Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Days
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’le söyleşisi C 82. YIL ÖZEL EKİ 29 EKİM 2005 CUMARTESİ Nadi’nin kalemiyle Mustafa Kemal Atatürk Yazan: Yunus NADİ Yunus Nadi Abalıoğlu, ‘‘Cumhuriyet’’i tesis ve neşretmeğe (kurup yayınlamaya) başladığı günlerde ‘‘Yeni Gün’den ‘‘Cumhuriyet’e” başlığı altında bir yazı serisi yazmağa başlamıştı, aşağıya aldığımız makale bu seridendir. 31 Mayıs 924’te çıkmıştır ve hiç şüphesiz Milli Mücadele tarihinin üzerine eğilecek başları aydınlatmakta büyük rol oynayacaktır. (1920) Nisanı’nın ilk haftası zarfında oraya henüz vâsıl olmuş (ulaşmış) olmanın ve memleketin de henüz yeni görülmekte bulunmasının ilk hayret anları geçtikten sonra, Ankara’da büyük bir boşluk içinde bulunduğum hissine kapılmaktan kendimi alamamağa başladım. Bir kere Ankara’nın kendinde ancak icabında (gereğinde) uyanıp canlanmak suretile bertaraf olan bir nevmi müstağrak (uykuya dalmış) hali var gibiydi. Baştan aşağı gezersin: Yalnız uykuda değil, insana sanki ölü bir memleket hissini verirdi. O zaman orada vali vekâleti yapan Defterdar Yahya Galip Bey ki birincide olduğu gibi ikincisinde dahi Büyük Millet Meclisi’nde Kırşehir mebusudur kendi faaliyetlerile ortalığa biraz hayat dahi vermek istiyor gibi görünüyordu ama bu canlı adamın canlı hareketlerinin de mahsus neticeler (özel sonuçlar) verdiği görülemiyor ve anlaşılamıyordu. Derhal çalışmağa koyulmak lâzımdı. Bu beyaban (çöl) içinde işsiz ve güçsüz olarak tek gün geçirmek adeta insana yarı ömrünü kaybettirecek bir melâl ve mihnet membaı (usanç ve sıkıntı kaynağı) olabilirdi. Kırık dökük vilâyet matbaasında haftada üç gün çıkarılan ‘‘Hâkimiyeti Milliye’’yi o zaman Hakkı Behic Bey yazıyormuş. Daha ilk günden itibaren Hakkı Behic bana: ‘‘Birader, para ile değil, sıra ile. Artık sen al bakalım şu gazeteyi’’ Demiş ve pek iyi etmişti. Evvelâ bu beni oyalayacak bir işti. Fakat kâfi (yeterli) değildi. Her gün paşanın karargâhı olan ve şehirden yirmi dakika mesafede bulunan Ziraat mektebine çıkıyordum. Paşa ile konuşuyorduk. İşlerin içyüzüne daha ziyade nüfuz ettikçe (fazla içine girdikçe) hayretim artıyordu. İlk günlerin bende bıraktığı intiba (izlenim), büyük bir çöl ortasında çok küçük bir vaha hissi idi. ‘‘Heyeti Temsiliye namına Mustafa Kemal’’ imzasile bütün memlekete yayılan, ferde (kişiye) hitab eden, cemaate hitab eden, millete söyliyen, herkese cevab veren tebligatın menşei (duyuruların çıkış noktası) hemen hemen yalnız Mustafa Kemal Paşa’dan ibaretti. ??? rtada Heyeti Temsiliye diye müteşekkil (oluşmuş), icabında içtima eder (gereğinde toplanır) ve karar verir bir heyet yoktu. Esasen öyle bir heyet varmış ama şimdi azası (üyeleri) dağınıktı. Ankara’da bulunan bir iki kişi de hattâ içtimaa (toplantıya) bile lüzum görmüyorlar, her şey Ziraat mektebinde Mustafa Kemal Paşa tarafından takrir ve tedvir olunup (kararlaştırılarak uygulanıp) gidiyordu. Denebilir ki Heyeti Temsiliye bizzat Mustafa Kemal Paşa idi. Zâhirde (görünüşte) onun namına (adına) imza ediyordu. Hakikatte o dahil kendisinden başka bir şey değildi. Milleti muhit olan (sarmış) bütün müşkülâta nasıl galebe edileceğine (sorunların nasıl aşılacağına) gelince, hani kaymakam Mahmud Bey kumandasında olarak Geyve istasyonunda gördüğümüz Kuvayı Milliye süvarileri yok mu, işte bugünler için elimizde belli başlı kuvvet olarak ancak onlar vardı. Onlar da bittabi (doğallıkla) devamlı bir şey olamazlardı. Orada izah etmiş olduğumuz veçhile (şekilde) onlar ilânihaye (sürgit) disiplin altında yaşıyacak kuvvetler değillerdi. Onlar herhangi bir heyecan (güçlü duygu) ve halecanla (yürekleri çarparak) yataklarından dışarıya uğramış mübarek kuvvetlerdi. Fakat ilk heyecan anları geçtikten sonra yataklarına avdet etmek (dönmek) ihtiyacından nefislerini menetmemeleri ihtimali galibdi. (gereksiniminden kendilerini alıkoyamamaları olasılığı ağır basardı.) Pek iyi hakikî kuvvet, pek iyi hakikî tertibat (düzen)?.. Onlar neredeydi? Ortada bunlara dair hiçbir alâmet görmüyordum. Yirmici kolordu merkezi olan Ankara’da 98 katırla 150 kadar derme çatma asker vardı. Kolordu kumandanı olan Ali Fuad Paşa bile Eskişehir hareketini halk ile yapmıştı. Denilebilirdi ki o gün için ordu namına ortada fiilî hiçbir şey yoktu. Hattâ kadro olarak bile ordu belki ancak kâğıdlarda vardı. Hakikatte zabit (subay) kadrosu bile yoktu. Memleketin her zaman mabihülistinadı (en önemli dayanağı) olan ordu o kadar yok olmuş, o kadar tuzla buz haline gelmişti. Eğer Mustafa Kemal Paşa’nın mümtaz ve âli şahsiyeti (seçkin ve yüksek kişiliği) olmasaydı, yalnız şu perişan ve muzmahil (darmadağınık) manzara insanı yeis ve nevmididen (karamsarlıktan) çıldırtmağa kâfiydi. O, ama yalnız o karargâhı olan Ziraat mektebinde bir nevi devlet hayatı yaşatıyordu. Bütün bu hakikatleri gördükten sonra oraya gidildiğinde vaziyetten hiç müteessir 336 kuvvetle durdurulamaz. Karesi, Saruhan ve Aydın cephelerine karşı alâkasız değiliz. Fakat oradaki mevcudla, o havalinin mevcudile o işi halletmek imkânı olamaz. Onun için bunca taleb ve müracaatlere rağmen ben oraya gitmedim. Yunan cephesi Aydın veyahud Saruhan livalarının cephesi değildir. Yunan cephesi bütün memleket ve bütün vatan cephesidir. Ne zaman, bütün memleket ve bütün millet bu cephenin hakikî manası bu olduğunu anlar ve öyle de benimserse, işte bu cephe o zaman yıkılmış ve Yunanlılar da işte o zaman denize dökülmüş olur. İşte ben şimdi bu hakikî lüzum ve zaruretin tesisi peşindeyim. Hattâ halledeceğimiz şey, yalnız bir Yunan cephesinden ibaret de değildir. Memleketin selâmeti ve milletin istiklâli mevzuubahistir (söz konusudur). Önümüzde ‘‘Misakı Millî’’ var ki bütün prensiplerimizi mütevazıane (alçakgönüllü) bir şekilde ifade ediyor. Düsturu vazetmişizdir (kuralı koymuşuzdur). Milletin istiklâlini vatanın son kaya parçası üzerinde müdafaa edeceğiz, kurtaracağız veya eğer mukadderse öleceğiz. Fakat eminiz ki ölmiyeceğiz ve kurtaracağız. Evet, hepimizin maksudumuz (amacımız) ve azmimiz bu. Oraya varmak için daha evvelden verilmiş kararlar ve halledilmiş meseleler olmak lâzımdır. Benim itikadıma (inanışıma) göre, bu türlü büyük vaziyetlerde kararları zaman verir ve meseleleri de o halletmiş (çözmüş) bulunur. Bu itibarla ben zannediyorum ki kararlar kendi kendine verilmiş ve meseleler de kendi kendine hallolunmuştur. Olunmıyanları varsa onlar da olunur giderler. Meclis’in ne vakit toplanabileceğini tahmin ediyoruz? Bir de acaba her kerameti Meclis’ten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek için ben bu niyet ve kanaatte değilim. Zaten ıstırabım da ondandır. B O u ıstırab beyhude ve bu kanaat hiç olmazsa eşkâli zâhiriyesile eşkâli hakikiyesi (görünen şekliyle gerçek şekli) arasında galattır (yanılmadır). Ben bilâkis her kerameti Meclis’ten bekliyenlerdenim Nadi Bey. Bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet ancak millî kararlara istinad etmekle (dayanmakla) milletin temayülâtı umumiyesine (genel eğilimlerine) tercüman olmakla hasıldır (meydana gelir). Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmıyalım. O esaret ve zilleti kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine: ‘‘Ey millet! Sen esaret ve zilleti (aşağılanmayı) kabul eder misin?’’ diye sormak lâzımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali soran çocuklarını harzıcan edecek gibi (canlarını koruyacak kadar) seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet, kendisine bu suali soran çocuklarının hep o esasa müstenid tedabir (kural içindeki önlemlerini) ve tertibatını canla başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kani olarak... Fakat İstanbul’da düşmanlarla birleşmiş bir saray olduğunu bilmek ve hiç olmazsa bu teferruat (ayrıntı) üzerinde bazı kararlar almış olmak lâzım değil midir? Mustafa Kemal Atatürk ve Yunus Nadi olmıyan, gözleri istikbal içinde (geleceği karşılamak için) parlayan bu adamın huzurunda insan ümid ve kuvvet alıyordu. Dediğim gibi evvelâ Heyeti Temsiliye filân diye müteşekkil ve müçtemi (oluşmuş ve toplanan) bir heyet yoktu. Her şey o idi, her şey Mustafa Kemal Paşa idi. Heyeti Temsiliye namına gördüğüm mesai heyeti (çalışma ekibi) o zaman için biri Hayati Bey’in idaresinde cephe muhaberatını (haberleşmesinin) idare eden, diğeri şimdiki Dahiliye Vekili Receb Bey’in idaresinde her nevi ve muhtelif muhaberat ve muamelâta bakan iki kalemden ibaretti. Ve bu iki kalemin hâkim ruh ve manası da ancak mutlaka insana huzur ve istirahat veriyordu. Nisanın üçüncü veya dördüncü günü Paşa’nın ısrarile görüşmek üzere ilk defa olarak geceyi dahi Ziraat mektebinde geçirdim. Paşa: A be çocuk, hani kahve!.. Dediği zaman saat gece yarısından sonra ikiye gelmişti. O zamana kadar çocuk üç defa kahve getirmişti. Paşa getirilen kahveleri hesaba katmıyor, bir kere verilmiş olacak kahve emir ve kumandasının mütemadiyen tatbik olunup (sürekli olarak uygulanıp) bitmesini istiyordu. Şimdi vaziyeti mütelaa ediyorduk. Ben Kuşçalı’dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara’da gördüklerimle tamamen itilaf edememesi (uyuşamaması) iltizam ettiğim (pratiklik yandaşı olduğum) için doğrudan doğruya Yunan cephesine taarruz ettim. Orada mütehaşşid (yığılmış) muntazam (düzenli) bir kuvvet vardı ve onun karşısında da bizim gayrimuntazam (düzensiz) kuvvetlerimiz... Bence cepheyi tutan oradaki Kuvayı Milliye değildi, belki ‘‘Milen’’ hattı denilen siyasi vâhime (yersiz korku) idi. Paşanın gözleri parladı: Bunu bana Sıvas’a da yazdınızdı, o cephelerden de aynı mealde (anlamda) müracaatler vaki oldu. İsteniliyordu ki Sıvas’ta veya şurada burada oturarak vakit geçireceğime sanki buralarda boş vakit geçiremiyormuşum gibi gideymişim de, o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir O ustafa Kemal’den: Evvelâ Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve ona niyabeten (vekâleten) Meclis’tir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servetü sâman (maddi varlık, para) demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve mevcudiyetine zıd (varlığına aykırı) olan mezalim ve tazyikatın (zulüm ve baskıların) kâffesini bertaraf (tümünü yok) etmeğe muktedir olmak salâhiyetini (yetkisini) yalnız nazariye olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz. M Mustafa Kemal Paşa idi. Ziraat mektebindeki Mustafa Kemal Paşa karargâhında Paşa’ya tebaan (uyarak) geç, bazan geceyarısından iki saat sonraya kadar geç yatılırdı. Binaenaleyh ertesi gün de geç kalkılırdı. Bu geç yatılmanın sebebi bilhassa gece çalışıldığından ileri gelirdi. Paşa geceleri bir taraftan muhaberatı takib ederken, diğer taraftan da yanında bulunacak bir iki, üç beş, hulâsa kaç ise arkadaşlarla en mudil (çetin) meseleleri fikir halinde, nazariye halinde, hakikat halinde, uzun uzun tetkik ve münakaşa ederdi. ??? nkara’daki Ziraat mektebinde müthiş bir varlık yaşıyordu. Paşa’nın şahsını görmek ve hele onunla konuşmak şeklinde gizli bir ıstırabın zebunu idim (acının altında eziliyordum). Paşaya saklamadım ki kendi huzuru azamî emniyet ve itminanı mucibdi (varlığı büyük bir korkusuzluk ve güven yaratıyordu). Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekte o kadar kuvvetliydi. Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu inhilâlden (çöküntüden) bir teşekkül yaratmak lâzımdır. Maamafih, sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilâttır, işte şimdi onun üzerindeyiz... Ben pratik olmağı A müşahede ve telâkki bu noktai nazara hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç isticalim (acelem) yoktur ve o cephelerin hayır ve selâmeti için isticalim yoktur. Mustafa Kemal Paşa Demirci Mehmed Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların kadir ve kıymetlerine halel (eksiklik) vermek istemiyorum. Bilâkis, onlar pek iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârane çalışıp duruyorlar. Fakat hareketlerinin mecmu kıymeti (toplam değeri) vatanperverane bir tezahür mahiyetini tecavüz edemez (belirti niteliğini aşamaz). Bu da bir kıymettir, hem çok büyük kıymettir. Fakat bu kıymet manevi bir kıymettir. Yunan orduları ise maddi bir teşekkül olduğundan yalnız böyle manevi bir nların hepsi malumdur. Fakat bizim bildiğimiz hakikatler, milletçe de tamamen malum olunca onun mukarrerat bahsinde dahi (sonuçlandırılması konusunda da) bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmemelidir. Ben bilâkis milletin bu hususta daha salim (sağlıklı), daha kat’î kararlar vereceğine kaniim. Hulâsa millet bu halâs cidalinde (Kurtuluş Savaşı’nda) bütün vaziyeti bütün vuzuh ve sarahat (açıklığı) ile gördükten sonra aledderecat (durumuna göre) en salim, en makul ve en yüksek kararları verecek ve bence muhakkaktır ki o bu bahislerdeki kararlarında hattâ seni ve beni çok geçecektir. Ben bundan emin olarak işlerimize bakalım derim. Evvelâ Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve ona niyabeten (vekâleten) Meclis’tir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servetü sâman (maddi varlık, para) demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin hayat ve mevcudiyetine zıd (varlığına aykırı) olan mezalim ve tazyikatın (zulüm ve baskıların) kâffesini bertaraf (tümünü yok) etmeğe muktedir olmak salâhiyetini (yetkisini) yalnız nazariye olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz. Paşa ile bu vadide muhtelif meseleleri mütelaa eden uzun muhaveremiz (konuşmamız) gecenin saat üç buçuğuna kadar devam etti. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan nazarımda canlı insanlarla dolu bir istihkâm ve âbu tâbı (görüntüsü) ile nazarları eğlendiren bir gülistan olmuştur. İlk defa olarak vicdanen de pürhuzur (huzur içinde) çok rahat bir uyku uyudum. Yunus Nadi’nin ölümünden sonra 1 Temmuz 1945 yılında Türkçe harflerle tekrar yayımlanan söyleşidir.