Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
10 İÇ SAVAŞTA BOŞNAK TARAFININ SIRP KOMUTANI JOVAN DİVJAK: C i dünya’dan 14 NİSAN 2006 CUMA ‘Bizi Miloşeviç böldü’... ŞİNASİ DANIŞOĞLU ç savaş yıllarında her Allah’ın günü gözlerimiz dola dola, dişlerimizi sıka sıka haberlerini derlediğimiz Bosna’da, bana meslek hayatımın en büyük ödülünü, Türkiyeli Boşnakların teşekkürünü kazandıran Bosna’da, hiçbir kan bağım olmadığı halde kendimi Boşnak’tan çok Boşnak hissettiren Bosna’da olmak, kentlerinin sokaklarında gezinmek... Uzun, mavi gözlü, sarışın insanların ülkesinde Osmanlı izlerini görmek... Ve yine iç savaş yıllarında ‘‘Sırp olduğunuz halde neden Sırplarla savaşıyorsunuz?’’ diye soranlara ‘‘Ben Sırplarla savaşmıyorum. Faşistlerle savaşıyorum’’ diye karşılık veren dönemin Bosna Hersek Genelkurmay İkinci Başkanı Jovan Divjak ile sohbet etmek... Yıllardır saplantı haline gelen hayalim, Saraybosna havaalanına ayak basmamla gerçek oldu. İlk durak ünlü tünel. Saraybosna’yı Boşnakların elindeki bölgeye bağlayan daracık boğazı korumakla yükümlü Fransızların Boşnaklar’ın deyişiyle gönlü Sırplardan yana olduğu için görevlerini savsaklaması nedeniyle kazılan tünelden söz ediyorum. İki büklüm 800 metre yürümek zorunda olduğunuz bir tünel bu. Yıllarca Saraybosna’ya yiyecek ve yaralı taşındı bu tünele döşenen raylarda. ‘‘Nereye geldiğinizi, nelerin yaşandığını unutmayın’’ dercesine gezginlerin ziyaretine açılmış şimdi. Ama havanın artık çok değiştiğini de daha tünel yolunda anlıyorsunuz. Çünkü oraya gitmek için Sırp bölgesinden geçmek zorundasınız. Bunu yalnızca bir tabeladan anlıyorsunuz. Ne bir polis, ne de geçiş kapısı... Herhangi bir kentin bir mahallesinden diğer mahallesine gider gibi rahatça geçiyorsunuz. ‘‘En azından artık kimse kan dökmek istemiyor’’ diye teselli buluyorsunuz. TİTO HÂLÂ SEVİLİYOR Kente girişteyse kurşun delikleriyle benek benek binalar bir kez daha acı günleri hatırlatıyor size. Boşnakların bunları size anımsatma niyetleri yok. Paraları olmadığı için restore edemiyorlar. Daha sonra restore edilen bazı binalarda işin Avrupa Birliği tarafından yapıldığını gösteren tabelalar gördük. Saraybosna, ortasından geçen Milyatska ya da bizim dilimizin döndüğü biçimde Milyaçka Nehri’nin iki yanındaki tepelere yayılmış bir kent. Ama asıl görülmesi gereken yeri merkezindeki Başçarşı, yani Başçarşiya. Modern binaları aşıp Başçarşiya’ya geldiğinizde birden Osmanlı’nın içine düşüyorsunuz. Bizim evler, bizim bakırcılar, bizim camiler... Slavca konuşmaların arasından yükselen ezan sesi... Böyle ‘‘hassasiyetleriniz’’ olmasa dahi aklınıza saplanan düşünce: ‘‘Bunlar bizden.’’ Çarşıda gezerken karşınıza çıkan yaşlıca bir kadın size ‘‘Turska?’’ diye sorunca başınızı ‘‘evet’’ anlamında salladığınızda yüzüne yayılan tebessüm, bu hissin karşılıklı olduğunu gösteriyor. Meydan’da Tito resimli tişörtler satan dükkânı geçin, ‘‘kafana”nın sokağa attığı masaya oturun, bir ‘‘kafa’’ söyleyin. Boşnak kahvenizi yudumlarken takma bacağıyla geçen gazileri, yanı başlarında öpüşen genç âşıkları seyredin. Hayat! Cöntürk (solda) bu yazıyı kaleme alan Bülent Kılıç ile birlikte. 2003 YILIDA YİTİRMİŞTİK... Hüseyin Cöntürk’ü yeniden hatırlarken M. BÜLENT KILIÇ Türkçe edebiyatın ilk önemli maddeci eleştirmeni ve nesnel eleştirinin kurucusu Hüseyin Cöntürk’ün, edebiyattan uzaklaştığı 70’li yıllara kadar kaleme aldığı yazılar ve basılmış kitapları, Yapı Kredi Yayınları tarafından, iki cilt halinde yeniden yayımlandı. Söz konusu iki cilt, 19551970 yıllarının en üretken edebiyatçılarından biri olan Cöntürk’ün, yöntem, görüş ve yaklaşımlarının bugünün gözüyle yeniden değerlendirilebilmesine olanak sağlıyor. Yaşadığı günlerde sık sık ‘‘Bugün yeniden yayımlamam gerekse eski yazılarımdaki görüşlerimin ne kadarını kabul ederim, bilemiyorum’’ diyerek yaklaşımındaki büyük dönüşüme işaret eden Cöntürk’ün yazıları, yine de eksiksiz olarak kitaplardaki yerini aldı. Müthiş bir tutku ve ödünsüz bir çalışma disipliniyle, Osmanlıcadan İngilizceye, Divan edebiyatından postmodernizme uzanan geniş bir alanda sayısız metni didik didik eden, notlar alan, irdeleyen bu yaşlı adamın pek çok dönüşüm yaşaması ve hayatını, bazen birbiriyle ciddi farklar içeren dönemlere bölmüş olması anlaşılır bir şeydir. HER ZAMAN ‘GENÇ’ ELEŞTİRMEN Hüseyin Cöntürk, ‘‘Eleştirmemiz Üçüncü Döneminde’’ başlıklı yazısında da belirttiği üzere, kendisini Nurullah Ataç’tan sonraki dönemin, yani ‘İkinci Eleştirme Dönemi’nin birkaç temsilcisinden biri olarak kabul eder. İngilizAmerikan eleştiri kuramlarının etkisi altındaki Cöntürk, uzun yıllar boyunca, ‘Yeni Eleştiri’ kuramlarını Türkçe edebiyat örneklerine uygulamaya çalışır. Metni esas alır, metnin dışına çıkmaz. Metni tarihseltoplumsal bir bağlama yerleştirmeye uğraşmaz. Bu yüzden de, değişik dönemlerde apolitik ve Amerikancı olarak nitelenir. ‘Şairler Sözlüğü’ başlığı altında, sayısız şair hakkında yazılar yazar ve bunları, Dönem, Devinim, Yordam gibi, yazı kurullarında bulunduğu dergilerde yayımlar. ‘Şairler Sözlüğü’, 19601970 arası dönemin, en çok fırtına koparan yazıları arasında yer alır. Cöntürk, bu yolla, bir eleştirmen olarak, eleştiride sürekliliği sağlar ve şiir şiir izlediği şairin yaşadığı dönüşümü kavrayarak, gerektiğinde görüşünü değiştirir. Ona ‘‘ilk önemli maddeci eleştirmen’’ sıfatını yakıştırmamızın nedenlerinden biri de budur. Eleştiri kurumunu kuramsal olarak yerleştirmek için ‘Eleştirmeden Önce’ ve ‘Çağının Şairi’ adlı kitaplarından başka pek çok yazı yayımlar. Edebiyatın güncel sorunlarıyla ilgili sayısız yazı kaleme alır. İngilizceden kuramsal yazılar çevirir. Bütün bu çalışmalarıysa, öncelikle kendi dergilerinde, zaman zaman da desteklemek istediği başkaca dergilerde yayımlanır. Meraklı okur, yeni yayımlanan bu iki cildi okuduğunda, bu sıraladıklarımızla ilgili metinleri irdeleme olanağı bulacağı için, Cöntürk’ün, kitaplarının sınırlarını aşan yanları üzerine de birkaç söz söylemekte yarar var. Hüseyin Cöntürk için en önemli şey, edebiyatın geçmişiyle ve bugünüyle hesaplaşmaktır. Eski metinleri ‘bugünün zevki’yle okuduğumuzda bir etkinin kalıp kalmamasını bir ölçüt olarak kabul etmektedir. Abdülhak Hamit’i dışlayıp Tevfik Fikret’i önemsemesi de bu yüzdendir. Pekiyi ama ‘bugünün zevki’nin ne olduğunu nereden bilebiliriz? Ona göre, bu ‘zevk’i en iyi temsil edenler gençlerdir. Çünkü yenilik, daima onların ürünleriyle gelir, onların çabalarıyla boy verir. Bu yüzden de Cöntürk, kadrosunda bulunduğu ‘Dönem’ dergisini bırakıp ‘Devinim 60’ dergisi saflarına geçtiği tarihten başlayarak, ölümüne kadarki yaklaşık 40 yıllık zaman dilimi boyunca, neredeyse sadece gençlerle ahbaplık etti. Okuduğu yaşça daha büyük edebiyatçıların kitaplarını da yine gençlerin önerilerini, bakış açılarını, zevklerini gözeterek belirledi. Edebiyatın bugünüyle hesaplaşma konusuna gelince... Hüseyin Cöntürk için bunun da iki önemli ayağı olsa gerekti. İlki, eleştiri kurumunu nesnelkuramsal temeller üzerinde inşa etmek, edebiyat ortamı içinde dolaşımda olan edebi metinleri her uğrakta yeniden ve yeniden eleştirel bir süzgeçten geçirmekti. Bunun için de, gençlerin, mutlaka edebiyat eleştirisiyle ilgilenmeleri gerektiğini düşünüyor ve dergilerinde şiirini ya da öyküsünü yayımlayacağı gençlere bir de eleştiri yazısı yazma zorunluluğu getiriyordu. Eleştirinin yolunun, kötü olanın, niteliksiz olanın niteliksizliğinin altının boyuna çizilmesinden çok, nitelikli olanın niçin nitelikli olduğunun ortaya konulmasından geçtiğine inanıyordu. DÜN VE BUGÜNLE HESAPLAŞMA Edebiyatın bugünüyle hesaplaşmanın ikinci ayağını ise Hüseyin Cöntürk’e göre, ‘örgütlenme’ ve ‘güdümlenme’ konuları oluşturuyordu. Cöntürk, 1968 yılında kaleme aldığı ‘Örgütlenmeden Yana’ adlı yazısında, edebiyatla uğraşan gençlerin, kendilerine ‘‘Kimlere, nelere karşı çıkarsam, onlarla ayrışmamı ve çatışmamı büyütürsem kendimi koruyabilirim? Kimlerle birlik ve nelerden yana olursam kendimi geliştirebilirim’’ sorularını sormaları gerektiğinden söz eder. Cöntürk, edebiyatçı gençler için ideal örgütlenme biçiminin kendi dergilerini kurmaktan geçtiğine inanır. Bu nedenle de o günlerden başlayarak ölümüne kadarki süreçte gençlerin çıkardığı dergileri sadece düşünsel olarak değil, maddi olarak da destekler. ‘Alan’ dergisi ve Eşber Yağmurdereli’nin çıkardığı ‘Yeni Eylem’, desteklediklerinden bazılarıdır. ‘‘Biz güdümlü edebiyattan yana değiliz. Şair ve hikâyeciye yol göstermeye kalkacak değiliz’’ diyen Cöntürk’ün eleştiride güdümlülükten anladığıysa edebiyatın bütün çevreleriyle bir disipline, bir plana bağlanmasıdır. Çünkü, güdümlülük herkesin (eleştirmenlerin) istediği gibi yazmasını değil, yazılması gerektiği gibi yazmasını gerektirir. Türkiye edebiyat ortamı, uzun yıllardır susarak ‘ölüme’ mahkum ettiği, unuttuğu ve unutturduğu bu büyük eleştirmeni hiç de yabancısı olmadığımız bir biçimde, yani ölümünden sonra bir kez daha gündeme getiriyor. Umarız bu, edebiyat ortamı için olumlu sonuçlar üretir ve yararlı olur. Türkiye’de faşizm tırmanıyor Jovan Divjak. osna’da doğanın güzelliklerine, evlerin köylerin şirinliğine vurulacaksınız. ama savaş da her zaman kendini size hissettirecek. Hele gazeteciyseniz. İki saatlik SaraybosnaMostar yolunda hemen her kasabayı bildiğimi, Bosna haritasını Türkiye’den iyi bellediğimi gördüm. Ama bir yandan da görüyorsunuz ki bıkmış insanlar. Savaştan değil, nefretten de bıkmış. Emekli General Jovan Divjak’la konuşurken de görüyorsunuz bunu, sokaktaki Boşnakla da. Divjak’la Fransız kültür merkezinde buluştuğumuzda (Bunu sağlayan büyükelçiliğimize ve yine onların bulduğu Türk Kültür Merkezi’nden Amina’ya teşekkür etmeden geçmeyeceğim tabii ki) söze onun yukarıdaki sözlerini hatırlatıp kendisiyle gurur duyduğumuzu söylediğimde bir yandan o günlerin artık geçmiş olduğunu vücut diliyle anlatırken, bir yandan da ‘‘Ben yalnız değildim ki. Biz 350 bin antifaşisttik’’ dedi. Divjak, Boşnakların büyük bir nankör B lükle savaş biter bitmez kendisini emekli etmelerinden dolayı bile kırgın değil artık. Savaşta dinin öne çıkmasına bağlıyor bunları. Bu arada bir de parantez açıyor: ‘‘Biz laik değiliz. Ama o yolda ilerliyoruz. Siz ise laik bir ülkesiniz. Savaş zamanında bizden Türkiye’ye askeri heyetler giderdi. Beni göndermezlerdi Sırp’ım diye. Onlara orduevinde verilen resepsiyonlarda içki ikramı olurdu. Ama bizimkiler korkularından içmezdi. Oysa onları tanıyorum. Zaman zaman benim odamda birlikte içerdik.’’ Bir parantez de ben açayım. Biz bunları konuşurken merkezde bir parti var. Akordeon Fransız havaları çalıyor. Divjak konuşurken bazen fırlıyor. Konuklardan biriyle bir dansa başlıyor. Sonra gelip ‘‘pardon’’ diyor ve kaldığı yerden devam ediyor. Son olarak Bella Ciao hep birlikte söyleniyor. Parantez kapa. Peki Sırplar bunca yıldan sonra pişmanlık duyuyor mu? Divjak duymadıklarını, bütün suçu Boşnakların üstüne attıklarını söylüyor: “Çünkü kabul eder lerse soykırım suçu işlediklerini de kabul etmek zorunda olduklarını biliyorlar.” ‘‘Peki’’ diyorum, ‘‘savaş biteli çok oldu. Şimdi sakin kafayla değerlendirirseniz, Yugoslavya’yı kim parçaladı?’’ Aslında cevabı biliyor gibiyim: Emperyalizm. Ama sürpriz. Divjak yalnızca eski Yugoslavya liderini suçluyor: ‘‘Yugoslavya Sırpların diğer halklar üzerinde tahakküm kurma isteği yüzünden parçalandı. Tito zamanında tüm halklar eşit haklara sahipti. Ama Miloşeviç gelince bunu bozdu. Kosova’yı ezmek istedi. Sorunlar da böyle başladı. Diğer halklar itiraz edince de ‘Bana Sarp desteği yeter’ dedi. Sonunda parçalandık.’’ T ÜRKİYE’YE UYARI Divjak’ın Bosna’nın geleceğiyle ilgili kaygısı yok. Ama Avrupa’da faşizmin tırmanışından endişeli. ‘‘Sizin ülkenizde de tırmanıyor’’ diyor. Divjak, emekli olunca şehit çocuklarını okutmak için bir dernek kurmuş. Çocuğuma gururla göstereceğim hatıra fotoğrafını çektirdikten sonra izin isteyip ayrıldım. Bir taksi çevirdim. İki dakika geçmeden kardeş kardeş sohbet etmeye başladık. Bunca yıl birlikte yaşadıktan sonra savaşmanın acısı ve anlamsızlığı üzerine. Şoför Nermin (erkek) bana ‘‘Siz de Kürtlerle savaşıyorsunuz. Bu Kürtler Ortodoks mu, Katolik mi?’’ diye sordu. ‘‘Müslüman’’ deyince öyle bir ‘‘Neeee?’’ diye bağırdı ki... Başımı çevirdim. Milyaçka aktı, ben baktım. cılarını unutup yeni bir başlangıç yapmaya çalışan Bosna’da zaman zaman geçmişi unutup güzelliklere, tanışıklıklara dalıyorsunuz. Ama savaş, bazen kurşunlarla delik deşik edilmiş duvarlarda, bazen bir takma bacakta size mutlaka kendini hatırlatıyor. Savaşta Boşnakların yanında yer alıp ‘‘faşistlere’’ karşı savaşan emekli general Divjak uyarıyor: Türkiye’de de faşizm tırmanıyor. A ’li yılların başında TürkiBIÇAK 2000 ye’nin karşı karşıya bulunduğu büyük sorunların temelinde, ‘‘Batı ile ilişkilerin anormalleşmesi’’ yatmaktadır. Mevcut çarpıklıkların nedenleri olarak iki ana başlıkla karşı karşıya bulunuyoruz. 1) Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ‘‘ABD ve Avrupa’nın, eski politikalarını yeniden uygulamaya koymuş olmaları’’: Bunu, ‘‘Batı’nın değişen politikaları’’ olarak da ifade edebiliriz. 2) Diğeri ise Türkiye’nin iç siyasi dengelerinde, ‘‘Ülkenin ulusal çıkarlarını gözeten yönetimlerin işbaşına gelememesidir. Bu durumu ‘demokrasi eksikliği’ veya ‘dış güçlerin içeriye karışmaları’ olarak da görebiliriz. Aslında hepsi aynı kapıya çıkar; bu bir, yumurtatavuk meselesidir’’. Yukarıda belirttiğim sorunların en çarpıcı sonuçları bugün Güneydoğu Anadolu’da görülmektedir. Batı’nın ‘‘Lozan yapılanmasına’’ karşı, yeniden Sevr koşullarını getirmek istemesi, içimizdeki ayrışmalara yol açmaktadır. Sıralayalım; 1) Meclis ve hükümetler gerekli önlemleri alacak iradeye sahip değiller. Çünkü sorun sadece bazı kanunları değiştirip yetkileri arttırma sorunu ol SIRTI EROL MANİSALI Sorunlar, Gerçekler ve Çözümler derinleştirecek politika izleniyor’’. 1) ABD ve İngiltere’nin bölge politikaları hükümet tarafından destekleniyor. Bu destek neye hizmet ediyor? Türkiye’yi, Suriye’yi ve İran’ı yarın böldürtebilecek bir oluşuma Kuzey Irak’ta güç veriyor. Irak’ın üç parçaya ayrılmasını kolaylaştırıyor. İran’a ve Suriye’ye Batı müdahalesinin altyapısını hazırlıyor. Güneydoğu’da, ayrılıkçıların, Washington’ın ve Brüksel’in ‘‘yeni bir kukla oluşum yaratmalarına uzun vadede olanak sağlıyor’’. İlerde İran’a karşı operasyonda, ‘‘Türkiye’nin ABD güdümüne sokulmasına’’ yardım ediyor. 2) Avrupa Birliği ile, ‘‘özellikle kurulan tek yanlı ilişkilerle’’, Türkiye’nin eli kolu bağlı hale getiriliyor. Bürokrasi, ‘‘Türkiye’nin bölünmesini seyreden bir duruma’’ sokuluyor. maktan çıkmıştır. 2) Sorun, ABD ve AB’nin Kürdistan projeleri ile ilgilidir. Dünyanın bu en kritik bölgesinde Batı, Yugoslavya’da olduğu gibi sınırları değiştirip mutlak bir denetim sağlamak istiyor. Bunu ‘‘Kürdistan aracılığı ile’’ yapıyorlar. 3) Kuzey Irak’ta kukla devlet Iraklı Araplar ve Türkler; Suriye, İran ve Türkiye’ye karşı ABD ve İngiltere tarafından oluşturuldu. AB de bunu destekliyor. BÖLGE İÇİN ORTAK TEHDİT... Bu tehdit şimdilik bölgedeki Arap ülkelerine, İran’a ve Türkiye’ye karşıdır. Yarın sınırları, iç Asya ve Kuzey Afrika’ya doğru genişletilmek istenecektir. Güneydoğu’da yaratılan sorunlara çözüm ararken bu gerçekler doğrultusunda bakmak gerekir. Oysa Türkiye’de bugün, ‘‘sorunları daha da İş çevreleri, ‘‘Washington’ın ve Brüksel’in hoşuna gitmeyecek politikaların’’ uygulanmasına tepki verir hale getiriliyor. Onların hoşuna giden politikalar ise Türkiye’yi Lozan’dan Sevr’e taşıyan koşullar olarak masanın üzerine taşınıyor. Etnik bölücülük ve İslamcı bölücülük, ‘‘eli kolu bağlanmış bir Türkiye’de’’ hızla gelişiyor. Irak’ta uygulanan ‘‘böl ve yönet’’ politikası Türkiye’de askeri güç kullanmadan, sürdürülür hale geliyor. Türkiye’de, Lozan’cılarla Sevr’ciler, Cumhuriyet’çilerle Osmanlıcı’lar, Gayri milliciler ile ulusalcılar karşı karşıya getiriliyor. Yeni sömürgecilerin yazdığı bir senaryo uygulanıyor. Bu çatışmalardan sadece sömürgeciler kazanç sağlar. Bu gerçeği görerek esas düşmanın kim olduğunu artık anlamamız gerekir. Güney Amerika bunu gördü, gerekenleri yapmaya başladı ve hızla başarıya doğru ilerliyor... Türkiye Sevr’e gidişi durdurmak için Rusya, Çin, Hindistan, İran ve ABD güdümünde olmayan bölge ülkeleri ile işbirliği yapmak zorundadır. Bu politikaları yürütecek siyasi iradeyi işbaşına getirebildiğimiz zaman sorunlar ardı ardına çözülecektir. Kimsenin kuşkusu olmasın...