25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

SAYFA 8 21 OCAK 2018, PAZAR Din bu AYDIN TONGA Müslümanlar, yaşamlarını sürdürecekleri muhteviyatta ‘Allah kanunları’na sahip mi? Kur’an konuşmaz, onu insanlar konuşturur* Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği kimi fetvalarla eleştirilmesi üzerine Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ geçenlerde şu açıklamayı yaptı: “Bir yandan fetva soruyor, bir yandan kanunlara uygun niye fetva vermiyor diyor. Diyanet’in uyacağı tek kanun var, O da Allah’ın kanunudur fetva verirken. Ona uygun fetva veriyor.” Farkında mısınız Bozdağ ne kadar da kendinden emin bir şekilde “Allah’ın kanunlarından bahsedebiliyor!” Peki, bu durumda birisi kalkıp da,Madem Allah’ın kanunları var o halde biz neden insanların kanunları ile yönetiliyoruz derse ne olacak!” Laik bir ülkenin “hükümet sözcüsü” olarak böylesine dini/siyasal yükü ağır sözler söylemenin garabeti şurada dursun biz şu soru ile devam edelim: Sahi gerçekten “Allah’ın kanunları” var mı? Ya da şöyle soralım, Müslümanlar yaşamlarını sürdürecekleri muhteviyatta “Allah kanunları”na sahip mi? Bu soruya açık ve net biçimde cevap verelim; hayır yok.Yok” deyince, konu kapanmıyor elbet. O halde sorumuza yanıt savımızı biraz detaylandırarak devam edelim. Ayetlerin dağılımı İslâm dininin kutsal kitabı Kur’an’da hüküm bildiren ayet sayısı 50 ile 1000 arasında değişmektedir.1 Üstelik bu rakamı daha düşük olarak ifade edenler vardır. Öte yandan bu “hüküm ayetlerinden” yani kanunlardan, günlük yaşama ilişkin ayet sayısı 200 civarındadır. Örneğin aile ve miras hukuku ile ilişkili 70 ayet var iken, devletler hukuku ile ilgili 25 ve ceza hukukuyla ilgili de 30 ayet olarak “yasa/hüküm” şeklinde tasnif edilmiştir.2 Çok açık bir biçimde gözüktüğü üzere, Kur’an da “hüküm bildiren” ayet sayısı, günümüz dünyasının karşılaştığı hukuk sorunlarının çok çok altında bir yerde durmaktadır. Zaten Kur’an kendi içerisinde de bir yasa kitabı olma iddiasında değildir. Şöyle ki, hüküm olduğu ifade edilen ayet sayısı Kur’an’ın ancak yüzde 4’üne denk gelmektedir. Kur’an açısından mesele böyle. Ayrıca Kur’an ayetlerinden herkes aynı hükmü mü çıkaracak, herkes her konuda hemfikir mi olacak, o da ayrı bir problem. Örneğin IŞİD gibi selefi yapılara göre, tarikatlar ve onlara bağlı yerler, aleni şirk yurtlarıdır. Dolayısıyla böylesi bir zihniyet “Allah’ın kanunları”nı uygulamaya koyduğu anda, ilk olarak tarikatları ortadan kaldırılacak, tekke ve türbeler de “Allah’ın izniyle” yerle bir edilecektir! Hadisler kaynak mıdır? Bu noktada dördüncü Halife Ali’nin söylediği güzel bir söz vardır ki onu da paylaşmak gerek: “Kur’an konuşmaz, onu insanlar konuşturur.” Yani, kim ayete hangi manayı yüklerse, ayetin dili de o olacaktır. “Allah’ın Kanunları” konusunda dile getirilmesi gereken en önemli konu, “Kur’an dili” elbet. Meselenin diğer yönü de şu: İslam tarihi boyunca mezheplerin “fıkıh” adı altında belirlediği “İslami kurallar” vardır. Bu kurallar dayanağını ağırlıklı olarak Peygamber’e atfedilen sözlerden (hadis) almakta. Buna göre Peygamber sözleri de yasa hükmünde kabul edilmelidir. Dolayısıyla Kur’an’daki “yasa” ile ilgili ayetler günümüz dünyasının hukuki sorunlarını karşılamasa da hadisler bu konuda imdada yetişecektir. İddia bu. Gelin şimdi bu iddiaya biraz daha yakından bakalım ve şu soruya yanıt arayalım: “Allah’ın Kanunları” sorununa deva olabilecek bir kaynak mıdır hadisler? Zira peygambere ait olduğu öne sürülen o sözler, kendi içinde oldukça kaotik ve çetrefilli bir yapıya sahiptir. Güvenilir olduğu iddia edilen hadis kitaplarındaki çelişkilerden tutun, hadis aktaran kişilerin güvenliğine,uydurma hadis” külliyatına kadar bir dizi aşılamayacak sorun vardır bu sahada. Her şey bir yana dinin “güvenirlik” sınavını geçememiştir bu saha. Çünkü insanlar Kur’an’a “tek bir harfi bile değişmediği” için inanırlar. Aynı şekilde İsa, Musa vd. peygamberlere inan dıkları halde, bu dinlerin kitaplarına inanılmaz. Nitekim o kitaplar değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Oysa hadisler bahsinde, bırakın harf değişimini biriken “uydurma hadisler” cilt cilt kitaplar halinde yayımlanmıştır. ‘Benden bir şey yazmayın!’ Bir de bütün bunların dışında “güvenilir” hadisler dahi kendi içerisinde ayrı bir din yaratacak kadar çarpıcı bilgilerle malum bir alandır ki, bu bahiste iki örnek vermek istiyoruz. İşte o hadislerden ilki ve ayet yiyen keçi örneği! Rivayeti peygamberin eşi Aişe aktarmış. Birlikte okuyalım: “Recim âyeti ve büyüklerin on defa süt emmeleri konusunda âyet inmişti. Bu âyet, karyolamın altında bir sahifede yazılıydı. Resulullah (a.s.m) vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir hayvan (keçi) gelip onu yedi.”3 Diğer hadis de bizatihi hadislerin kendisiyle ilgili. Buna göre İslam peygamberi kendisine ait sözlerin yazılmasını yasaklamıştır. Bununla ilgili birden fazla hadis var ama birini aktaralım: Hadis şöyle: “Benden [Kur’an’dan başka] bir şey yazmayınız! Kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu imha etsin”4 Halife Ömer’in reformizmi Diyeceğimiz nereden bakarsak bakalım, hadisler de “İslam Hukuku”nun “yasal” altyapısını oluşturacak bağlayıcılıktan ve güvenirlikten uzaktır. Dahası, sahip olunan yaklaşım ve paradigmaya göre “hadis” bulup, teori geliştirmek de mümkündür pekâlâ. “Allah’ın Kanunları” bahsinde küçük bir değinmeyle de olsa son ifade edeceğimiz husus, bu “kanunlar”ın tarihsel süreç içerisinde hep “yorum” odaklı yürüdüğü gerçeğidir. Bu yorum hali öyle aşamalardan geçmiştir ki, dönemin “egemen” anlayışına karşın “yorum” onun yerine geçebilmiştir. Halife Ömer ismi bu açıdan oldukça çarpıcıdır. Çünkü Ömer, “reformist” bir yönelim izleyerek, döneminde hâkim olan dinî fıkha karşı kendi fıkıh anlayışını ortaya koymuştur. Örneğin o güne kadar yeni Müslüman olan kişilere ödenen “ganimet” uygulamasına karşı çıkmış ve o kimselere ayrıca ganimet vermemiştir. Yine yeni ele geçirilen arazileri, savaşçılar arasında dağıtmamış, sahiplerine bırakmıştır. Ayrıca pek çok kez “hırsızlık” suçuna karşın “el kesme” cezasını uygulamamıştır. Örnekleri çoğaltabiliriz, lakin bu örneklerde de görüldüğü üzere, kimilerine göre dinde açık hükümler olmasına rağmen halife Ömer, bazı konularda açıkça farklı hükümlerle karar verebiliyordu. O zaman soru şu: Bu durumda Halife, “Allah’ın Kanunları”nı mı değiştirmiş oluyordu?! Diyanet’in kanunları Bekir Bozdağ’a geri dönersek, o, bir kesimin gönlünü kazanacak şekilde bütün dini ve ilmi ilkeleri bir yana bırakarak “Allah’ın Kanunları”ndan bahsedebiliyor. Dinin siyasallaşması da tam böyle örneklerle kristalleşen bir gerçekliktir. Fakat bu vesileyle ifade edelim ki, devlet düzeninin sürdürülmesi, rejim olarak işlerlik kazanması açısından ortada teknik olarak da olsa ifade edebileceğimiz bir “Allah’ın Kanunları” olgusu bulunmamaktadır. İnsanın dinden anladığı “hüküm” meselesi ise sadece insanı bağlayan ve onun yorumuyla şekillenen bir olgudur. Bundan mülhem olmak üzere Diyanet de ancak “Diyanet’in görüşleri”ni ifade edebilir “Allah’ın Kanunları”nı değil. * Hz. Ali 1 İslam Ansiklopedisi, AHKAMÜ’LKUR’ÂN, yıl 1988, cilt 1, s. 551552. 2 Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, Ahkam Tefsirleri ve Özellikleri. 3 İbn Mace, Nikâh, 36. 4 Müslim, Zuhd, 72. Sol ilahiyat! Göksel Aymaz Eminim size de oluyordur! Dindar çevreden arkadaşlarla herhangi bir konu üzerinde konuştuğumuz sırada, iddialarımıza destek bulmak maksadıyla, sıklıkla ayet ve hadislerden, İslâm teolojisinden örnekler verirken yakalamıyor muyuz kendimizi? “Yahu bak İslâm da bunu emretmiyor mu, dinimizce bu günah veya sevap, haram, helal vs. değil mi” diye sormuyor muyuz? Ya da, İbni Rüşd’den, Sina’dan, Arabi’den bahisle “akıl”, “bilim” demiyor muyuz? Referans evrenimizi bir miktar da ilahiyat içinde kurmuyor muyuz? Kuruyoruz. Dini azıcık soldan okuyoruz. Ve bu yaptığımızın bir adı var: Sol ilahiyat. Bu tek tek kendimizle başlayıp biten özel bir mesele değil. İnsana dair her şeyde olduğu gibi burada da meseleyi kendi bireysel yaşantımızın dar sınırları içinde açıklayamayız. Nitekim aynı şeyi, ana muhalefet partisinin lider kürsüsünden üniversite amfilerine, laik yazarların gazete köşelerinden sokaklara kadar her yerde görmek mümkün. Yani, toplumsala ait bir mesele bu. ‘Kültürel hareket’ olarak AKP Tuhaf mı? Hiç değil. Çünkü ülkeyi bu atmosfere sokan AKP iktidarı, iktisadi alanda neoliberalizmin en yırtıcı, politik alanda otoriterleşmenin en klişe uygulamalarını temsil etse de, esasen bir kültürel harekettir, gücünü oradan almaktadır. Zira AKP’nin iktisadi ve politik uygulamalarının neredeyse hiçbiri hiçbir zaman seçmen tabanına gerçek iktisadi ve politik içerikleriyle anlatılarak yürürlüğe konmadı, ifadede ve izahta daima kültürel argümanlar kullanıldı. Bunun başında da din geldi. AKP, Cumhuriyet dönemi boyunca “ezilen Müslümanlara” itibarlarını kazandırma yönünde, toplumun yaşam biçiminde köklü bir değişiklik vaat etti. Ezilenlerin, kendilerini ezen uygulamaların gerçek içeriklerini düşünüp tartmasının önünü kesen şey de bu oldu. Uygulamalara körleşmenin tamamlayıcı unsuru, AKP’nin özden/akideden yoksun, biçime indirgenmiş bir dini yaygınlaştırmasıydı. Zaten aksi olsaydı iktisadi ve politik hiçbir uygulamasını izah edemezdi, zira hemen hiçbirinin dinle imanla bağdaşacak bir tarafı yok. Sonuçta, görüldüğü üzere, ülkemizde dindarlığın bayraktarlığını yapanlar tarafından din bin yıl önce yaşamış İslâm düşünürlerinin kemiklerini sızlatacak düzeyde temsil edilirken, belki “dindar” olarak değil ama kesinlikle vicdanlı ve adil olarak tanımlanbilecek insanlar da, derdini anlatabilme ümidiyle, ilahiyata yaslanmaya başladı. Bu gerekiyordu, daha da gerekecek. Vicdan ve adaleti ilke edinmiş biri ilahiyatın alanına girdiğinde kendini yabancı topraklarda hissetmez. Çünkü ilahiyatta Tanrı gibi somut ve fani dünyaya hükmeden yüce bir varlığın kabul edilmesi, en güçlü nedenini dünyadaki yazgıdan hoşnut olmayıştan alır: Adalet Tanrı’da ise, dün yada bulunmuyor demektir. Dünyadaki adaletsizliği telafi edecek olan, Tanrı’dır. Marx’ın ne de güzel dediği gibi: “Din, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhudur.” Otoriter siyaset, bu kalpsiz ve ruhsuz dünyadaki Tanrısal adalet özlemine ikame ederek onu sömürür. Nurlanma derdinde otoriterlik İnsan hayatında din, fiziki evren ve sosyal evren olmak üzere ikili varlığa sahiptir. Bu iki bağdan iki farklı kutsallık doğar. Sırasıyla, insanın doğayla ilişkisindeki kutsal ile insanın toplumla ilişkisindeki kutsaldır bunlar. Otoriter siyaset, ikinci kutsallık alanında din ile rekabete girmiştir. Çünkü insanın toplumla ilişkisinde kendinden başka bir kutsala tahammülü yoktur onun. Eleştiri ve muhalefete karşı tutumunu da kendine atfettiği bu kutsallık belirler. Hani Cromwell Devrimi’nin şairi John Milton, “Kayıp Cennet” adlı uzun lirik şiirinde Adem ile Havva’yı insanlık tarihinin ilk başkaldırısı ve Şeytan’ı da liberal bir isyancı olarak yorumlamıştı ya... İşte kendini dinle nurlandırma derdinde olan otoriter siyaset de kendine yönelik bütün eleştiri ve muhalefette aynı Şeytan’ı görür. Dindarca söylemi buradan ileri gelir; dinin talimatlarını takip eder görünürken aslında sosyal evrene yönelik kendi talimatlarını üretir. Otoriter siyaset bu nedenle gerçek mânâda dindar değildir. O sadece din ile kendini nurlandırmanın peşindedir. Ama bunu yaparken, dini, fani dünyanın çirkin ilişkileri içine sokarak, kirletmektedir. O nedenle, otoriter devletlerde aslında hiçbir zaman gerçek mânâda din iktidarda olmamıştır. Sol ilahiyat vicdan talebidir Din, eleştiriyi ve muhalefeti dışlamaz. “Mürid”, irade koymuş olan demek değil midir? İrade! Yani akıl, yani düşünce! İman etmenin temeli budur. Ünlü İslâm âlimi İbn Kesir’in deyimiyle, Hz. Muhammed’in Hira Dağı’nda inzivaya çekildiği beş yıl süresince ilk ibadeti ve tek ibadeti, “düşünmek” olmuştur. Ama bizim mevcut Müslüman atmosferimize uzak şeyler bunlar. Bizimkilerin İslâm tarihi ve İslâm felsefesindeki bilgi ve derinlikleri biraz şüpheli. İslâm’a dair bilgileri, daha çok, aile ocağı, Kur’an kursları, özensiz basılmış “İlmihâl”ler, Milli Türk Talebe Birliği mahfilleri ve Necip Fazıl “ideolocya”sı ile edinilmiş gibi duruyor. Oralardan edinilmiş bir jargonla konuşuyorlar. Bu jargon, otoritarizme bir sığınak sağladı. Sol ilahiyat, bu sığınağı deşifre etmek demektir. Sol ilahiyat, bir uyumculuk ya da bir çaresizlik değil, yaşadığımız hayatın gerçekliğinin nereye vardığının kavranmasından ileri gelen, cemaat yurtlarında dünyaları karartılan yoksul çocuklardan “taşranın simsiyah şehirleri”ndeki bakımsız ve özensiz camileri dolduran mazlum insanlara kadar uzanan bir dünyayı âdil ve vicdanlı kılma isteğidir. Türkiye’de sol, ilahiyatı bilmek zorundadır. Bu bilgisiyle, AKP’nin yaygınlaştırdığı pratikteki dini eleştirmek zorundadır editörümüz Tayfun Atay’ın layığıyla yaptığı gibi. Bugün pratikteki dinin eleştirisi, her türlü eleştirinin başlangıcıdır C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear