Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 TDİ’NİN C röportaj SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ EKİM CUMA YILLIK TARİHINDEKİ İLK KADIN KAPTAN SEDEF ESRA ULUTÜRK DİNÇ Suların ‘efendi kaptan’ı EMRİYE TAŞPINAR Denize olan tutkusu Sedef Esra Ulutürk Dinç’i Türkiye’nin ilk kadın kaptanı yapmış. Erkeklerin dünyasında kendisini kabul ettirmek için yılmadan mücadele vermiş. 1997 yılında önce stajyer sonra güverte zabitliği yaparak çıktığı gemiden bir daha kopamamış. 1999 yılından beri Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nde çalışıyor. Bugün Bandırma feribotunda 2’nci kaptan. Sayın Dinç bu engin deniz sevginiz nereden geliyor? Babamın İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi öğretim üyesi olması nedeni ile, çocukluğum o zamanki görev yeri olan Gökçeada’da geçti. (Şimdi Ana Bilim Dalı Başkanı) Babamın denizde araştırma yapmak için daima gemide olmasıyla denizin içinde büyüdüm diyebilirim. Çoğu zaman babamla gemiye giderdim. Tabii ki babamın ünite müdürü olması bir çocuk olarak gemiye girmemde büyük bir avantajdı. Bir de adaya her gün gelen Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne ait büyük yolcu gemileri vardı. Bu gemiler, aynı zamanda bizim anakarayla olan tek bağlantımızdı. Adada yaşayanların her şeyiydi. Bizleri isteklerimize ve sevdiklerimize kavuşturan tek bağımızdı... Bu nedenle deniz ve gemiler beni çok etkilerdi. Gemiye bindiğimde hep kaptan köşküne çıkardım. Kaptanları hayranlıkla izler, onlara sorular sorar, oradaki aletlerin ne olduğunu, ne işe yaradığını sorardım. Onlar da bana büyüyünce kaptan mı olacaksın derlerdi. Çocukluğunuzda denizle iç içe olmanız, babanızın devamlı denizde olması, gemilerin özlemlerinizi bitirmesi, belleğinize denizi yerleştirmiş diyebilir miyiz? Tabii ki bunların tamamında bir deniz sevgisi, bir gemi sevgisi, bilinmezliği vardı. ‘ZORU BAŞARMAK CAZİP GELDİ’ Erkek mesleği olan ‘Kaptan’ olma fikriniz nasıl oluştu? Çocukluğumdan hatırladığım kaptanlara çok büyük hürmet edilir, saygı gösterilirdi. Onlar beni çok etkilemişlerdi. Ve onlarla ilgili çok hayaller kurardım. Ama benim hayallerimin gerçekleşmesi imkânsız görünüyordu. Henüz ne olduğunu bilmiyordum. Yaşım ilerleyince daha çok denizde olmak için önce yüzücülük eğitimi aldım. Sonra babamın öğrencileri ile birlikte dalgıçlık eğitimi aldım. Profesyonel, sanayi dalgıcı olarak 50 m. kadar daldım. (Çok istesem de şu an yapamıyorum.) Ancak zaman içinde bunlar beni tatmin etmedi. Daha başka şeyler yapmalıydım. Hangi okulu bitirdiniz? 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu Sualtı Teknolojileri Bölümü’nden 3’üncülükle mezun oldum. Nasıl kaptan oldunuz? İmkânsızı aşmak, zoru başarmak bana daha cazip geldi. Yolumun uzun, zor, engellerle dolu olduğunu biliyordum. Önce kendime, önümdeki bütün engel ve zorlukları yenecek güce sahip olduğuma inanmakla başladım. Büyük bir güç ve mücadeleyle hiçbir şeyden ve kimseden korkmadan, çekinmeden yoluma devam etmem gerektiğini anlayarak, bu fikri herkese kabul ettirerek ilk adımımı attım. Önce Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin çeşitli büyük yolcu gemilerinde staj yaptım. 1995 yılında önce karada, Kalamış Marina’da liman müdür yardımcısı olarak işe başladım. 1997 yılında özel bir yolcu gemisinde önce stajyer, sonra güverte zabitliği (4’üncü kaptan) yaptım. Bu tercihinizde ailenizin rolü oldu mu? Nasıl yaklaştılar? Duyan herkes, bu erkek işi. Bir bayan bu işi ya Öteki Dalın Ödülü bir politikadan söz etmiyorum. Genel olarak ideolojik ve politik bir taraflılıktan söz ediyorum. ??? Bu yıl ekonomi ödülü monetarizmin bir babasına verildi. Barış ödülü ise Bangladeşli, ABD’de Fullbright bursuyla ekonomi okumuş Muhammet Yunus’a ve kurduğu Köylü Bankası’na (Grameen Bank) gitti. Ödülün gerekçesi, “yoksullara kredi vererek, yoksulların en yoksulunun bile kendi kalkınmalarını sağlamak için gösterdikleri çabaya katkıda bulunmak”tı. Ne zaman “yoksul” lafını duysam aklıma Dünya Bankası gelir benim. “Yoksulluk” kavramı uzun bir süredir gelir dağılımı yerine DB tarafından ikame edilmeye çalışılan, popülizmden devşirme postmodern bir kavramdır. Tıpkı yönetenlerle yönetilenlerin eşit haklı oldukları, kararları birlikte verdikleri yalanını pompalayan “yönetişim” kavramı gibidir. Gerçeği gizlemeye yarar. Grameen Bank “yoksullara” 100200 dolar veriyor, böylece onları “iş” sahibi yapıyor ve karşılığında yüzde 20’lere varan aylık faizler alıyordu. Alan da memnundu, veren de. 1983’ten bu güne kadar 6.6 milyon müşterisine, 5 milyar dolayında kredi verdi banka. Bankanın bu yılki kazancı 15.8 milyon dolar oldu. Yoksullara ne oldu peki? Kredi alan yoksulların durumuna ilişkin veri yok, en azından raporlara yansımamış. Ama ne Bangladeş’te ne de bankanın kolunun uzandığı öteki ülkelerde gelir dağılımının düzeldiğine ilişkin bir bilgi var. Olması da mümkün görünmüyor. Bu parlak zekâlı bankacıya Nobel Barış Ödülü’nün verilmesi çok yerinde olmuştur. Böylelikle, özellikle üç daldaki ödüllerin haklı olarak ideolojik nitelik taşıdığı ve eğer küreselleşme çağının ileri ve belki de en dağdağalı yıllarında yaşıyorsak, kapitalizmin tüm silahlarıyla ortada olduğu artık anlaşılacaktır. Sosyalist sistemin yıkılışı döneminin Papa’sıyla, küreselleşme çağının saldırgan evresinin Papa’sını ve eylemlerini gözden geçirenler, ideolojik saldırının önemini ve Nobel’in de bu kavgada tuzunun bulunması gerektiğini kavramakta herhalde güçlük çekmeyeceklerdir. guray.oz@cumhuriyet.com.tr Kaptan olmanın iyi yanları: Türk kadınını ve bayrağını yurtiçinde ve dışında en iyi şekilde temsil etmek en iyi ve güzel tarafı... TDİ gibi bir kuruluştasınız. Böylesine eski bir kurumda olmak bir ayrıcalık. Ve bu kurumda bir ilk olmak daha güçlü bir duygu, bir prestijdir. Özellikle yurtdışı limanlara çalışırken bir Türk kadını olarak çok büyük bir gurur yaşadım, yaşıyorum. İlk zamanlar aaa bir bayan, Türk ve kaptan!... Hayret ve hayranlıklar... Tabii ki TDİ’ye ait gemi kaptanı olarak! Gerçekten bunlar Türk kadını olarak çok çok gurur verici gerçekler. Türk kadını her zorluğu aşacak güçtedir. Y pamaz diyerek beni yıldırmaya çalıştı. Annem yüksekokul mezunu olmasına rağmen vazgeçirmeye çalışsa da başarılı olamadı... Belki de geçmişten gelen, deniz ve gemi hobisi olduğundan... Babam benim kızım yapar diye daima destekledi. Babamın gerek tercihimde gerekse gemi hayatımda desteği çok büyük oldu. İşe girişlerde konumu dolayısıyla babanızın bir katkısı oldu mu? Hayır, her şeyi ben başarmak zorundaydım. Çünkü denizde ve gemide ben vardım... 1999 yılından itibaren tekrar Türkiye Denizcilik İşletmesi’ne girerek 4’üncü kaptan olarak başlayıp Karadeniz, Mavi Marmara, Yeşil Ada, Tekirdağ, Ankara, Samsun, Bozcaada gibi kuruma ait diğer büyük yolcu gemilerinde 2’nci kaptan olarak çalıştım. Halen Bandırma feribotunda 2’nci kaptanı olarak görevimi sürdürüyorum. Erkek meslektaşlarınız sizi nasıl karşıladılar? Çok destek olanlar da oldu, engel olanlar da oldu. Meslekte çok eski, işini ve denizi çok iyi bilen, tanıyan baba kaptanlar hep desteklediler. Bir kısmı da engellemek için, bu meslek erkek işidir. Sen git evinde otur, burada ne işin var gibi sözlerle beni yıldırmaya çalıştılar. Ancak bu sözler ve davranışlar, beni yıldırmak yerine mesleğe daha çok itti. Bu itici sözlerin başarımdaki payı ve katkısı çok büyüktür. Bir bayan bu işi de yapabilir dedim. Başardım, bunu herkese ve özellikle de tarihe kanıtladım. Meslektaşlarınızla aranızda bir farklılık var mı? Hayır, hiçbir farklılık yok. Hepimiz aynı statü ve haklara sahibiz. Kaptanlığınız süresince ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Zor bir meslek... Özellikle yurtdışı limanlarda çalışırken, aylarca evinizden, ailenizden, sevdiklerinizden uzaktasınız. Kapalı bir kutu içindesiniz ve çok değişik insanlarla çalışıyorsunuz. Ve tabii ki bir de doğayla mücadele ediyorsunuz.... Kaptan olmak isteyen kadınlara ne gibi önerileriniz olur? Öncelikle, çok istekli, mücadeleci olmak, yılma Örnek alacak kimsem yok ? Bir kadının kaptan olmasının zor yanları nelerdir? Birçok erkeğin içinde tek bayan olmak, insana gerçekten çok büyük bir yük getiriyor. Her hareketinize, oturmanıza kalkmanıza, konuşmanıza dikkat etmek zorundasınız... Aynı zamanda bir idarecisiniz, prensipli ve mesafeli olmak zorundasınız... Benim önümde örnek alacağım bir bayan kaptan olmadığından, benden sonra geleceklere iyi örnek olmak için ayrıca özen gösterdim. Güzel sonuçlar elde etmek için doğru yolu takip etmek gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle bayan kaptan imajının doğru yerleşmesi gerekiyordu. mak, hiçbir şeyden korkmamak, mesleği çok iyi öğrenmek, tek inanmaları gereken kendi beyni ve kalpleri olmasıdır. Gemideki ilişkilerinde çok mesafeli ve disiplinli olmalarıdır. Bunları yaparlarsa başarılı olurlar. Eskiden ilk ve tek ben vardım. Başka yoktu. Artık fakülteler yeni yeni bölümler açmaya başladılar. Bana da stajyerler geldi, çok öğrenci yetiştirdim. Deneyimlerimi ve bildiğim her şeyi aktardım. Ancak bugüne kadar hiç kaptanlık yapan olmadı... Ben yine ilk olmakla birlikte tek kadın kaptan olarak kaldım. Şirketi Hayriye’den bugüne gelen, bir denizcilik terimi var. 2’nci kaptana efendi kaptan diye hitap edilir. Peki size nasıl hitap ediliyor? İlk başladığımda ne diyeceklerini bilmiyorlardı. Bana sordular, ben de bu geleneği bozmadım. Aynı hitap şekliyle devam ediyoruz. Hatta bununla ilgili bir anım da var. Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne ilk girdiğimde 4’üncü kaptan olarak görevi devralmak için çantamı alıp sivil olarak gemiye gittim. Yaşlı eski bir personel ‘‘Birini mi aradınız’’ diye sordu. Hayır dedim. Kaptanı mı aradınız? Hayır dedim. Nöbetçi kaptanı mı aradınız? Nöbetçi kaptan benim dedim. Yaşlı gemici yüzüme şöyle bir baktı... Tabii efendim... ‘‘Olur Olur’’ dedi. Uzun süre yüzüme baktı durdu. Haklı olarak inanmamış. Gemi personelinin bana, bir kadın kaptana alışmaları zaman aldı Evli misiniz? Evet, 2000 yılında evlendim. Eşiniz mesleğinizi nasıl karşıladı? Ve nasıl yürütüyorsunuz? Eşim de gemici. İstanbul Teknik Üniversitesi Denizcilik Fakültesi mezunu, gemi makine mühendisi. 1999 yılında Mavi Marmara gemisinde çalışırken tanıştık. Üç yıl aynı gemide çalıştık. Dolayısıyla sorun olmadı. Eşinizin amiri olmanız! Bu pozisyon onu nasıl etkiledi? İkimiz de hiçbir zaman iş ilişkimizi özel ilişkimizle karıştırmadık. Herkes kendi işini yaptı, hiçbir sorunumuz olmadı. Bu anlayışta olmasaydı ikimiz de işimizi yapamazdık. Ve mutsuz olurduk. Eşim ikinci büyük destekçim oldu. Çoğu zaman başka meslekten olsaydı yürütemezdim, diye düşünüyorum. Eşimin benimle gurur duyduğu kadar ben de onunla duyuyorum. Nasıl her başarılı erkeğin arkasında bir kadın varsa bir kadının da arkasında bir erkeğin olması çok önemli ve özel bir duygu. Çünkü biz kadınlar çoğunlukla eşler tarafından yalnız bırakılırız!.. Veya engelleniriz... Bu anlamda kendimi çok şanslı buluyorum. Eşim Nedim Dinç’e bütün zamanlar için sonsuz teşekkürler ediyorum. İyi ki de varsın ve hayatımdasın. Dileğim bütün eşlerin aynı anlayışta olmasıdır!.. Çocuğunuz var mı? Evet. Üç yaşında bir kızım var, Deniz Dila. Psikolojik durumu ve size karşı tepkisi nasıl? Uzun süre olmamamı hâlâ çözemiyor. Bana küsüyor ve benimle konuşmuyor. Hâlâ eşinizle aynı gemide mi çalışıyorsunuz? Hayır, gemilerimiz özelleştirildikten sonra eşim İDO Mavi Marmara Gemisi Başmühendisi olarak çalışıyor. Süvariliğiniz ne kadar zaman? Bir buçuk yılım kaldı. Peki, bu üniforma size neyi anımsatıyor? Ne veriyor? Taşıdığı yüksek sorumluluklar... Bir kadın... Bir eş... Bir anne... Ve Atatürk’ün Türk kadınlarına söylediği sözü yerine getirmenin mutluluğu, gururunu taşıyor olmak... Çok zor da olsa çok özel bir duygu... aygın söylentinin tersine, Orhan Pamuk’un kitapları zor okunur kitaplar değildirler. Ben tümünü okudum ve “Kar” adlı “roman”a kadar da hiç sıkılmadım. Bu postmodern yazarımızı kimi zaman derin bir hayranlıkla, kimi zaman hayal kırıklığıyla, ama hep zevk alarak okudum. Nobel Edebiyat Ödülü’nün kendisine verilmiş olmasını da hiç yadırgamadım. Orhan Pamuk’un siyasal sayılan sözlerini garipsediğimi de söyleyemem. Türkiye’de varsa “demokrasi”, gerçeği yansıtıp yansıtmadığı bilinmeyen sözlerle ya da bu örnekte olduğu gibi hesap hatalarıyla da sınanabilmelidir. Orhan Pamuk hakkında bir iki söz daha söyleyip öteki ödüle geçmek istiyorum. Orhan Pamuk sanıldığı gibi çok da özgürlükçü değildir. Olmak zorunda da değildir. Onun bir tarihlerde Türkiye’de insanları “iyiler” ve “kötüler” diye ayırdığını ve AB karşıtlarını “kötüler” olarak tanımladığını okuyunca şaşkınlıktan küçük dilimi neredeyse yutacaktım. Eğer bir aydın AB karşıtlığını “kötülük” olarak tanımlıyorsa, onu fikirleri nedeniyle her zaman ciddiye alamayacağımızı söylemek zorundayızdır. Peki romancı olarak? Postmodern roman, her şeyi parçalayan, dağıtan çağımızın bir aynasıdır ve zevkle okunabilir. Ödül de verilebilir. Nobel ona verilmeyecek de kime verilecek! ??? Ama benim şimdiki derdim, Nobel’in kendisi ve öteki dalın ödülüdür. Nobel, fizik, kimya, tıp dallarında, yani bilim dallarında ve edebiyat, barış, ekonomi gibi doğrudan ideolojik olarak tanımlanabilecek dallarda veriliyor. Fizikte, kimyada, tıpta ödüllerin gerçekten de bilimsel gelişmeye verildiğini hepimiz biliyoruz. Bu dallarda herhangi bir ideolojik yönlendirmeden ya da geniş anlamda politik hesaplardan söz edemeyiz. Edemeyiz çünkü kapitalizmin bilimle henüz köklü bir kavgası yoktur. Bilim, genel olarak, kimi zaman çıkarlara göre yönlendirilse de kapitalizmin ve dolaylı olarak insanlığın hizmetindedir. Ama diğer dallar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Edebiyat da, barış da, ekonomi de doğrudan ideolojiktirler, bilimden uzaktırlar ve bugüne kadar da Nobel ödülleri hep ideolojik hesaplara göre verilmiştir. Burada dar anlamda ‘Türkiye’ye karşı psikolojik haçlı seferi’ KÖLN (Cumhuriyet) Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu, Fransız parlamentosunda alınan sözde ‘‘Ermeni Soykırımı’’nın tanınmasıyla ilgili son kararı ağır bir dille kınadı. Gündeme yeni ve ‘‘psikolojik bir Haçlı Seferi’’nin getirildiğini savunan Avrupa ADD Başkanı Dursun Atılgan, şu değerlendirmede bulundu: ‘‘Yaklaşık 650 üyeli Fransa parlamentosu 2001 yılının ocak ayında 55 üyesi ile toplanmış ve 28 evet oyuyla, sözde ‘’Ermeni soykırımı‘‘nı tanıyan bir karar almıştı. Sözü edilen parlamento 125 üyesi ile 12 Ekim 2006’da toplanarak, 106 evet oyuyla, sözde ‘Ermeni soykırımı’na karşı çıkanları cezalandırmak üzere yeni bir yasa çıkardı. Bu yasa, demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü, anlatım özgürlüğü ve bilimsel araştırma özgürlüğü gibi temel haklara, özgürlüklere ve değerlere pranga vuran son derece ilkel bir yasadır. Bu yasa, uygarlıkla, çağdaşlıkla, insanoğlunun sahip olduğu akıl ve mantıkla, bağdaşamaz. Bu yasa diktatörlükle yönetilen ülkelere yakışır. Papa II. Urban, 1095’te Fransa’nın Clermont kentinde ateşli bir konuşma yaparak, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarında kapkara lekeler olarak yerini alan ‘Din Savaşları’nın en korkuncu olan Haçlı Seferi’ni başlatmıştı. 200 yıldan fazla süren bu savaşlara, bizim atalarımız Türkler sayesinde son verilmişti. Asıl adı Joseph Ratzinger olan, gençliğinde Nazi gençlik örgütlerinde görev almış olduğu Alman basını yoluyla kamuoyuna yansımış bulunan, bugün bile 900 yıl öncesi yenilgiyi içine hâlâ sindiremediği anlaşılan Papa XVI. Benedikt, kendi ülkesi Almanya’nın Regensburg kentinde, eylül ayı ortalarında yaptığı bir konuşmada, Ortaçağ imparatorlarından birinin İslam dini hakkındaki olumsuz beyanından alıntı yapmış ve mealen şuna işaret etmişti: ‘Çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin yeri İslam dünyasıdır, dolayısıyla Avrupa dışında kalmalıdır.’ Bugün Avrupa’nın İsviçre, Danimarka, Fransa, Hollanda gibi birçok ülkesinde Türklere karşı yıldırma, sindirme ve korkutma yöntemlerine başvurularak, ‘Psikolojik bir Haçlı Seferi’ başlatılmıştır. Bu savaşı başarıya ulaştırmak için, her türlü fırsat değerlendirilerek, Türk düşmanlığı körüklenmektedir. Bunun adına ırkçılık denir. Biz Türkler, dünyanın neresinde olursak olalım, şu gerçekleri açıkça haykırmalıyız: Türkler, 9000 yıllık tarihlerinde hiçbir zaman soykırım yapmamışlardır. Soykırımın, sömürgeciliğin, engizisyonun ve din, dil, ırk, renk ayırımının orijini Haçlı seferlerini başlatan ülkelerdir.’’ EMRE DÖKER ‘Karayolu yasası cinayet gibi’ İZMİR Tek gözü görmeyenlerin sürücü belgesi almasına olanak tanıyan yasa, uzmanların tepkilerine neden oldu. Bu yönetmeliğin Türkiye’de uygulanmasının cinayet olduğunu söyleyen Türkiye Trafik Güvenliği Vakfı Genel Başkanı Ekrem Bulgun, ‘‘Bu yasayla sürücü belgesi alan ve ölümlü kazaya karışan kadar, bu yasaya onay verenler de cinayete ortak olmuş olacaklardır’’ diye konuştu. Avrupa Birliği Uyum Yasaları kapsamında çıkarılan ve TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen Yeni Karayolları Trafik Yasası’nda tek gözü görmeyen ve tek kolu olmayan yurttaşlar da sürücü belgesi alabiliyor. ABD ve Avrupa’nın birçok ülkesinde uygulanan yasalar için uzun zamandır çalışan ve dernekleşen yurttaşlar istediklerini kısmen de olsa almanın sevincini yaşarken, Türkiye Trafik Güvenliği Vakfı Genel Başkanı Bulgun, Türkiye’de altyapıyı düzenlemeden böyle bir yasanın yaşama geçirilmesinin cinayet olacağını söylüyor. İki gözü gören insanların dahi ne olduğunu anlayamadan çukura düşebildiğini belirten Bulgun, ‘‘Tek gözü görmeyen yurttaşlar bu standartlarda çok zorlanacaklardır. Yıllık 5 bin olan ölümlü kaza oranı bu yasanın ardından arta cak. Bu yasayla sürücü belgesi alan ve ölümlü kazaya karışan kadar bu yasaya onay verenler de cinayete ortak olmuş olacaklardır’’ dedi. Avrupa’da ne varsa Türkiye’de de aynısının olmasını doğru bulmadığını söyleyen Bulgun, uygulamanın sağlıklı işlemesi için önce küçük yaşlarda eğitim çalışmalarına ağırlık verilmesi ve altyapının geliştirilmesi gerektiğini kaydetti. 2 milyon kişinin yararlanması beklenen yasanın içinde boşluklar bulunduğunu da savunan Bulgun, sürekli araç kullanımının 3 saatle sınırlandırılmasının kim tarafından, nasıl denetleneceğine açıklık getirilmediğini söyledi.