halka en yakın olanı Talat Paşa’dır derler. Bu yakınlık, ne oldum delisi olmadan, halkınınkine benzer yaşantısını sürdürme konusundaki ısrarından gelir. Küçük bir posta memurluğundan koca imparatorluğun başbakanlığına geldiğinde, onu Nişantaşı’ndaki sadrazam konağında değil, Ayasofya semtindeki mütevazı evinde oturur buldu halk. Ülkeyi terk etmek zorunda kaldığında yakınlarına gönderdiği bir mektubunda borcu olan kişilere ödenmek üzere bir miktar para yollayabildi. Eşine, geçimini sağlayacak kadar bile olsun bile gönderemediği paradır bu. Koca bir imparatorluğu yıkan üç paşadan biridir diye çok yazılıp çizilmiştir hakkında ama, devletin en tepe noktasına gelmiş bu ‘‘sivil’’ paşa için kimse ‘‘başbakan olunca malı mülkü çoğalmıştır’’ diyememiştir. Tarih, bu halk çocuğundan hesap sorarken, ona asla, ‘‘mal beyanında bulunmadı’’ türünden bir suçlama da yöneltmemiştir. Kimi istisnalar dışında, devlet kapısını ikbal kapısı olarak görmeyen eski zaman adamları bunlar. Gerek kendisine gerekse temsil ettiği zihniyete en ufak bir sempati bile duymadığım Celal Bayar’ın da, paraca sıkıştığı bir dönemde, karısının bileziklerini satarak bir süre geçindiğini anlatırlar. Başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonraki yaşamına ait zor bir döneminde olmuştur bu. Kendi adına yola çıktığını sandığı kurnaz politikacının eline tutuşturduğu pankartı, üzerinde yazılanın ne anlama geldiğini bilmeden taşıyan gariban köylüye, yıllar öncesinin gazete haberlerinde rastladım ben. Ortaokul öğrencisiyken eve gelen tüm gazeteleri okumadan sokağa bile çıkmayan yazılı kağıt düşkünü bir yeni yetme olarak keşfim önemliydi benim açımdan. Bir haberde ‘‘trajik’’ olanı değil de gülünç olanı fark edebilmek gibi bir özelliğim varsa bugün, o zamanlardan kalmadır bu. Demirel’in Adalet Partisi’nin düzenlediği bir mitingde bir sürü pankart içinden birini seçmiş gazeteci, fotoğraflamak için. KANUNLAR KONUŞULUYOR AMA... O sıralar da bugün olduğu gibi bir ‘‘Nereden Buldun Yasası’’ ya da ‘‘Mal Beyanı Yasası’’ gibi konular konuşulmakta. Her iki yasaya Demirel’in AP’si muhalefet etmekte tabii. Pankartlardan bunlarla ilgili olanını, yani ‘‘Mal Beyanına Hayır!’’lısını taşıyan da üstü başı dökülmüş, toprak emekçisi gariban bir köylü yurttaş. Yanımda kendi gazetesine dalmış babamın bana dönerek, ‘‘Aferin oğlum. Hep böyle anlatılanın dışında görmeye çalış bazı şeyleri’’ deyişi, ‘‘Bu adamın ne malı var ki, beyanını istemiyorum diyor baba?’’ diye sormamdan sonradır. Üstü başı olmayan, paranın yanından bile geçmemiş, kaybetmesi için önce kazanması gereken bir şeyleri olduğunu fark edememiş memleket yoksulunun eline, mal bildirimine karşı slogan yazılı pankart tutturma becerisi bizim politikacıların gerçekleştirebileceği bir mucizeydi. Yatağının altına koyduğu altınların bir kaç yıl sonra iki katına çıktığını söyleyen politikacıya inanan saftirik seçmen açısından ise birçok ülke birbirine benzer. ABD’de senato üyeliğine adaylığını koyan bir politikacının seçim gezileri sırasında halkla konuşurken ayak ayak üstüne attığında, ayakkabısındaki deliği seçmene, sanki farkında değilmiş gibi göstermesinin sonucu, seçime katılan diğer adaylardan çok daha fazla oy alarak senatoya girmek oldu. Adamın, aday olmak için bile dünya kadar para harcaması gerektiğine, dolayısıyla bu paraya da sahip olduğuna aklı kesmeyen Amerikan seçmeni, kurnaz politikacının ayakkabısının altındaki deliği bir ‘‘mal beyanı’’ gibi anlamış çok belli ki. TÜRKİYE BELGESELİ ‘UZAKTAN’ ALMANYA’DA VİZYONA GİRDİ ‘Uzaktan’ Türkiye’ye bakmak MARTINA PRIESSNER / TUNCAY KULAOĞLU BERLİN Thomas Arslan’ın Uluslararası Berlin Film Festivali’nde ilk kez seyirciyle buluşan Türkiye belgeseli ‘‘Aus der Ferne’’ (Uzaktan) Almanya’da vizyona girdi. 2005 yılı yazında İstanbul’dan yola çıkarak, Ankara, Gaziantep, Diyarbakır ve Van üzerinden Doğubeyazıt’a kadar giden ve altı bin kilometrelik yolculuğunu tekrar İstanbul’da noktalayan yönetmenin ilk uzun metrajlı belgeseli, kişisel bir yolculuk filmi. 20 yıl aradan sonra ilk kez gittiği Türkiye’nin gündelik yaşamına ‘‘dışarıdan’’ bakan Arslan, son derece minimalist yaklaşımıyla, televizyonları ve yer yer beyazperdeyi de işgal eden klişe Türkiye görüntülerinin ötesinde minimalist bir tablo çiziyor. Alışılmış belgeselröportaj tekniğini bilinçli olarak kullanmadığını söyleyen yönetmen, 90 dakika boyunca son derece tasarruflu bir şekilde serpiştirdiği kendi sesinden yorumlarla sadece en gerekli, belki de görüntülerin seyirciye birebir veremeyeceği bilgileri sunuyor. ‘‘Uzaktan’’ sadece bu açıdan değil, durgun görüntü dili ve ayrıntıları büyük bir titizlikle işleyen mizanseni ile de seyircinin kendisini yönetmenin yerine koymasını sağlıyor. Diğer bir deyimle belgesel, yönetmenin bakış açısıyla seyircinin bu bakışa yönelik içsel yorumunu harmanlıyor. Genel ruhunu görüntülerle yakalamanın mümkün olmadığı bir ülkenin gündelik yaşamına ait resimler yönetmenin araya koyduğu bilinçli mesafeyle son derece kişisel bir anlam kazanıyor. Tanımadığı bir ülkeye ve onun insanlarına bakan bir yabancının filmi olarak da adlandırabilir ‘‘Uzaktan’’. Belgeselin en dikkat çekici yanlarından biri kuşkusuz Türkiye’yi bildik klişelerin, tarihi ve turistik görüntülerin ötesinde göstermesi. ‘‘Sinema yapmak, benim için bir fikri beyazperdeye aktarmaktan çok ayrıntıları en doğru biçimde yakalamaktır’’ diyen Thomas Arslan’ın belgeseli, yönetmenin uzun metrajlı filmleriyle de (‘‘Geschwister’’, ‘‘Dealer’’, ‘‘Ein schöner Tag’’) estetik açıdan birçok ortak noktaya sahip. Kameranın her koşulda ‘‘gözlemci’’ olduğunu bilen Arslan, görüntülerine kişisel bir yorum katarken, kurgusunu, ışığını, yakaladığı atmosferi büyük bir titizlikle şekillendiriyor. Öyle ki, İstanbul Balat’ta evlerinin önünde bulmaca çözen genç kızların konuşmaları salt sıradan bir görüntünün ötesinde Türkiye’ye ait duygusal bir dünyayı anlatabiliyor. Uzun planlarla insanları günlük işlerinde, çocukları oynarken gösteren Arslan, Anıtkabir ziyaretçileri ya da Diyarbakır’dan sonra başlayan askeri kontrol noktaları gibi üst anlama sahip sembolleri de büyük bir ustalıkla bir ülkenin gerçekliğinin ‘‘sıradan’’ bir parçası olarak anlatabiliyor. Ancak Thomas Arslan’ın asıl başarısı, kuşkusuz kamera karşısındaki insanlara hiçbir zaman yaklaşmaması. Mahremiyetlerini koruyabilen ‘‘görüntüler’’, kameranın çok yakında olduğu anlarda bile yönetmenin mesafeli duruşunu açık şekilde gözler önüne seriyor. İnsanın bazen bir parkta oturup yanı başında tanımadığı birisini, onun iç dünyasına müdahale etmeden izlediği anlar söz konusu. Hem yakın hem de uzak olunan anlar bunlar. Röportaj tekniğini kullanmayan Arslan, sadece ilkokula gittiği Ankara’da yaşayan halasını kamera karşısına geçirdiği anda bir istisna oluşturuyor. Ancak aile geçmişinin dile getirildiği bu bölüm dahi yönetmenin mesafeli duruşunu gösteriyor ki, son derece kişisel olan bir filmde böylesi bir atmosferi oluşturmak kolay değil kuşkusuz. ‘‘Uzaktan’’, belli klişelere savrulmadan tasviri olanaksız gibi gözüken Türkiye’nin gündelik yaşamını yönetmenin gözünden olanca çıplaklığıyla, son derece nesnel ama bir o kadar da öznel anlatan bir belgesel. ‘‘Uzaktan’’, seyirciye kameranın arkasında durduğu hissini veren, ama yönetmenin yakaladığı her anı yine de kendi beyniyle yorumlamasına fırsat tanıyan, çok iyi tanıdığını sandığı mekanları, coğrafyaları ve insanları farklı bir gözle görmeye iten sessiz ve derin bir film. AZİZ NESİN’LE AYNI SOFRADA Aziz Nesin’le aynı sofrada bulunmak gibi bir şansım oldu. Ondan duydum. Rize’de çayı geliştiren, tüm bölgeyi çay üretimiyle ihya eden kişinin (adını anımsamıyorum ne yazık ki) bağımsız aday olarak girdiği seçimlerde kendi eşi dahil kimseden tek bir oy alamadığı ortaya çıkmış. Bölgeyi refaha boğmuş ama kendisi pek de öyle para babası adam haline gelememiş bu zatın, ‘‘Bu adam fakir. Hayrı olsaydı kendine olurdu’’ diyerek oydan mahrum bırakıldığını söylerlermiş. Yani seçmenin ‘‘mal beyanı’’ yoklaması herkesin anladığından biraz farklı. Parasını bankerlere kaptıran biriyle konuşmuş bir gazeteci ve ‘‘Nasıl inandın?’’ diye sormuş. Aldığı cevap şu, ki ömrüm boyunca unutmama olanak yok: ‘‘Valla ne bileyim. Ofisi çok zengin görünüyordu. Bunları satsa benim paralarımı öder diye düşündüm.’’ Bankere para yatıran tek kişinin kendi olduğuna inanan bu adam aynı zamanda bir seçmendir, anımsatırım. Bu nedenlerden ötürü Recep T. Erdoğan’ın mal beyanından niye kaçındığını anlamış değilim. ‘‘Politikaya girdikten sonra şu kadar malım oldu ‘’ dese, oyları düşecek mi sanıyor? Ayakkabının altındaki delikten ‘‘mal beyanı’’ mesajı alan seçmen, başbakanken ‘‘maaşım yetmiyor’’ diyerek Cola Turca bayiliğini meşrulaştıran Erdoğan’a mı hoşgörü göstermeyecek? ‘‘Mal beyanına hayır’’ diyen 70’li yılların o gariban köylüsünün çok sayıda torunu varmış diyorlar. Toprak bu. Üretiyor.