25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

SAYFA 2 28 OCAK 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas Taşınırken başınıza her şey gelebilir; en tehlikeli ihtimal zamanda kaybolmanız Kitaplığım niye karışık, uzayda hayat var mı, vd..? Geçen haftayı taşınarak geçirdim. Aslında taşınma kısmı sadece bir gün sürüyor, malum. Yerleşmeyi de fazla kafaya takmıyorum. Ama o toplanma yok mu! İşte orası en sevdiğim kısım. O güne kadar vedalaşamadığın her şeyden kurtulma fırsatı. “Bunu verelim, bunu atalım” dedikçe gelen bir hafifleme. Bu defa hafiflemeyi öyle abarttım ki, şu an neredeyse boş bir evde ferah ferah oturuyorum. Taşınmanın en güzel ikinci kısmıysa, kitaplığı baştan aşağı elden geçirmek. Aslında her defasında orayı da hafifleteyim diye el atıyorum ama hafiflemek bir yana işi en ağırlaştıran da orası oluyor. Bir zamanlar birinden, “Temiz bir araba, hasta bir zihnin göstergesidir” diye, işime çok gelen bir laf duymuştum. Şimdi de kitaplığıma her baktığımda “Düzenli bir kitaplık, saplantılı bir zihnin ürünüdür” diye kendi kendime teselli uyduruyorum. Çünkü saplantılı değilim. Kitaplığım da karman çorman. Tarihin yanında yemek, romanların yanında popüler bilim, şiirlerin yanında fotoğraf albümleri. Çünkü ne zaman kitaplarımı sınıflandırmaya kalkışsam, bir yerde metodumdan sapıyorum. Misal tarih kitaplarını “yakın tarih buraya, gazeteci kitapları buraya, biyografiler buraya, incelemeler buraya” diye ayırırken Altan Öymen’in “Bir Dönem Bir Çocuk” kitabı geçiyor elime, “ee bu hangi rafa girecek şimdi” diye kalakalıyorum. “İncelikle” kurduğum sistemim de çöküyor. Zaten o anda elimdeki kitabı da kurcalamaya başlamış oluyorum. Bir sayfa ordan, bir sayfa buradan, “Ne güzel yazmıştı Altan Bey bu seriyi, tatlı tatlı da konuşmuştuk zamanında televizyonda” derken düzenleme işi orada kalıyor. Sonra da battı balık yan gider deyip, annemin üzerinde fasulye ayıklamak için istediği eski gazeteleri almaya gitti ğimde okumaya dalıp kömürlükten dönemediğim ilkokul yaşlarıma dönüyorum. İzini kaybettiğim kitapta uzaylıların izleri Bu seferki eğlencem ise tarih değil, bilim kitapları arasından çıktı. Elimi attığım raftan, evde izini kaybettiğim Uzaylılar kitabı çıktı. Yeni basılan kitap, evrende bizden başka canlılar olup olmadığı sorusuna yanıt arıyor. İçinde ciddi bilim insanlarının makaleleri var, öyle Sirius tarzı bir şey değil. Astrofizikçilerden biyologlara kadar bir dizi insan, akıl yürütmelerle bu ihtimali sorguluyorlar. Aklımda kalan birkaç cümleden biri şu: Bildiğimiz evrende, dünya benzeri bir milyar gezegen var ve bunlardan birinde pekâlâ yaşam başlamış olabilir. Bu yaşam tek hücreli canlılardan ibaret de olabilir, organik olmayan, “silikon” temelli (bildiğiniz bilgisayar) seviyeye bile ulaşmış olabilir. Kitaptaki makalelerden en zevklisi, uzaylılar dünyaya geldi mi, geleceklerse niye gelirler sorularına yanıt arıyor. Beyaz Saray’ı havaya uçurmak, insanları büyükbaş hayvan sürüsü gibi kullanmak ya da okyanusları emip kurutmak gibi Hollywood kökenli kara senaryolar tek tek değerlendiriliyor. Kısa yoldan sonucu söyleyeyim, bizimle çiftleşip soylarını sürdürme senaryosu çöp, bizi yeme senaryosu da öyle, çünkü muhtemelen sindirilecek gibi değiliz. Dünyaya el koyup yerleşmeleri de çok muhtemel değil, buraya gelmektense herhangi bir yerde yaşanacak bir ortam kurmaları, ulaştıkları mega mühendislik seviyesi düşünüldüğünde daha olası. Dünyanın madenlerini yağmalamak için gelmelerinden de korkmamak gerekiyor, çünkü onu yapabileceklerse, dünyaya gelene kadar, ohooo... Uzaylılar, Bilim Soruyor: Orada Kimse Var mı?, Domingo Yayınları Onu okuyan bunu da okudu: Evren Avucunda, Christophe Galfard, Domingo Yayınları İlkel bir kabile: İnsanoğlu Geriye uzaylıların dünyaya dünyalılar için gelmesi seçeneği kalıyor. Yani, “selam dünyalı, biz dostuz” ihtimali. Bakın işte bunu olası görüyor bilimciler. Uzaylılar dünyaya araştırmacı kimlikleriyle gelebilirler diyorlar. “Dünyada yaşamın işleyişini anlamaya çalışan biyologlar, antropologlar ve dilbilimciler olarak insanlıkla tanışmaya, sanatımızı, dilimizi, kültürümüzü, felsefelerimizi ve dinlerimizi öğrenmeye gelecekler.” Eğer bu olursa, Polinezya’da keşfedilmiş ilkel kabile muamelesi göreceğimiz anlaşılıyor. Bu elbette bizim için bir şok olacaktır ama “dünyanın düzenini” anlamaya gelen uzaylıların yaşayacağı şoku düşününce, bana bir gülme geliyor... Sözün burasında, uzaylı bilimine Türklerin katkısını anmadan geçmeyelim. 2001 yılını anlattığım kitabımdaki favori bölü müm ne de olsa. Uşak’ın Narlı köyünde sabah traktörle tarlaya giden köylülerin önüne inen uzaylı, dünyalılarla münakaşaya girmenin bedelini kafasına taşı yiyerek ödemişti. Uzaylıya taş atan köylü de dünya tarihine geçmişti. Sonrasında kopan bürokratik fırtınayı, o yaz Türkiye’nin her yerinden peş peşe gelen UFO ihbarlarını, UFO avcılarının birbirlerine girmesini bir kenara bırakalım... Konunun yetkilisi olarak görüşü sorulan dönemin Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz’ün yaptığı teknik açıklamayı hatırlayalım: “Biz aydan öteye gidebildik mi? Başka yıldızlardan buraya gelmek büyük müşkülattır.” Her neyse, uzaylıların dünyaya taşınma niyetleri varsa dostça bir uyarı yapayım: Taşınırken kitaplığa dikkat edin. Kitaplar tuzak! Ahmet Tulgar Popüler figürlerin ayrıcalıkla rehinelik arasında gelgit konumları Ünlüler ve güçlüler Teşhis Bu kadarını temellendiremese de, hemen her üne kavuşmuş şarkıcının “Şarkı söylemeye ne zaman başladınız?” sorusuna, “Daha 6 yaşında elime cezveyi ya da kepçeyi...” diye bir klişeyle cevap vermesi gibi, Müşerref Akay da bana “Altı yaşından bu yana iktidar peşindeyim” demişti. Bu kadarı abartıydı tabii ama sahiden de Müşerref Akay’ı bir dönem hemen her hükümet ve devlet başkanının dizinin dibinde görmüştük. İlki Süleyman Demirel olmuş 1970’lerin ikinci yarısında. Demirel’e sevdiği şarkıları içeren ilk longplay plağını armağan etmiş, öyle tanışmışlar. Siyasetçilerle yakınlık kurma çabasının Akay için bir strateji olduğunu hemen anlıyoruz. Çünkü bir süre sonra onu Ecevit’lerle beraber görüyoruz. Aynı dönemde, ki o sırada Demirel ile Ecevit’in arası hayli açık. “Peki, Ecevit’lere nasıl çark ettiniz?” diye sorduğumda “Ben kimseye çark etmedim, devlet büyüklerinin hepsini çok seviyorum, çok saygı duyuyorum. Ben koyu milliyetçi bir sanatçıyım” demişti. Batı popüler kültüründe rock müzisyenlerine turnelerde eşlik eden, turne uçağında ya da otobüsünde yer açılan kıdemli hayranlara ‘groupie’ denir. Rockçıların groupie’leri olur da siyasetçilerin olmaz mı? Ben devlet ya da hükümet başkanlarının resmi gezilerinde uçağa alınma ayrıcalığı elde etmiş gazetecilerde hep bir groupie tavrı saptamışımdır. Gözlem değil hayranlık olur bakışlarında. Türk bayrağından kıyafet Müşerref Akay’ın siyasi ‘groupie’lik dönemi de çabuk bitmiş, 12 Eylül 1980 darbesinden iki ay sonra militarize olmuş, kalpak giymiş, hemen ardından da cunta ona Türk bayrağından abiye sahne kıyafeti giyme yetkisi vermiş, darbenin müzik ve moda ikonu olarak relansmanı yapılmıştı. Siyasetten el çektirilen Demirel ve Ecevit evlerinden alınıp gözaltında tutulacakları yeni ikametgâhlarına götürülmüşlerdi. Ve Müşerref Akay artık Kenan Evren’in peşindeydi. Müşerref Akay o dönemi şöyle anlatmıştı ba na: “12 Eylül’den iki ay sonra ‘Türkiyem’ şarkısını yaptım. Ve Türkiye’de ilk defa haberler kesilip haberlerin ortasında bir şarkı çalındı: ‘Türkiyem.’ Mesut Mertcan anons etti. Şimdi hani haberlerin sonunda yeni klipler tanıtılıyor ya, onun gibi bir şey.” Panzerlerin işçilerin üzerine sürüldüğü, yerde yatan insanların üzerinin arandığı görüntülerle bezeli klibini sorduğumda ise şöyle diyordu: “Türkiyem’in yayımlandığı gece Evren Paşa, Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya Ül Hak’ı misafir etmişti. İzleyememiş. TRT’ye emir veriyor, ‘Tekrar yayımlansın’ diye. Klip o yüzden hazırlanıyor. Erşan Başbuğ’a teklif ediyorlar, direniyor, hoşuna gitmemiş. Onun üzerine başkaları hazırlamış bu klibi.” Peki, o Türk bayrağından kıyafet neyin nesiydi? Onun için de şöyle diyordu: “Ben bu tuvaleti sadece ‘Türkiyem’ şarkısında giyeceğim sözünü verdim. Başka kimse böyle bir kıyafet giyemez. Birkaç sene önce bir yılbaşında Marmaris’te Evren Paşa bana, ‘Sen bu kıyafeti ilk giydiğinde ben de endişelendim. Ama sen elbiseyi de, şarkıyı da taşıyabildin’ dedi.” Müşerref Akay’ı biraz fazla anlatmamın sebebi, onun popüler kültür figürüiktidar ilişkisinde bana göre en uç örnek, en aşırıya savrulmuşu olmasıdır. Cunta döneminin ardından Özal’a yaklaşacak, olmayınca Türkeş MHP’sinin konser şarkıcılığını yapacaktı bir süre. Benim onunla söyleşi yaptığım dönemde kocasından bahsederken özellikle vurgulamıştı: “Ekber Bey, Eski ANAP Iğdır İl Başkanı.” Eh, bu da bir iktidardı. Yerel de olsa. 12 Eylül cuntasının popüler kültür alanındaki bir diğer favorisi Emel Sayın’dı. Emel Sayın, askeri iktidar ile yakınlığından sonradan çok pişman olacaktı. O da bana şöyle demişti: “Türkiye farklı bir ülke. Öyle bir yere girersiniz ki hiç düşünmeden ‘Ben sadece şarkımı söylerim’ deyip, sonra onun altından kalkamazsınız, sizi bir yere kıstırırlar.” Darbe dönemi kapandıktan sonra Emel Sayın bir süreliğine ortada görünmeyecekti. Yeni dönemin önce başbakanı sonra cumhurbaşkanı olan Turgut Özal ve eşi Semra Özal onu darbe dönemindeki tavrından ötürü yanlarına yaklaştırmayacaktı: “Özal döneminde ben çok etkilendim. Nedenini gerçi ben biliyorum. Burada bah setmem ama biliyorum. Evet, Özal döneminde önüm kesildi.” Kürt şarkıcıların rehineliği Özal’lar, popüler kültür figürlerini yanlarında taşımaktan çok fazla hoşlanıyorlardı. Ama en yakınlarında duran Yüksel Uzel’di. Fatih Ürek ise eşini kaybettikten sonra Semra Özal’ın en yakın arkadaşlarından biri oldu. Tabii, ‘iktidar’ deyince salt siyasi iktidar anlaşılmamalı. İktidar odaklarından geçilmez Türkiye’de. Üst düzey emniyet mensupları bir yandan, mafya üyeleri diğer yandan çekiştirip durmuşlardır şarkıcılarını, türkücülerini bir dönemin. Ve bu ikisiyle ilişkide popüler kültür figürlerinin siyasilerin yanında ayrıcalık ile rehinelik arasındaki gelgit konumları salt rehinelik konumu olur artık. “Rehinelik” söz konusu olunca bu konuma 1990’lı yıllarda en iyi Türkiye’nin Batı’sında şöh ret ve paraya kavuşmuş Kürt şarkıcı ve türkücüler uymuştu. Kürt kimlikleri onların bir zaafı gibi alttan alta ya da aleni olarak konuşuluyordu medyada ve onlar da canlı yayınlarda kendilerini kamuoyuna anlatmaya çalışıyorlardı. Tam bir rehinelik durumuydu onlarınki ve kamuoyu desteğinin yetmediği yerlerde onlar da emniyetçilere sığınıyordu. Çok büyük çabalarla elde ettikleri şöhret ve serveti bir anda kaybetme korkusuyla. İbrahim Tatlıses, Mehmet Ağar’ın dostluğunu kazanmıştı, Mahsun Kırmızıgül, Hüseyin Kocadağ’ın. Mafya kancası Mafya üyeleri de hem eğlence hem meşruiyet hem de statü göstergesi olarak popüler kültür figürlerine kanca atmışlardır. Bazılarının izdivaçları da bu yönde olmuştur. Burada isim vermeyeyim pek. Kriminal bir alan. Ama bir dönemin ünlü mafya babası Arap Basri’nin hamilik yaptığı Selçuk Ural’ın 1996’da yeni dönemin mafya ünlülerinden Tevfik Ağansoy, Alaattin Çakıcı’nın adamları tarafından vurularak öldürüldüğünde olay yerinde olmuş olması ve denize atlayarak serseri kurşunlardan kurtulmasının kaderin tuhaf bir cilvesi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bir dönem organize suç örgütlerine yönelik her polis operasyonunda birkaç popüler kültür figürü de güneş gözlüklerini takmış emniyete ifadeye götürülürdü ya da giderdi. Bu ünlülerin çoğu sonradan iktidarlara bu yakınlıklarından ötürü izleyicilerinden, kamuoyundan açıkça ya da ima ile özür dilemiş, pişmanlıklarını bir şekilde ifade etmişlerdir. Aslında gerek yoktur. Belki popüler kültürde değil ama kitle kültüründe bütün bu ilişkiler iyi seyirlik oluşturur ve onların alıcısı için mahsuru yoktur. Sahne gibi her an çökebilir, suç gibi her zaman kaygan, devlet gibi her dem kunt zeminler bir arada tatlı bir gerilim oluştururlar seyircinin nezdinde. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear