Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
14 NİSAN 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z ESİNTİLER Enis BATUR C Barbie... ‘Namus’... Ahlak... FATURAYI KADINLARA ÇIKARMAK 15 Sokağın içinde ve ötesinde MELO(DRAM) eysoylu ailelerin çocukları arasından hemen her zaman bir isyankâr çıkar. Bu, çekik, yırtıcı gözlü, ikinci sınıf (!) sinema oyuncusu da kendi ailesinin isyankârıydı muhakkak. Bohem hayatı seçmişti. Gözü kara çıkmış; yaşamın ‘bozuk para’ gibi harcanabileceğini kanıtlayan insanlar arasına katılmış, karışmıştı. Kim bilir hangi içsel acılar, hangi yetinmezlikler, reddedişler, beysoylu bir ailenin gün görmüş kızını, Yeşilçam’ın yoksul mahallesine itmişti. Orada ne arıyordu? Bu süreç, bu, çok önemli yaşam kesiti bilinmez olarak kalacak. Çünkü pek çok benzeri, özdeşi gibi, Diclehan Baban da, duyuşları, fırtınaları açısından deşilmeyecekti. Selim İleri ha fazla etkileniyor olmanın bir açıklaması, büyük olasılıkla, dokümanten bakışa yakın ve yatkın durmam: Bana bir hayat sunun, onun dramından sarsılmaya hazırım. Diclehan Baban portresine dalıp çıktığım günlerdeydi, bir sabah, geceden artan bir düşle kalktım yataktan, gerisini yazı masama oturduğumda tamamladım: Ertuğrul Kürkçü’ye, karşıma oturtup, en küçük ayrıntıları su yüzüne çıkartabilecek bir sürü soru eşliğinde, Kızıldere’deki son geceyi anlattırmak. Sonra da, dinlediklerimden hareketle, tek bir özel isim kullanmadan (belki başharflere sığınarak), “olay”ı boşlukta yeniden kurmaya girişmek: The Way They Died. Dram’dan Tragedya’ya bir adım. Dram’la Melodram arası da öyle. Yunan tragedyasında “durum”larla “kahraman”lar biribirilerine eklemlenir: Seçimler, kararlar, kazalar aracılığıyla. Bizi modern kılan, belki de, Hayat’a Medea’nın çocukları ya da Oidipus’un babası açısından bakmayı da akıl etmiş olmamızdır. ŞAİR ÖNCE Otuz beş yıldır şiir okuyor, yazıyor, şiir üzerinde düşünüyor, düşünmüş olanların yazdıklarını gözden geçiriyorum. Bu süre içinde, her yıl değilse bile iki yılda bir, bir dergide değilse ötekisinde, “Günümüz Şiiri” hakkında dosyalarla, soruşturmalarla karşılaştım hep, bu çabaların, girişimlerin tam neye yaradığını anlayamadım. Öyle sanıyorum ki, on yıllık sürelerle şiir arenası kalabalıklaşıyor, yeni bir “kuşak” yetişiyor, bu sıkışıklıkta kendisine yer bulamamaktan, en azından gönüllerince bir yer bulamamaktan endişe duyanlar “değerlendirme”ye girişiyorlar. Bir önceki, iki üç önceki kuşaktan şairlerin arasından hâlâ endişelerini yitirmemiş olanlar da aynı süreci paylaşıyorlar. Bir itişkakış ortamı doğuyor bir süreliğine: Hakkını vererek, çarpıtarak, çevre ilişkilerini kollayarak, kükreyerek, gül dağıtarak, büyüklerle ya da küçüklerle iyi geçinmeye özen göstererek sayfalar dolduruluyor. Bu değerlendirmelerle, soruşturmalarla loncaya kayıtlı şairlerle birkaç eleştirmen dışında kimsenin ilgilendiğini bugüne dek görmedim. Tamı tamına on beş yıl önceydi, Mekke’deki bir hacı topluluğu belirsiz nedenlerle paniğe kapılarak bir tünelin içinde ölmüştü. Tünelden bir an önce çıkabilmek uğruna biribirilerini ezmeleri, çiğnemeleri boğularak ölmelerine yol açmıştı. Olayın beni etkileyen boyutlarından birisi de, bunca inanmış, hacca gidecek ölçüde dinine bağlı insanların dünyevî bir durum karşısında dışavurdukları tavırdan kaynaklanıyordu. Şairlerimizin durumu bana bu olayı düşündürüyor. Bana öyle geliyor ki, şair önce iyi şiirler yazmaya bakmalı. Sonra, iyi şiirlerle inşa edeceği iyi kitaplar kurmaya. En sonra da, kitaptan kitaba özgün, sahici, arayışı ve derinleşme çabasını göstereceği bir çizgi çekmeye. Bütün bunlar yetmeli şaire. Onu görmezlikten gelmeye, tasfiye etmeye, yüceltmeye, yanlış yere yerleştirmeye mi çalışıyorlar: Aldırmamalı, işine bakmalı. KILIÇ SATIŞI Gece vakti, Beşiktaş’taki büyük bir binanın önünde tezgâhını açmış, bir de ışıklandırma düzeni kurmuş. Ne satıyor? Samuray kılıçları. Bir girişimci, yeryüzü pazarına son yıllarda katıldığını gördüğü yeni ‘dekoratif’ unsurları Türkiye’ye getirme kararı almış besbelli: Kimi dükkânlarda ortaçağ şövalye zırhları, Excalibur ve Samuray kılıçları görüyordum epeydir. Anlaşılan, ithalat fazlası söz konusu, bazı parçalar şişmiş, elinde kalmış. Tezgâhçıları işe koşmuş, onlara ola ki iyi kâr payı bırakıyor. Beşiktaş’ta, ana cadde üzerinde, kılıçlarını dizmiş, müşteri bekliyor birisi. Yazın ortasında, gece geç saat, Beşiktaş’tan geçen alıcı adayı kim olabilir? Bir vakitler Shogun dizisinden etkilenmiş bir televizyon izleyicisi mi? Japon kültürüne, geleneklerine, samuraylara, bir kılıcı satın alıp duvarına asacak ölçüde ilgi duyacak müşterinin profili tamı tamına nedir? Türkiye, gitgide zor anlaşılır bir ülke kimliğine bürünür oldu. Evlerin içini merak ediyorum. Ne’lerle süslüyorlar acaba salonlarını, oturma odalarını? Laleli’deki, Kapalıçarşı’daki, Kadıköy ya da Nişantaşı sokaklarındaki vitrinleri, tezgâh mallarını gördükçe, bu dipsiz çeşitlilik karşısında afallıyorum. Sonra dönüp kendi evime bakıyorum: Neresi burası, neyin nesiyim ben, içinden çıkamıyorum. Eskiden, gazeteci sokağa çıkardı. Bazı soruların yanıtlarına ulaşılmasını sağlardı sokağa bakan göz. Şimdi uzakta bir mahallede, bir Plaza binasındaki köşelerinden sıradan kanatlar saçıyor, hiçbir şeyi aslında görmüyorlar. Bundandır, bir görüş alanı kapanıyor. İçinde yaşadığımız, aykırı da olsa parçası olduğumuz toplumda neler olduğunu anlayamıyoruz artık. ZEYNEP ORAL “b B arbie, bir oyuncağın adı. Kız çocuklarının elinden düşmeyen oyuncak bebeğin adı. Orijinali oldukça pahalı, taklitleri, ‘sahteleri’ daha ucuz, dünyanın her yerinde her ülkesinde satılan bu oyuncaktan, tıpkı benim gibi nefret edebilirsiniz... Kız çocuklarını prototip ‘‘bebek gibi kadın’’lığa özendiren; ince bel, uzun bacak, kalkık burun, ‘manken vücut’ şablonuna kilitleyen; asıl en önemlisi daha çok, daha çok, daha çok tüketime zorlayan bu oyuncağa kızabilirsiniz... Tüketime zorluyor, çünkü iş Barbie’ye sahip olmakla bitmiyor, ona sürekli giysi, aksesuvar, takı, derken spor kılık, gece elbisesi, iş elbisesi, hastabakıcı, prenses, dansöz kılıkları, yok efendim Barbie’ye yatak odası, mutfak, banyo, salon, sonra bu odalara mobilya vb. almanız gerekiyor, yani hiç bitmeyen bir tüketim... Çocuklarının, torunlarının Barbie tutkunu olmaması için ciddi çaba sarf eden pek çok kadın tanıyorum ama oyuncak sanayii ele geçirmiş köşe başlarını, küçük kız çocuklarını bundan uzak tutmak zor iş! KIZ ÇOCUKLARINA YÖNELİK BİR OYUNCAK! Neden size uzun uzun ‘‘Barbie’’yi anlatıyorum ki! İçinizde bilmeyeniniz yoktur! Ama önünde sonunda bu bir oyuncak! Çocuklara, kız çocuklarına yönelik bir oyuncak! Emniyet teşkilatımızın uyuşturucu ve fuhuşa yönelik bir operasyona ‘Barbie’ adını vermesi, ne dâhiyane, ne müthiş, ne yaratıcı bir buluş ya Rab! Okuyunca, görünce inanamadım! Acaba çocukları ilgilendirdiği için mi, yoksa ‘‘bebek gibi kadınlara’’, yaşı küçük, poposu küçük kadınlara, kızlara ilişkin olduğu için mi bu adı taktılar operasyonlarına!? Ama doğruya doğru, İstanbul Emniyet Müdürlüğü kadar anlı şanlı medyamızı da kutlamak gerek. Bu muhteşem işbirliğinde kadınların adlarıyla, görüntüleriyle afişe edilmeleri, ‘suçlu’ ilan edilmeleri, medyanın, TV kanallarının haber saatlerine göre operasyonu yönlendirmeleri, buna karşılık saygıdeğer erkeklerin adlarının, kimliklerinin, görüntülerinin sıkı sıkıya gizlenmesi, bütün bunlar tıkır tıkır işledi. Ölümcül hastaymış. Kanserden ‘eridiğini’ öğrenecektim. Sadece kırk altı yaşındaymış, öldüğünde. Kim bilir hangi ruh sarsıntıları? Hepi topu üç kez. Yüz yüze gelişimiz. Gümüş yaprakların kararmışlığı, bir romanımda uydurduğum kırık kâse. Neden unutamadım bu kadını? Şimdi hissediyor, biliyorum ki, yazmak istediğim insanlardan biri. Hissediyorum ki, yalnız öylesi insanlar ilgilendiriyor beni, boyuna onları yazmak istiyorum…” Bu üç noktayla bitiyordu Selim İleri’nin, Cumhuriyet’teki köşesinde, üst üste üç yazıda bütünlediği Diclehan Baban portresi. Selim İleri’nin dünyası, ‘kaybetmemek için pek çok veriye sahipken, kendisini kaybetmeye bırakmayı seçmiş’ insanlara geniş yer açar. Burada, ya da Cahide örneğinde olduğu gibi, onları birebir değilse bile gerçeklikleri içinden izlediğinde, büsbütün kurmacaya akıttığı hayatlara oranla da İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın, ‘‘Polisimiz kesinlikle namuslu kişileri afişe etmeyi sevmez’’ gibilerinden talihsiz açıklamasıyla o anlı şanlı medya hemfikirdi anlaşılan, sevdiklerini ve sevmediklerini ortaya döküverdiler. Benim anlamadığım, kadına karşı şiddeti lanetleyen, bu şiddeti geriletmek için çaba gösterdiklerini ilan eden gazetelerin, televizyon kanallarının da bu malzemeye dört elle sarılması. Bundan âlâ şiddet mi olur! Anlaşılan sansasyon söz konusu olduğunda huylu huyundan vazgeçmiyor! Farkındaysanız yaşamın her alanında namus ve ahlak bekçisi kesilenler, toplumun ahlak ve namusundan sorumlu olduklarına inananlar faturayı kadınlara çıkarmak için birbirleriyle yarış halindeler. Emniyet, medya, yargı, apartman yöneticisi, işyeri patronu, milletvekili, siyasetçi, idareci, yetkili kişi, aşiret reisi, çete reisi, fark etmiyor... Namus, ahlak dendi mi, daha en baştan ‘suçlu’ olan kadın! Demokrasiden, laik ilkelerden ne denli uzak olduğumuzu kavramak için bu bile yeterli değil mi! ??? Perihan Maden’e ‘‘halkı askerlikten soğuttuğu’’ gerekçesiyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca üç yıl hapis istemiyle dava açılmasını büyük bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Perihan Maden’in ‘‘Vicdani ret bir insan hakkıdır’’ başlıklı, davaya neden olan yazısını okumadım. Ancak sadece bu başlık bile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin savunduğu bir gerçeği söylüyor. Artık bir karar vermemiz gerek. İnsan haklarını kendimize göre mi ayarlayacağız, yoksa evrensel çağdaş kriterlere göre mi... www.zeyneporal.com faks: +90 0212 257 16 50 Kill Bill iyi bir film... ‘Necatigil Şiir Ödülü’ Taner’in Kültür Servisi 13 Aralık 1979 tarihinde yitirdiğimiz şair Behçet Necatigil anısına 1980 yılından bu yana verilen ‘Necatigil Şiir Ödülü’ne, bu yıl ‘Çevre Çitin Üzerinde Yağmur’ adlı kitabıyla Mehmet Taner değer görüldü. Dünya Kitapları’ndan çıkan şiir kitabı, Taner’in 19952005 yılları arasındaki çalışmalarının bir bölümünü içeriyor. Mehmet Taner’e ödülü, 10 Nisan’da Taksim Park Mühendishane’de yapılacak törende sunulucak. Taner, daha önce ‘Ilık Kan’ şiiriyle tek şiir dalında TRT Yarışmaları Ödülü’nü, Milliyet Sanat Dergisi ‘Övgüye Değer Genç Şair Ödülü’nü, ‘Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar’ ile TDK Şiir Ödülü’nü ve ‘Küflü Şimşek’ ile Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazanmıştı. ‘Necatigil Şiir Ödülü’, 1993’e kadar şairin ölüm yıldönümü olan 13 Aralık’ta verilirken, 1994 yılında doğum yıldönümü olan 16 Nisan’da verilmeye başlandı. k ill Bill’i (Vol. I ve II bir arada), enikonu keyifle, hem de üst üste iki kez izlemiş olmam, yakın çevremde homurtulara yol açtı: Cem Akaş dışında, konuyu açtığım her dostum yakışıksız buldu yaklaşımımı, İsmail Ertürk bile. Keçi inadından kesinkes değil, Tarantino’nun projesini anlamak istemediklerini düşünüyorum, kendi payıma. Kill Bill’i, son derece önemli bir “üstfilim” olarak değerlendiriyorum, yönetmenin hem sinema ve sinema tarihi hem de epos’un geçmişi, kilit kavramları ve evrimi üzerinde bu filmi yaparak düşündüğünü düşünüyorum. Başta, Bill’in son bölümdeki “kahraman”lar hakkındaki uzun tiradı, pek çok veri bu savı doğruluyor sanıyorum. Western’lerden Kung Fu yapımlarına, gangster filimlerinden çek savaşlarına, Yunan tragedyasından çizgiroman kültlerine ve kültürlerine, bütün ana odaklara özel büyüteciyle eğiliyor Tarantino ve şık bir okuma gerçekleştiriyor. Kill Bill’e bir yorum ve bir aşırıyorum çalışması olarak da bakmalıyız bana kalırsa. Bundan da önemlisi, bu “üstfilm”i taşıyan ve konusu el bette incir çekirdeğini bile doldurmayan film eğlendiriyor da. Kabarık ölü sayısı, kilolarca kan, kopan organlar bir yılgı tablosu yaratmıyor, çünkü bu kez, Tarantino şiddeti bir yandan olağanüstü bir koreografiyle işliyor, bir yandan da mantıkdışı yüklemelerle tragedya’dan komedya’ya evrilmesini sağlıyor. Sinema, eğlence endüstrisinin önde gelen kollarından biriyse, ki Meliés’ten bu yana böyledir, Kill Bill’in bu görevi hakkıyla yerine getirdiğine inanıyorum. Far West ile Far East’ın kültürel diyalogları abartılı, yüzeysel bulunabilir şüphesiz. Ne yapalım ki, bana öyle gelmiyor: Kılıç, samurayla Excalibur şövalyesi arası gidip gelirken, sıkı bir kılıç tarihi zemini yaratıyor: Her nesnenin içinden bir de metafor damarının geçtiğini anımsatarak. Bir başka yakada, iyi bir karşılaştırma konusu çıkıyor önümüze: Kurosawa’nın Yedi Samuray’ı ile Kill Bill’i yan yana koyarak. Daha ne beklenebilir, bir filimden? Haftanın kitabı: Asya / Ertan Yılmaz/ Şiirler/ Yom Yayınları Cengiz, Münih Kitaplığı’nda Kültür Servisi Münih Kent Kitaplığı Türkçe Bölümü’nün her ay düzenlediği kitap tanıtımı ve okuma etkinliklerinin mart ayı konuğu şairyazar Gülsüm Cengiz’di. Almanya DİDF ve Göçmen Kadınlar Birliği’nin düzenlediği 8 Mart etkinlikleri için Almanya’da bulunan Gülsüm Cengiz, son olarak kütüphanedeki okuma toplantısına katıldı. Alman ve Türk çocuklarına iki dilde yayımlanan kitaplarından okumalar yapan Cengiz, sorulu yanıtlı bir söyleşi gerçekleştirdi ve kitaplarını imzaladı. Asıl Adalet/ Paul Eluard/ Çeviren: A. KadirAsım Bezirci/ Evrensel Basım Yayın/ 142 s. Kitap için, “Bu kitap; baş sayfalarında Eluard’ın hayatını özetleyen yazısı, şairin kişiliği ve sanatı üzerine Claude Roy ve Gaeton Picon’dan Asım Bezirci’nin çevirileri ile bu alanda örnek bir eser değerini taşıyor. Seçmeler’in en ünlü ve titiz şiir ve sanat eserlerimizin çevirilerinden derlenmiş olmasıyla da boşa gitmemiş, kutlanması gereken, ciddi bir çaba” diyor Behçet Necatigil. Da Vinci’nin Yahuda’sı/ Leo Perutz/ Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer/ Literatür Yayıncılık/ 166 s. Leonardo da Vinci, Santa Maria delle Grazie Manastırı’nın yemekhanesinin duvarına yapmaya başladığı resmi bir türlü tamamlayamamaktadır. Çünkü Yahuda’nın başı için bir modele ih den anlatıyor. ‘Köyün Kamburu’; geleneksel düşünme biçimlerine ve inançlara ve köylülüğe tutulmuş sarsıcı ve trajikomik bir ayna... tiyacı vardır; ancak henüz onu bulamamıştır. Bunun üzerine Leonardo “Milano’daki en kötü insan”ı aramaya koyulur. Sonunda bulur. Bu kişi ne bir kumarbaz, ne bir üçkağıtçı ne de bir katildir. Joachim Behaim adlı bu yakışıklı tacir de tıpkı Yahuda gibi dünyada en sevdiği kişiye sırf kibrinden ötürü ihanet edebilen bir insandır. Leo Perutz, dönemin ressamlarının, ahşap oymacılarının, taş ustalarının ve şairlerinin hareketli yaşamına da yer verdiği bu romanında, hem şaşırtıcı ve eğlenceli bir maceranın kapılarını açıyor hem de Da Vinci’nin en önemli yapıtlarından birinin, ‘Son Akşam Yemeği’nin sırrını açıklıyor. Köyün Kamburu/ Kemal Tahir/ İthaki Yayınları/ 352 s. “Memleketin gerçeklerini yazmak isteyen bir realist romancı bugünkü tarih devresinde köyü, köylüyü yanlışsız tanımak, fantezilerini kullanmadan tanıtmak zorundadır... Gerek işçi, gerek esnaf, gerekse memur, tüccar, devlet adamı olarak hepimiz hâlâ biraz köylüyüz. Köyün, köylülüğün özellikleri gözden kaçırılırsa şehirlilerin Türk milletini damgalayan özellikleri ya hiç aydınlatılmaz, ya da işe yaramayacak şekilde yarım yırtık aydınlatılmış olur” diyen Kemal Tahir, ‘Köyün Kamburu’nda Narlıca Köyü’nde yaşananları Çalık Hafız’ın gözünden ve dilinKaçak/ Orhan Kemal/ Epsilon Yayınları/ 232 s. Habip, on yıldır ekip biçtiği sahipsiz toprakları ele geçirmenin yolunu bulan toprak ağasını öldürürse topraklarına el koyabileceği umuduna kapılır. Cinayeti işledikten sonra ağanın tüm mülkünün varislerine aktarılacağını öğrenince, çiftliği yakarak kaçar. Saklanmak için bir köye, yedi yıldır tek başına çocuğunu büyütmeye çalışan bir kadının yanına sığınır. İki yalnız ve çaresiz insan arasında büyük bir sevgi doğar. Hacer’e duyduğu aşk Habip’i yumuşatır, duygularını inceltir; şiddete başvurarak, yağma yaparak haksızlığa karşı çıkılamayacağını; savaşmanın başka yollarının da olduğunu anlamasını sağlar. Siemens Opera Yarışması Kültür Servisi Siemens’in geleneksel ‘Siemens Opera Yarışması’nın sekizincisi 911 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Her yıl verdiği sanat ödülleri ile gençleri teşvik etmeyi ve toplumu sanata özendirmeyi amaçlayan Siemens’in düzenlediği yarışmada, bu yıl ön eleme 9 Mayıs’ta, yarıfinal ve final 1011 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek. Yarıfinal ve final bölümlerinin halka açık yapılacağı yarışmanın sonuçları 12 Mayıs’ta dereceye giren sanatçıların sahne alacağı ödül töreni ile açıklanacak. Siemens Opera Yarışması’nın birincisi Karlsruhe Operası’nda bir yıllık burs ve Goethe Institut Inter Nationes İstanbul’un desteğiyle 4 aylık Almanca bursu; ikincisi Salzburg Mozarteum Müzik Akademisi’nde 6 haftalık yaz bursu ve Goethe Institut Inter Nationes İstanbul’un desteğiyle 2 aylık Almanca bursu; üçüncüsü ise 2000 Avro para ödülü kazanacak. (0212 270 52 32)