Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
P E N E M E Adnan Özyalçıner Yıkım günleri sürüyor enim, 1972'de yayımlanan "Yıkım Günleri" adlı bir öyküm var. O öyküde Şehzadebaşı Saraçhane alanında yapılan bir yıkım anlatılıyor. Caddenin genişletilmesi için ortadan kaldırılan adanın yıkımı anlatıürken orda oturanlann yıkımdan etkilenişlerine değiniliyor. Yıkılan pdadaki yapılardan birinin bodrumunda barınan bir de topal bir satıcı vardır. Yazları gelincikler, yeşil yapraklarla süslediği çavalyesinde taze badem hıyarı satan bu adam, güz günleri de yıkılan adanın köşe duvarı dibinde kebap kestane satar. Yıllar yılı sürüp gitmiştir bu. Yıkım tamamlandıktan, yani cadde genişledikten sonra topal kestaneciyle mangalını, sonra da gelincik ve yeşil yapraklarla süslü çavalyesine sıraladığı badem gibi kıtır kıtır olan parmak boyundaki körpe Çengelköy hıyarlarını bir daha kimse görmez. Daha doğrusu topal kestaneci, her yıkımda ölüme biraz daha yaklaşır. Kestanelerini sattığı son yer, yıkımdan kurtulan eski bir türbenin mezarhk duvarının dibidir. Artık kestanecinin ölüp ölmemesi önemli bile değildir. Mangalının ya da çavalyesinin varlığıyla yokluğu da öyle. Çunku caddeden uzaklaştırılmış, ölümcül bir köşeye itilmiştir. B Cibali, Fener, Balat yolundaki yer yer daralan, iki yanında Bizans dehlizleri içine yerleşmiş fabrikalar, atölyeler bulunan, caddeden geçen hurdası çıkmış EyüpKeresteciler otobüsü gelir. Yer yer Bizans duvarları ya da surlarıyla çevrili o sıkışık caddenin yarı karanlık, yarı gölgeli, azıcık güneşli durumunu yeniden görür gibi olurum. Oradan otobüsle geçerken karşıdan gelen bir baska otobüs, otomobil ya da yük boşaltan bir kamyon, bir at arabası yolu tıkamış gibi olur. Bugün, butün o gölgeli sokaklar, yarı karanlık cadde ortadan kalktı. Asfalt yol genişledi. Artık tıkanmıyor. Iş yerleri ve duvarlar yıkıldı. Yeşil alanlar, Haliç'e kadar uzanıyor. HaliçM açmanın, Haliç'e açılmanın beton kırlıklar yapmaktan başka çözümü yok muydu demekten de kendimi alamıyorum. Bir Orhan Kemal öyküsü bulmak için çarçabuk kitaplığa uzanıyorum. Başka bir şey düşünmemek için de bulduğum ilk öyküye kendimi bırakıyorum. Gelecekçi olmak, geçmişe özlem duyguları içinde, olduğun yerde durup kazık gibi dikilmekten iyidir elbet. Geleceğe ulaşmak için durmayıp ilerlemenin de bir yolu yordamı olmalı ama. Yakın bir gelecekte Galata Kulesi'yle Beyazıt Kulesi'nin çevresinin, Çamlıca tepeleri nasıl düzleştiriliyorsa, usturaya vurulmuş dazlak bir kafa örneği temizlendiğini görur, kulelerin yerlerinde de simgesel birer çelik yükseltiye lastlarsak kendimi/i ilerlemiş, çağdaş hıza ayak uydurmuş mu sayacağız. Caddeleri, güneşten korumak için, çölleşmeyi önlemek üzere, ağaçlandırma yerine, büyük tentelerle gölgelendirmeye kalkmakla mı uygar olacağımızı sanıyoruz. Üç yanı denizlerle çevriu', çevresi kırlık, ormanlık olan güzelim kentimiz her yıkımın ardından gelen betonlaşmanın yoğunlaştırdığı havasızhkla doğal oksijenini gittikçe yitirdiğinden kentin havasını tazelemek üzere yakında konserye kır havası, deniz ve dağ havası getirtmek isterlerse sakın şaşırmayın. Hem de bu havayı büyüklerimiz bize ithal yoluyla getirecekler. özür dilerim, yanlış oldu, sunacaklar. lthalden amaç, kaçakçılığı, karaborsayı önlemek elbet. Her şey iyiliğimiz için açıkçası. Yığınsal bir betonlaşmanın içjndeyiz. Betonu artık kazma kürekli ırgatlar yerine büyük, döner, dev beton makineleri karıyor. Istedığin yeri saniyesinde betonlaştırıyor. Bu durumda bir avuç toprak kalmıyor. Toprak kalmayınca çiçekten yoksun kalıyoruz. Çiçekleri unuttuk artık. Renklerini de kokularını da. Ama kokularını unutmamamızı isteyenler var. İyiliğimiz için. O yüzden oda spreyleriyle yatak odalarımıza, helalarımıza kadar evlerimiz çiçek kokularından geçilmiyor. Gerçeği bu kadar kokmazdı çünkü. Görmeden kokuyu algılayamayanlar için de kızıl gülle karanfilden mor salkımlı leylağa kadar plastik çiçeklerimiz var. Herkes için. Gerçeğinden daha renkli, daha albenili. Unutulan, yıtınlen, yerine konulamayan ne varsa, kitaplarda bulabilirsiniz şimdi. lstanbul'u gezmek, dolasmak, görmek mi istiyorsunuz, tstanbul'u mu seviyorsuhuz, lstanbul'da yaşamayı mı özlüyorsunuz hemen kitapları indirin raflardan. D Böylece cadde eski renginden, eski havasından bir şey yitirmiştir. Artık o cadde değildir. Caddenin, yüzyıllık çınarlarının kesimiyle gölgelik bir cadde olmaktan çıkarılıp güneşin yakıcılığına bırakılışından, çölleştirilişinden öyküde söz etmemişim nedense. Oysa çocukluğumuzda, taşıtların iki yanlı gidip gelmesinin yanı sıra, ortadaki ağaçhklı yaya kaldırımında biz de gezinme olanağını bulurduk. Hiç unutmadığım bir şey var. Biz Karagümrük'te otururduk. Yaz günleri, akşama yakın saatlerde insanlar bu caddeye tıpkı kıra gider gibi, serinlemeye, gezmeye çıkarlardı. O zamanlar küçük ara sokaklarında sıkılanlar, sevgilisiyle buluşmak isteyenler, hava aldırılmak istenen çocuklar, herkes, hepimiz caddeye gezinmeye çıkardık. Bahçeli kıraathaneler de caddedeydi. Babalarımız aksamları orda otururdu. öyküde anlattığım yıllar, genişlemek adına yıkımın ilk başladığı, sonra da hızla yayıldığı yıllar. Yıkım çok önceleri bir ağaç kurdu gibi içten içe belki oymuştur kenti, ama püf deyince her şeyin iskambil kâğıtları gibi yıkılıvermesi o yıllara rastlar. Çünkü zamanın başbakanı lstanbul'a her gelişinde yüksek bir yapının tepesinden ya da helikopterden, belki de uçaktan, gözünde kara güneş gözlükleri kenti baştan sona şöyle bir tarardı. Görüşünü engelleyen neyse parmağını oraya uzatıp aşağı mı çevirirdi, yanındakilere zart zurt mu ederdi bilmem ama, ertesi gün o sivrilik, başbakanın görüşünü engelleyen o ada, üstünde isterse yüz yapı, iki yüz yapı olsun, ortadan kalkardı. Ne caddeler, ne alanlar, o yıllarda bu yıkımlardan kurtulamadı. Yıkım günleri bugün de sürüyor. O günlerin aklı ya da akılsızlığı mı egemen yine? Bunu bilmem. Bildiğim, akıllıca olsun ya da olmasın, planlı programlı olsun ya da olmasın yıkımın kötüluğü, insanı etkilemesinde, yaralamasında, renkleri ve özellikleri yok etmesinde, kişiliği ortadan kaldırmasındadır. Yıkım karşısında istediğiniz kadar yapıcı olun, yok edileni yeniden var edemezsiniz. Bunu yapanlar zaten böyle bir şeyi de istemiyorlar. Tarihle, geçmişle birlikte kentin kişiliğinin, bilincinin de yok olduğunu görmüyorlar. Onu öldürüyorlar. Galata Kulesi ve Büyük Hendek Caddesi: Yıl 1926. Neve Şalom Sinagogu'nun da yer aldığı ve Şişhane'den Galata Kulesi'ne açılan bu cadde, bugün de aynı görünümünü sürdürüyor, yanı Istanbul'un kendini oldugu gibi korumuş birkaç caddesinden biri. Geçen gün, bir arkadaşım, Çamlıca'da yeni aldığı evi tarif ediyordu. Küçük Çamlıca'da olduğunu söyledi. öylesine değişmiş, yeni yapılarla, yeni kazılarla öylesine ters türs olmuştu ki Çamlıca, bir türlü evin yerini kestiremedim. Sonunda arkadaşım, "Boğaz Köprüsü'nün ayağma bakıyor" dedi. O zaman anlar gibi oldum. Ne gecmişe dönmekten yanayım, ne de geçmişe özlem duyanlardanım. Yalnız şunu sormaktan kendimi alamıyorum: Bir zamanlar bir Göksu Deresi, çevresinde de Göksu Çayırı vardı. Pazar gezmeleri yapılırdı. Okul gezileri düzenlenirdi. Bir de Küçüksu Çayırı vardı. Yakınlara kadar hem de. Ne oldu şimdi, nerdeler? Gezinti yeri olmaktan çıkmış bir biçimde ikisi de yerli yerindeler. EUerini oğuşturup duran, ağızlarının suyu durmamacasına akan yapsatçılann gözetim ve denetiminde. Betonlaşmak için gününü bekliyor. Zaten bu halleriyle görmeye gitmek isteseniz de Boğaz'a giden bir vapuru güç bulursunuz. Usküdar'a geçip ordan otobüsle, dolmuşla falan... Bildiğimiz Boğaz iskelelerinin hepsi birer birer öldü. Yavaşlıklarından mı, eskiliklerinden mi kaldınldı Boğaz vapurları bilmem ama Boğaz'da çok şey öldü. Boğaziçi yok artık. Yitirilen ne varsa turistik gezikr, özel vapurlarla motorlara doluşularak sürdürülmek isteniyor. Çağımızda en hızlı ne varsa, en ilerde olan kimse, ona, onlara ulaşmak istiyoruz. Çağdaşlığın bir gereği bu elbette. lşte hızlı deniz otobüslerimiz de geldı. Yirmi dakikada Istanbul'un bir ucundan ötekine uçarcasına gidiyor. Yarı yarıya bpş da olsa önemli değil. Yeni bir olanak bu. Bizler, deniz otobüsünden yeni bir olanak olarak yararlanırken çürüyen iskelelerinde unuttuğumuz iki Boğaziçi vapuru, denizin ortasında kafa kafaya gelip intihara kalkıştılar. Vapurtarın intihan ve bir deniz kazası engellenip şimdilik hafıf atlatıldı ama deniz otobüsleri çoğalıp öteki vapurların yerini aldığında, korkarım, İstanbul limanının ağzını kapatan Kız Kulesi'ni de ortadan kaldırmaya kalkarlar. Kız Kulesi'nin ortadan kaldırılması, karadaki kadar zor olmasa gerek. Molozunu kamyonlara taşıtıp denize dökemeyeceğine göre denizin içine yıkıp boğuverirsin Kız Kulesi'ni. Olur biter. Oralarda nasılsa Haydarpaşa limanına ek ünitelerin yapımına girişilebılir. Böylece elverişli bir ortam sağlanmış olur. Haliç deyince hep Orhan Kemal gelir aklıma. Orhan Kemal'in öyküleri gelir. Oykülerde 21