25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 28 OCAK 2018, PAZAR Sağlık olsun (interdimensionalspiritualawareness.com) Aşklar ve yasaklar Sadece bir başkasını sevdi, bir başkasıyla sevişti diye öldürülen insanlar... Yasak aşk denilerek hayatın en tehlikeli rafına yerleştirilen duygular... Bu duyguların karşılığında ödenen ağır bedeller... İnsan aklının evriminde neyin en geriden geldiğini işaret eder. Kendisini kendi gerçeklerine cahilleştirerek ilerleyen aklı, yarattığı sahte değerlerin asidinde çürürken, aslen korkması gereken şeylerden korkmaz, yapmaması gereken bir sürü şeyi taammüden yapar ve içindeki yapıcı güdüleri yıkıcı güdülere gönüllü olarak kurban verir. Vietnam Savaşı sırasında sloganlaştırılan “Savaşma seviş” idealini küçümseyen ve dünyasını hiç utanmadan “Sevişme savaş” ideali üzerine inşa etmeyi marifet bilen insanlığın vazgeçtiği şey cennettir; hedefi de cehennem. Cinselliğini kendi koyduğu ve asla uymadığı yasalarla sınırlar ve o sınırları o yasalara rağmen her koşulda aşarken cehennem ateşini harlar. Tercihlerinin yarattığı çelişkiler yüzünden hayatında neyin neye mal olduğunu umursamaz ve birbirini öldüre öldüre ilerlemeyi kanıksar. Sakat bilincin aşk anayasaları Kalın puntolarla dizdiği ahlak anayasasını, insanlığını en hassas yerlerden yaralayan korkunç emirlerle doldurmuştur. Nasıl giyineceğinden nasıl sevişeceğine kadar her şey o yasada yazar. Ve o yasa yüzünden mezarlıklar aşk cinayetlerinin kurbanlarıyla dolar. Düşük ücretlerle uzun saatler çalışarak geçirdiği tekinsiz hayatını; Kendisine, hiç ulaşamayacağı hayaller kurduran sahte reklamlara... Uymazsa mahvolacağına inandırıldığı rezil standartlara... Sahip olmazsa eksik kalacağına kandığı bir takım eşyalara gözünü kırpmadan adayan insan; Ona pazarlanan şeylerle yasaklanan şeyler arasında nasıl bir ilişki olduğunu ve bu ilişkinin neye mal olduğunu anlamaktan acizdir. İlerledikçe gerileyen sezgileri ve kendi koyduğu yasakların gölgesinde yozlaşan insanlığı yüzünden hırsın tüm tuzaklarına ardı ardına düşer. Savaşla günah kavramlarının arasını açabildiğince açar ve aşkla günahın arasını iyice kapar. Yaşamın her anına nüfuz etmiş sinsi bir şiddetten huylanmayan, baştan sona cinsel ahlakla uğraşan sakat bir bilinçle aşk anayasaları yazmayı bilir de ahlak gerçekte nedir, onu sorgulamak aklına da işine de gelmez. Sadece tüketir. 3. sayfa aşk cinayetleri O tüketimden kalan boşlukta buhranlarla dolu bir hayata ikna olur. Sonradan edinilmiş ve yanlış idealize edilmiş bu hayatı yaşamakta diretirken, çekirdeğinden kabuğuna kadar donandığı o güçlü ve kıymetli güdülerini, sanayi devrimlerine, üretim hedeflerine, ekonomi hırslarına, yönetim şekillerine kurban verirken, tüm yaşam enerjisini kendisini öldüren sistemler kurmaya adayacak ve o sistemi kanının son damlasına dek savunacak kadar şuursuzlaşır. Bu şuursuzlukla... Üçüncü sayfa magazinine indirgediği aşk cinayetlerini boş gözlerle izler. Cinsel tabuları kıymetli zanneder. Her felakette onları biraz daha biler. Her an aşk sandığı bir nefretle yüzleşebilir. Sevdiğini öldürebilir. Sevdiği için ölebilir. ^¡^ Kendi kazdığı kuyuda ha bire boğulan insan... Hem hazzın katilidir hem de aklın. O yüzden insanın kendi cinselliğiyle barışma meselesi en çağdaş toplumlarda bile hala bir meseledir. ^¡^ İnsanı tanımak için tanrılarına bakın. Bakın, başlangıçta kendi isteklerinden esinlenerek yarattığı libidosu yüksek o tanrıları ne kadar neşeli. İnsan, onları başından atıp yerine taşkınlıktan hiç hoşlanmayan asık suratlı tanrıları koyduğundan beri mutsuz ve çok tehlikeli. Bir insanın ellerinizin arasında ölmesi nedir bilir misiniz? Barış, ‘Sağlık’tır Tıp literatüründe “savaş” yerine “çatışma” kelimesi kullanılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü de çatışma olgusunu “karmaşık, olağan dışı durumlar” başlığı altında irdeler. O nedenle bir hekim ya da sağlık çalışanı, adı ne olursa olsun savaşaçatışmaya neden olacak her duruma aynı gözlükle bakar. Çünkü sağlık çalışanlarının tek ölçüsü insan yaşamıdır. Bu nedenle her sabah, nasıl olur da bugün bir insanın acısını dindirmeye katkı sunabilirim diyerek başlar güne. Hiçbir hekim öldürmek için çıkarmaz bistürisini kılıfından. Hiçbir sağlık çalışanı öldürmek için insanın damarına tek bir damla ilaç zerketmez. Yemin etmiştir çünkü yaşatmak için, ölümleri geciktirmek için. Olamıyorsa da ölümü acısız ve katlanılabilir kılmak için... Hal böyle olunca umurunda değildir devletlerin büyük hesapları. Kişi olarak fikriyatı ne olursa olsun “hayatın gerçeği bu” diyerek çatışmaları onaylamaz. Çatışanların birisinin yanında saf tutmaz. Çünkü o bilir ki savaşa neden, insan ilişkileri değil, “eşya ilişkileri”dir. Ve kendisi, eşyanın değil insanın yanında saf tutmuştur. ‘Akıllı bomba’ illüzyonu Bürokrasi ne derse desin UNICEF’in ifade ettiği gibi, “savaş masraflı iştir”. Hem de atılan binlerce ton “akıllı bomba”nın fiyatları çok pahalı olduğu için değil. Aksine “savaş insanların ruhundan, en savunmasız yurttaşlardan, yani çocuklardan çalarak bir ulusu yoksullaştırdığı” için pahalıdır. Yurttaşlar arasında, ülkeler ve halklar arasında geleceğe uzanan düşmanlıklar, kin ve nefret tohumları ektiği için pahalı bir iştir. Çocukların ve annelerin düşlerini kirlettiği, ağaçlar altında söylenecek sevda sözlerini yok ettiği için pahalı bir iştir. Öte yandan dünya genelinde savaş ve çatışmaların, yoksulluk nedeniyle sağlık hizmetleri yeterince gelişmemiş dünya ülkelerinde arttığı bilinmektedir. Daha önemlisi ekranlardan söylenenlerin ak sine, tarihsel süreçte çatışmalardaki sivil ölümler giderek artmıştır. Gerçekten de 1819’uncu yüzyıllarda yaşanan savaşlarda sivil ölümler toplam ölümlerin yaklaşık yarısıyken, 1980’lerin sonunda bu oran, yüzde 90’lara ulaşmıştır. Çünkü savaş, televizyon ekranlarında izlenen bir atari oyunu değildir. Hava araçlarının “akıllı bombaları” sadece savaşa meşruiyet sağlamaya çalışan bir illüzyondur. Savaş ya da sağlık Savaş ve çatışma, hastalık ve ölümdür. Ama beklenenin aksine savaşın ölümcül sonuçları doğrudan etkilerden ziyade çatışmalar nedeniyle gelişen yoksulluğa, su ve içecek yokluğuna, göçe, stre se, ortamda biriken ağır metallere, aksayan–duran sağlık hizmetlerine, ulaşım ve iletişimin kesilmesine, barınma olanaklarının yitirilmesine ve altyapının tahribi nedeniyle gelişen salgın hastalıklara bağlı olarak dolaylı, ikincil gelişir. Oysa ekranlar sadece anlık çatışma haberleri ve anlık yaşanan ölümleri verir. Sonrası ise hekimlerin ve sağlık çalışanlarının tanıklığına kalır. Ama medya bu tanıklığa kördür. Çatışmalara bağlı ölümlerin sadece yüz de 5’i uçak, tank, tüfeklerden çıkan bomba, top ve kurşunlara bağlıdır. Yüzde 95’i ise sessizce ölür bir hekimin gözleri önünde... Bir insanın ellerinizin arasında ölmesi nedir bilir misiniz? Bir çocuğun, sevgilinin nefes almaz oluşu, kalbinin atmaması nedir bilir misiniz? Yok yere ölmesin diye onlarca insanın o beden üzerinde kendilerinden geçercesine çırpınışı nedir bilir misiniz? İlaçların çaresiz kalışı, elektroşokla sarsılan bedenin an gelip sarsılmaz oluşu nedir bilir misiniz? Üç adım ötedeki yakınların, sizin gözlerinizin içine bakışına, o bakışların sizi delip geçmesine ve sizin ağzınızdan çıkacak tek bir sözcüğü umutla beklemelerine muhatap olmak nedir bilir misiniz? Heyhat, çatışma–savaş zamanlarında ekranlarda hep bilmeyenler konuşur!.. Oysa barış ve hatta barış olmadan bile yaşanan çatışmasızlık hali, çocukların kavruk kalmamasıdır. Boylarının uzamasıdır. Bebeklerin ölmemesidir. Çocukların tam aşılanmasıdır. Hayattır, yaşamdır, umuttur. Ama en çok Ritsos’un dediği gibi sokaktaki ani fren sesinin yüreği korkuyla ürpertmemesidir. Ve dahası, hasbelkader bencileyin olduğu gibi, hekim olduğun için, tüm korkularına rağmen bu dünyada insan kalmaya çalıştığın için, aynaya baktığında gördüğün insandan utanmamak, gözlerini ondan kaçırmamak için, yarın oğlun sorduğunda ona yanıt verebilmek için “Savaşa Hayır” dediğinde terörist sayılmamak ve kapının sabaha karşı kırılmamasıdır. Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Kahveden gelir sesi Kahve altı, kahvaltı adına dönüşmeden uyandım bu pazar. Daha gözlerim çapaklıyken, kahverengi “Brownie” kıvamında kek kokusu çaldırdınız burnuma! Aşk olsun valla!.. Madem inadınız inat ben de “Kahve”nin tonlarını çalayım mı bu hafta sayfanıza?! Kahve değirmeni Sarı bronzdan mamul, çepeçevre perçin desenli. İçi kalaylı, dibi kahveye dönmüş bir bakır cezve, biraz da mangal kömürü. “Mikro Mustafa’nın Kıraathanesi” değil ki bu! Kavur önce. Sonra öğüt ve de pişir. Köz küllerini savurmadan 2 taşımlık köpükle geçiştir. Ardından tüm kederlerini fincana savur. Zarfı kaldı mı ki diye sormayın sakın! Caffee’lerde Türk Kahvesi Derneği sosyetesi var artık botoxlu akın akın... Biraz kızıla çalsa da sabrın, telvesinde göreceğin olmayacaktır yarının. Kahve artık Yemen’den bile gelmiyor, yeter ki Kolera’da kalmasın aklın. Kahve gözler Karakaş gözlerin el mas, bu güzellik sen de de kalmaz nağme leri dilimde, Türkan Sultan’ın kes tane kah ve pe rukları o ara her filmde, bir de kahve li draje at tın mı içkisine tamamdır rengin, bak tüm kötü emellerinin hepsi, hem de 2’si bir arada afişinde TV’de. Kahve dünyasından gir gönül kahvesinden çık, saray’ın zaten simit bari kalayın kalsın çıtır. Kahveli kurabiye iyi gider yanında, fırından ye ni çıkmış ise kıtır kıtır. Sepia’nın kahvesi Oysa kahverengi karton “sepia” fotoğraflardan izlerdik hayatı her şey siyah beyaz olmadan önce. Ak’la karayı seçemezdik çünkü çoktan her renge bir isim takmıştık kendimizce. Kahveden fildişine bütün tonlar ve güzellikler saklıydı sanma her birinde. Zenginlere mahsustu fotoğraf, fakirler çekildi hep manzara ve natürmort diye... Sahaftaki kutuda karıştırdım kahverengi anıları bugün, zaman nasıl geçti bilemedim akşam oldu Özdemir Asaf’ın kahvesinde, sayamadım kaybetmiştik kaç öğün!.. Özdemir Asaf’ın kahvesi Günün sonunda, akşam kahvesine, cadde üstündeki birkaç basamakla çıkılan küçücük bir dükkâna daldım Bebek’te. Buzlu kahve diye hidayet ergenliği henüz düşmemişti kitabevlerine. Zihnimin bir köşesinde kalmış sütlü kahve anıların içinden çektim çıkardım kahve çekirdeği gibi yaşanmışlıkları. Aklımdan geçen paragrafların karmaşası yüzünden kafam dumanlı. Burnumda hem kahvenin hem de masif koyukahve meşe kaplama duvarların kokusu hoş geldin zamanlı... Her panoda bir dörtlük, her masada bir vecize, her yerde renk renk yazılamalar. En güzelleri bana göre navi değil kızıl kahve olanlar. Ne yazık ki, yılların telvesinin yerinde bugün yeller eser arkadaşlar. Önce Baklavacı mı oldu Butik mi bilinmez. O levha levha hurda kamyonuna dökülen edebiyatın yüreğinden sökülmüş anıtlar gözümün önünden hâlâ silinmez!.. Troleybüsün havai hattı tam da Özdemir’in kahvesinin önünden geçerdi. Bir kahvenin kırk yıl hatırı var dediler, baktım ki günümüzün fincancı kahve katırları bile artık 5 para etmezdi. Ünsal Hoca aramızda... “Bugün toplum çözülüyor. Hısım, akrabalık, hemşerilik ilişkileri eriyip yok oluyor. Çok dar bir içerikle hemşerilik ilişkileri, Yeşilköy’deki Mavi restoranda yeniden canlanıyor. Bir gece Rizeliler, öteki gece Trabzonlular, diğer bir gece Hataylılar buluşuyor burada. İnsanlar kendilerini aldatıyor. Zamanında hısım akrabayla bir arada yemek yemek, mutlu olmanın yolu iken bugün mutlu olmak, iyi bir restorana gidip işadamı Musa’ya kendini göstermek anlamına geliyor. Adam, Musa’nın yemek yediği yerde kendisinin de yemek yiyebildiğini ispatlama çabası içinde. Bayramda karısını alıp tatile gidiyor da nereye gidiyor? Gittiği yer, şimdi bulunduğu yerin tıpkısı. Mutlu olmak için Bodrum’a gidiyor ama karısı orada Musa Bey’in karısını görünce hiç mutlu olmuyor. Tersine, bize hiçbir şeyden mutlu olmamayı öğreten sistemin değer yargılarından, içimize aşıladığı bu başa çıkılmaz tutkulardan biraz uzaklaşma anlamına gelen mutluluğun yanından bile geçmiyor.” (Ünsal Oskay, “Peki Konuşalım!: Popüler Kültür Üzerine” [Melis Çelebi ile], 2005, s. 5859) Nepal C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear