26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

18 OKURKEN Türey KÖSE 10 Haziran 2011 Cuma 362 İki Ankaralı yönetmenin adalet eleştirisi Faulkner’dan Ses ve Öfke illiam Faulkner’ın Ses ve Öfke romanı, 20. yüzyılın çağdaş Amerikan edebiyatının klasiklerinden. Sıradan insanların büyük trajedilerinin romanı. Nobelli yazar, bu kitabı birkaç kez yazmış. Romanın ilk bölümü, okur için sınav anlamı taşıyor. Bu bölümün zorlu, kafa karıştırıcı sayfaları aşılıp, ikinci bölüme geçildiğinde kitap açılıyor. Okumak, kavramak, anlamak biraz daha kolaylaşıyor. Ama sadece “biraz!” Kitapta ABD’nin güneyinde yaşayan Compson ailesinin dağılışı anlatılıyor. İlk bölümde zihinsel özürlü oğul Beny; ikinci bölümde kızkardeşi Candace (Caddy) ile yaşadığı ensest nedeniyle karışık duygular içindeki ağabey Quentin; üçüncü bölümde de mantıklı, otoriter diğer erkek kardeş Jason’ın anlatımlarıyla ailede yaşananları izliyoruz. “Ses ve Öfke’ye Ek” başlıklı William Faulkner imzalı son bölümde anlatıcı yazar olayların sonunu açıklığa kavuşturuyor. Romanda çizgisel olarak akan bir zaman kavramı yok. İlk bölüm 7 Nisan 1928, ikinci bölüm 2 Haziran 1910, üçüncü bölüm 6 Nisan 1928, dördüncü bölüm 8 Nisan 1928 başlığını taşıyor. İlk bölüm zihinsel özürlü kardeşin gözünden anlatılırken; daha çok sesler, kokularla aktarılan, içgüdüsel, dağınık bir anlatım söz konusu. Bilinç akışı tekniği kullanıldığından, bölüm anlatıcısının zihinsel özürlü olduğu da göz önüne alındığında izlemesi, kavraması zor bir anlatım var. İkinci bölüm Quentin’e armağan edilen bir saatten yola çıkılarak “zaman” kavramıyla ilgili çarpıcı bir bölümle başlıyor: “Sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum, demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılayamayacaktır . Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an olsun unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır, demişti. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.” Zaman “acıta acıta” ilerliyor, ensest ilişki Quentin’i intihara götürüyor. Faulkner’ın karakterlerinin inandırıcılığı, kahramanlarının özellikleriyle anlatım dili arasındaki koşutluk çarpıcı. Olay örgüsü karışık, anlatım dili okuru zorluyor. Ses ve Öfke, Faulkner’ın yazdığı ilk romanlardan olmasına karşın birçok eleştirmen tarafından yazarın en iyi romanı olarak anılıyor. Buna “en zor okunan” romanı özelliğini de mutlaka eklemek gerekir. Bazı kitaplar emek ister ve onlara ancak ikinci okumanızda ve belli bir yaştan sonra “ulaşabilirsiniz.” Ses ve Öfke, “okurluk tecrübesi”, bilgisi ve sezgisi isteyen bu tür kitaplardan... W ‘AdaletOyunu’ sinemada SELDA GÜNEYSU ANKARA Vizyona bugün girecek, başrollerini Mustafa Uğurlu, Erol Keskin, Serap Sağlar ve Tolga Evren’in paylaştığı “Adalet Oyunu” adlı filmin iki Ankaralı yönetmeni, Ali Özuyar ve Mahir Özmen’le, İmge Kitapevi’nde konuştuk: Sizi, özünde adalet kavramının sorgulandığı bir film çekmeye iten neden nedir? A.Ö: Hoşgörüsüzlük... Toplumda giderek artan hoşgörüsüzlük ve bu hoşgörüsüzlükle birlikte insanların adaleti hep kendi yöntemleriyle arama ihtiyacı... Filmde bunu Sezgin karakteri üzerinden yapıyoruz. Belirtmek gerekir ki, bu bir “katil kim” filmi değil. Bu nedenle ucu açık bir film. ‘Ülkemin gerçeğinden yola çıktım’ Filmde adalet kavramını nasıl sorguluyorsunuz? M.Ö: Ben senaryo yazarken tabii ki kendi ülkemin yaşanmış gerçekliğinden yola çıkmak durumundaydım. Sinema anlayışım kesin bir şekilde ilk 20 dakikada öyküyü kurmak için yaratılan atmosferin, daha sonraki dakikalarda önemini kaybetmesi ve dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanında, herhangi kişliler arasında geçecek bir çatışmaya dönüşmesi. İzleyici kendini filmin merkezinde görebilmeli. Nasıl bir araya geldiniz? A.Ö: Ben tarih eğitimi aldım. Sinema tarihi konusunda çalışmalarım ve birkaç kitabım var. Arkadaşım Mahur ise bir avukat. İkimiz de sinema sanatına tutkunuz. Çok uzun zamandan bu yana film çekmek istiyorduk. Öykü Mahur’a ait. ‘Acemiolarak nitelendirildik’ Ankaralı yönetmenlere İstanbul nasıl baktı? A.Ö: Büyük zorluklar yaşadık. Öncelikle Ankaralı olduğumuz ve sinema camiasında tanınmadığımız için İstanbul’daki camia bizlere “Ankara’dan gelmişler, film çekmek istiyorlarmış. Acemidir bunlar” gözüyle baktı. Bu durumun bedelini de maddi ve manevi olarak ödedik. Yaptığımız her iş için para ödemek zorunda kaldık. İyi ilişkiler kuramadık İstanbul’la. Çaycıya kadar herkes bizden yararlanmaya çalıştı maddi olarak. İkinci film için deneyim oldu bize. Yeni film de sırada mı? A.Ö: Mahur, 12 Eylül üzerine bir film senaryosu için çalışıyor. Benim de 1916’da, Doğu Cephesi’nde yaşananlara ilişkin bir projem var. Umarım bu filmimiz beğenilir, harcadığımız parayı geri kazandıracak bir hasılata ulaşırız ve ikinci filmi çekebiliriz. Tek umudumuz bu. ‘Bakanlık destek vermedi’ Film çekmek için gerekli bütçeyi nereden buldunuz? A.Ö: 400 bin TL’den fazla para harcandı bu film için. Bizim gibi geliri sınırlı kişiler için hayli yüksek bir bütçe. Film için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan da destek alamadık. Burada bakanlığın çok etkisi olduğunu sanmıyorum; çünkü orada bir kurul oluşturuluyor. Bu kurulda bağımsız sinema yapımcıları da var. Yardım alabilmek için kurulda tanıdığınızın olması gerek galiba. Filmin bütçesinin 3’te 1’ini Mahur kendi cebinden, birikimlerinden karşıladı. Geri kalanında ise “kahramanımız”, Mahur’un ağabeyi Baha Özmen devreye girdi. Bu nedenle filmi biz Baha Özmen’e adadık.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear