Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Capello’nun işine karışabilirler mi? ÇETİN SUSAN 965 yılında kurulan Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği (TÜFAD), bugün yurt genelinde 46 şubesi ve 13 bin 650 üyesi olan bir meslek örgütü. Geçtiğimiz yıl 6. kez dernek başkanlığına seçilen İsmail Dilber’le, Ankara’daki genel merkezlerinde söyleştik. Dilber, Ankaragücü, Adanaspor, Balıkesirspor ve Beşiktaş’ta 16 yıl futbol oynadıktan sonra, A kursunu bitirmiş ancak Ankaragücü’ndeki altyapı antrenörlüğü ve menajerlik dönemi dışında profesyonel görev üstlenmemiş bir isim.10 yıllık dernek başkanlığının yanısıra, 9 yıl da Şenes Erzik ve Haluk Ulusoy federasyonlarının yönetim kurullarında bulunan İsmail Dilber, 59 yaşında ve Gazi Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu mezunu. Aktif futbol yaşamını savunmanın göbeğinde geçiren Dilber’in, Ankaragücü yıllarında Erman Toroğlu ile stoperlibero olarak oluşturdukları ‘Maginot Hattı’, uzun yıllar futbolseverlerin belleklerinden silinmemişti. Türkiye’de antrenör enflasyonu olduğu fikrine katılıyor musunuz? Hayır, arz fazlası yok. Esas sorun, ülke şartlarına bağlı kazanç sorunu.Faal futbolculuk sona erince, gelir bir anda sıfırlanıyor. Peki, bunun önlemi nedir? Marmara depreminde, bölgedeki arkadaşlarımıza 6 ay destek olduk.Hasta olana yardım ediyoruz.Çözümü kurumsallaştırmak için, Türkiye Futbol Antrenörleri Vakfı’nı kurduk ama maalesef vakfın gelirini arttıramadık.Federasyondan ilk kez geçen yıl ekonomik destek aldık.Bu parayla da Ankara Kavaklıdere’de Antrenörler Evi yaptırıyoruz. Söz açılmışken, niye federasyon yönetiminde değilsiniz bu dönem? Şartlar onu getirdi. ’Dernek hep koltuk peşinde’ dedirtmemek için girmedik. Bundan sonra yine orada olmak talebimizi sürdürürüz.Federasyonda futbolcu ve antrenörlerin temsilcisinin olması şart, hatta Ceza ve Tahkim Kurulları’nda da. Yaygın görüş doğrultusunda soruyorum; teknik adamlar birbirinin ‘kuyusunu kazar mı’? Böyle bir şeye inanmıyorum.Zaten bu laf sadece tepedeki teknik direktörler için söylenir. Bizim en büyük suçumuz, konuşmanın yerini ve zamanını seçememektir.Bir meslektaş kötülendiğinde, ses çıkarmıyor veya onaylıyoruz. Sizce binlercesinin arasında ‘öyle’ teknik direktör yok mu? Mesleğe sahip çıkmak, toplum önünde cevabını vermek lazım.Sanatçı geçinen birisi de televizyonda, dönemin Galatasaray antrenörü için “Ben onu, iner tokatlarım!” demişti.Biz de “Sen kimsin” dedik, üstelik yabancı bir hocaydı, Galatasaray Kulübüne de yazı yazdık sahip çıkılması için. Niçin bazı hocalar hiçbir zaman işsiz kalmaz? Her ülkede böyleleri vardır.Örneğin Zeman, İtalya’da hep iş bulur.Belki yöneticiyle, belki oyuncuyla iletişimleri iyidir, belki birileri destekliyordur.Bunlar doğaldır, yaşamla ilgilidir. Federasyonun bu işlerde etkisi var mıdır, fazla gözönünde olmayan kulüplere “Şununla çalış” baskısı yapıyor mudur örneğin? Varsayalım ki vardır, ama çok azdır.Gündem teşkil etmez. Sizce bizim antrenörlerimizde ne eksik? Medyaya, taraftara, yöneticiye karşı kendilerini iyi koruyamıyorlar.Bir de, bilgide eksikleri yoktur ama, bilgiyi kullanmada, aktarmada eksikleri olabilir. C 1 SPOR FUTBOL OCAK SALI ALTERNATİF ‘Abdurrahman Çelebi’ Federer BARBAROS ÇIDAL eçtiğimiz günlerde Hıncal Uluç köşesinde bahsetmiş, “Teniste erkeklerde Federer’e rakip çıkmıyor ve erkek tenisi iyice ölüyor” diye. Avustralya Açık’ı başından sonuna kadar seyreden biri olarak ben de bu fikre sonuna kadar katılıyorum. Federer ne büyük bir yıldız, ne asla yenilmeyecek bir şampiyon. İsviçreli sadece doğru zamanda doğru vuruşu yapabilen ve soğukkanlılığını hiç yitirmeden oynadığı için istikrarını bozmayan ve az hata yapan iyi bir oyuncu. Ama onu seyretmenin büyük keyif verdiğini söylemek zor. “Abdurrahman Çelebi Federer” öyle bir dönemde oynama şansını elde etti ki en büyük rakibi sadece dayanıklı olmasıyla ünlü Nadal. Her topu karşı alana atmaktan başka meziyeti olmayan ve maçları anlatanların nesini öveceklerini bilmedikleri için “Her topa yetişiyor, bu ne hırs” dedikleri İspanyol’un, uzun ve dar şortuyla verdiği göz rahatsızlığı da cabası. Nadal’dan sonra sıralamada olanları ise yazmaya değmez aslında. İlk çıktığında bu kadar deli oynayan ve sert servis atan biri ortalığı sallar dememe karşın çim kort oyuncusu olmanın bir adım ötesine geçemeyen Roddick ve aslında vasat oyuncular olmalarına rağmen adam yokluğunda sıralamada 3,4 ve 5. sırada olan Davydenko, Ljubicic ve Blake. Hangisini ekranın karşısına geçip seyretmeye değer ne olur cevap verin. Yaşım mı ilerliyor bilemiyorum ama “Nerede o eski şampiyonlar” demeden geçemeyeceğim. İlk tenis seyretmeye başladığım yıllardaki efsane Bjorn Borg ve John McEnroe hala hafızalarımda. Tahta saplı raketlerle de olsa her an sürpriz bir vuruş yapabilecek ve bizi şaşırtacak kadar usta raketleri hatırlamamak mümkün mü? Ayrıca McEnroe’nun hakemle, seyirciyle hatta kendiyle kavga etmesi bile olaya renk katıyordu. Federer’in o yıllardaki versiyonu Jimmy Connors ise arada fırsat bulduğunda düz ve gösterişsiz oyunuyla 12 turnuva kazanıyordu. Boris Becker’in Wimbledon’da 18 yaşında kortta her yana uçarak sergilediği çılgın performansla şampiyon olması, uzun sarı saçları ve renkli kıyafetleriyle Andre Agassi’nin boy göstermesi ve “Buz adam” Ivan Lendl’ın Fransa Açık finalinde isimsiz bir genç olan Michael Chang’e yenilmesi ise unutulmayanlardan. Chang 5 set süren finalde adeta bir duvar gibi her topu sadece karşı alana atmasıyla Lendl’ı bile sinirlendirmeyi başarmıştı. Pete Sampras’ı ise hangi kategoriye koyacağımı bilemiyorum. 1997’de Münih’te şampiyonların katıldığı Compaq turnuvasını naklen anlatmaya gittiğimde onunla tanışma şansını bulmuş ve çıplak gözle seyrettikten sonra hayranlığım iyice artmıştı.Eşi benzeri olmayan bir zariflikle ve güçle oynadığı için bu kadar başarılı oluyordu sanırım. Avustralya’lı Patrick Rafter bile bu yıllarda oynasa başarılı olurdu. Aynı turnuvada yarı finalde Rafter’ın Çek Petr Korda’yı 3 saat 50 dakikada yendiği maçın ise bende başka bir anısı var. Bütün televizyonların 2 spikerle geldiğini gördüğümde “ne gerek var” demiştim. Ama 3 saat 50 dakika tuvaletimi tutarak maçı anlatınca bunun nedenini acı bir şekilde anladım. Sampras da yıllar boyunca 1 numarada kaldı ama Agassi, Becker hatta Rafter onu yenmeyi başardı. Bu kadar büyük bir şampiyon olmasına karşın Sampras ile Federer arasındaki tek benzerlik ikisinin de Roland Garros şampiyonluğu bulunmaması. Federer ben bu satırları yazarken Avustralya Açık’ta finalde set vermeden Gonzalez’i yendi ve şampiyon oldu. Maçtan sonraki konuşmasında ne kadar vefalı ve iyi bir insan olduğunu kanıtladı ve herkesi duygulandırdı. Ama bunlar onu kortta seyrederken duyduğum sıkıntının önüne geçemeyecek. Heyecan veren ve tenisi makina gibi oynamayan bir oyuncu bulana kadar erkek tenisi tatsız tuzsuz bir halde devam edecek. G PATRON KULÜPTÜR Hocalarımızın kendilerini geliştirme eğilimini nasıl buluyorsunuz ? Ben, Avrupa Antrenörler Birliği’nin yönetim kurulundayım ve dil bilmiyorum.Yani konunun önemini biliyorum.Ama dernek olarak ancak lokal kurslar düzenleyebiliyoruz, çünkü coğrafi olarak mümkün olabilen bu. Başkanların, yöneticilerin teknik adamların işine müdahale etmelerini nasıl karşılıyorsunuz? Lippi’yi takımın başına getirdiniz, nasıl karışacaksınız? Adamın odasına girmek için telefon açmanız lazım.Mourinho’nun başkanına selam verip vermediği bile tartışılır, keza Capello’yu işbaşına getiren, “Ben bunun işine karışırım” diyebilir mi? Bizdeki noksanlık tavır koymayı bilmemekte.Sınırlar çizilecek, herkes işini yapacak.Hemşehrilik, ağabeykardeşlik, renkdaşlığın etkili olmaması lazım.Patron kulüptür! Duruma bakılırsa, meslektaşlarınız bu konudaki önerilerinize pek kulak asmıyorlar galiba? Asıyorlar da, dış etkenler ısrarla onları tersine sürüklüyor.Örneğin birisine ısrarla ‘Beşiktaşlı’ olduğunu anımsatıyorlar, o arkadaş da bu görüşe meylediyor, ama kendi faaliyet alanını kıstlamış oluyor böylece. 22