Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 21 OCAK 2018, PAZAR Sağlık olsun Ya sev ya terk ediyorum Luxus’un en güzel şarkılarından birinin nakaratında kadın buğulu ve inatçı sesiyle erkeğe, iyice anlasın diye, üstüne basa basa, heceleye heceleye şöyle der: “Ya sev ya terk ediyorum”. O cümleyi duyduğunuzda, kadından beklenen nahifliğe ilişmiş beklenmedik güçten ürkersiniz. Kadının unutulan, unutturulmaya çalışılan, yok sayılan gerçek hali en net ve etkileyici haliyle beliriverir bu cümlede. Erkekten bir nebze bile az olmayan isteklerini ve istekleri yerine getirilmezse yapabileceklerini... yüksek sesle fısıldar. Gerçek kadını hatırlarsınız. Şarkıda, ondan beklendiği gibi “Ya sev ya kendimi öldürürüm” demez. “Yasevya ben yine de seni beklerim” de demez. “Ya sev ya terk et” hiç demez. Erkeği her haliyle kabul eden, ona boyun eğen, sadık ve iffetli kadın değildir o sesin sahibi. Etken kadın, korkutur Niyetini ve isteğini açıkça dile getirebilen, kendine güvenen, iffetle ilgilenmeyen kadındır. İnsanı ürküten kadındır. Edilgen değil etken olan kadındır. Kadınların isteklerini ve niyetlerini harfi harfine söylemesine alışık olmayan toplumlar, onların bu gerçeğinden ölesiye korkarlar. Hem bedensel hem de ruhsal olarak erkek kadar korunaklı ve dayanıklı olabileceğiyle yüzleşesileri yoktur. Egemen kültürlerin algıları ve dayatmalarıyla biçimlenen, erkek tarafından “inşa edilmiş” kadın profilinin dışındaki kadınların hilkat garibesi olarak algılandığı toplumlarda kadın, herkesten önce kendi kendisini kısıtlayabilsin diye korkularla eğitilir. Sıra dışı olmaktan, kimselere benzememekten, kurallara uymamaktan ölesiye korkutulan kadınlar, içlerinden geçeni değil, onlara öğretilenleri nesiller boyu sorgulamadan gönüllü olarak yaparlar. Korktukları “ahlaksızlıkla” damgalanmaktır. Ahlak nedir” diye soracak vakit bulamadan aile kurması ve çocuklar doğurması öngörülen kadınlar, düşünmeden doğurdukları çocukları ve körü körüne sevdikleri erkekleriyle döngüyü devam ettirirler. Özgürlük verilmez kazanılır Kendi çağında erkek egemen kültürleri sorgulayan, tabuları yıkmaya çalışan kadınlar hep bir avuçturlar. Kalabalıklar, o bir avuç isyankârın enerjisini aşağıya çeken, boşa çıkaran, toplumdan da erkekten de önce kendi kendisini kısıtlayan kadınlardan oluşur. Dorian Grey’in Portresi’nde Oscar Wilde erkek kahramanlarından birinin ağızından kadınlar için şöyle der: “Biz onları özgürlüklerine kavuşturduk ama onlar yine de efendilerini arayan köleler olarak kaldılar”. Roman, 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinde geçer ama biz yüz küsur yıl sonra aynı cümleyi bugün bu coğrafyada da kurabiliriz. Neredeyse yüz yıl önce özgürlüklerine kavuşan, tüm yasal haklarını kazanan, dilerlerse tek başlarına her şeyi yapabilecek olan kadınlar... Önce erkeklerle sonra da toplumla ilişkilerinde bir türlü devrimci olamazlar. Çünkü onlara “haklarını” veren yine ataerkil bir düzendir. O haklar özgür olmalarına yetmez. Gerçek özgürlük verilen değil kazanılandır. Hakları olan ama ahlak cenderesi altında gerçek özgürlükten korkan, korkutulan kadınlar... Çoktan onlara dayatılan ahlaka başkaldırıp, hayatlarında yasalardan çok daha belirleyici olan toplumsal kurallara, alışkanlıklara, beklentilere kafa tutmaları beklenen kadınlar... Sırf korkudan, hâlâ efendilerini arayan köleler gibi davranırlar. Kadınlık, ‘katlanmak’ değildir Ataerkil toplumun baskılarına boyun eğen kadın bu fedakârlığına ya da sabrına karşı herhangi bir ödül de almaz. Mutsuz ev içlerinde, kendisini koruyamadığı gibi çocuklarını da tehlikeye atarak ve bazen canından bazen ruhundan olarak, yaşar. Bu gerçek, devamlı kayıtlara geçer üzerine yazılar yazılır, uzman görüşleri açıklanır, istatistikler havalarda uçuşur, neden sonuç ilişkileri kolayca kurulur... Ama sorunun yüzde yüz mağduru ve yüzde elli de mimarı olan kadın, kendisine yakıştırılan bu rolden bir türlü vazgeçmez. En bilinçlisinden en bilinçsizine kadar kadın olmayı “katlanmak”la eşdeğer tutan ve hiç adil olmayan toplumsal ahlakın göğsüne iliştirdiği “kutsal anne” ve “sadık eş” rütbeleriyle avunan kadın kendi kaderini genetik bir lanet gibi nesillerden nesillere aktarır. Kadın... Kendisini ancak ahlaka ve erke kafa tutmayı seçerse ve daha önce kurmadığı cümleler kurmaya cesaret ederse kendisinden kurtarır. Misal... “Ya sev ya terk ediyorum.” Evde ölümü beklemek yerine, neden ölüm ebeleri nezaretinde ölelim? Ölmesini bilememek İnsan, ölüme mahkum edilerek yaşama tabi kılınmış durumda. O nedenle ölümden kaçınmak için attığı her adımda yaşam da elinden yitip gitmekte. Ölüm korkusuyla ozon kürlerine, oksijen tedavilerine, multivitamin haplarına, probiyotiklere boğulan insan yaşayamaz; sadece nefes alır. Ölümden kaçmak için atılan her adım tıp kurumuna esarettir. Gereksiz ilaçlara, kontrollere, takviye edici iksirlere, bin bir yalan dolana köleliktir. Öte yandan ölüm, en gerçek yaşam deneyimidir: en kişisel, en mahrem, en aşılmaz ve en mutlak olandır. Başkasına devredilemeyen bir varoluş olarak kendisinden öncesine anlam katan bir “sınır”dır. Bu nedenle Ivan Illich’in yıllar önce ifade ettiği gibi, din adamları, mistikler, şarlatanlar ve doktorlar, ölüm gerçeği ile hayatı korkutmaya ya da bu gerçek karşısında aldırmasızlığa düşürmemelidir insanları. Ama ne kötü ki, mezarlıkların kentlerimizin içerisinden uzak diyarlara taşınması gibi ölüm gerçeği de hayatlarımızdan kovulmuştur. İnsan, ölüme yabancılaştırılmıştır. Bilim de, tıp da ölümden beslendi Oysa, “ölüm, şimdiki imkânımızdır”. Ama gelin görün ki tarih boyunca din ve tıp, hep ölüm hakikati aracılığıyla tahakkümlerini kurdular. Birisi, kendisine iman edilirse “öte dünya”da sonsuz bir yaşamı müjdeledi. Diğeri daha bilimsel olanı, kendisine güvenilirse “bu dünya”da epey uzun yaşamı ve belki de ölümsüzlüğü muştuladı. Din adamları oruçla, muskayla, muktedire feda edilen kurbanlarla “öte dünya” sonsuzluğunu elde etmeye davet etti ölümlü olan insanı. Hekimlerin rejim, reçete ve kan tahlilleri ise tıbbın “bu dünya”daki uzun yaşam rehberleri oldu. Üçüncü bin yılın dünyasında hastanelerde adına “klinik” ve “yoğun bakım” denilen kapatma mekânlarında yarı yaşaryarı ölü bedenler dört bir yanımızı sardı. Tıp pratiği, bedenin birkaç gün, birkaç saat, birkaç dakika daha fazla soluk alabilmesi için hemen her gün yeni bir keşif yapmakta. Biraz “daha fazla” uğruna ciğere, mideye, damara, idrar yollarına, makata onlarca boru sokulup çıkarılmakta. Akıbetin belli olmasına rağmen, işe yaramayacağı bilinen iksirler dolaşmakta insanın kan damarlarında. Aşktan hiç anlamayan bir pompa, “kalp” işlevini üstlenmekte. Adı üstünde “mekanik” ventilasyon denilen bir cihaz, emme basma tulumba benzeri bir yolla şişirmekte iflas etmiş ciğerleri... Tüm bunlar yetmezse, milyon dolarlık membranlar temizlemeye kalkışmakta kirlenen bedeni. Daha ötede gazeteler bu topraklarda ölenlerin de tıpkı uygar Batı’da olduğu gibi “Hospice Merkezleri”nde onurlu ölme hakkından yararlanacağı müjdesini vermekte. Yetkililer yaptıkları açıklamalarda bu merkezlerde “her birimizin ‘haysiyetli’ şekilde ölme hakkı” olduğunu ifade ediyor. Evde ölmenin haysiyeti Peki, neden pek çok akciğer kanseri hastam nicedir evde ölemiyor? Neden öleceğini bildiğim hastalarımın yakınlarına ne kadar dil döksem de hastalarını hastaneden çıkarmaya ikna edemiyorum?! Soralım kendimize: Evde ölümü beklemek ve evde ölmek yeterince “haysiyetli” değil mi? Eğer haysiyetliyse, neden hospislerde tanımadığınız “ölüm ebe”lerinin nezaretinde ölüm öneriliyor bizlere? Evde bembeyaz çarşaflar serilmiş yatağının etrafında çocuklar, torunlar, dostlarla son yolculuğa çıkmanın huzuru hospislerde var mı? Hem evde herkesin gözleri önünde yaşama veda etmek, hayatı yeni öğrenmeye çalışan körpecik torunların tanıklığında son nefesi vermek, en başta çocukların ölüm gerçeğini kabul etmeleri ve sağlıklı yetişkin olmaları açısından daha uygun değil mi? ‘Neoliberal ölüm’ Her şeyden önemlisi onca yıl sevinci, hüznü, mutluluğu, kederi, acıyı tattığımız kendi evimizde ölüme yelken açmak yerine, hospislerin misafirliğinde bir yabancı olarak bu dünyayı kaçar gibi terk etmek neden? Yoksa uzun bir zamandır daha çok para kazanmak uğruna ev ve iş sarmalında köleleştirilen bir hayatta doğru dürüst yaşayamadığımız için mi doğru dürüst ölmesini de beceremiyoruz? Yoksa yaşarken tahliller, kontroller, tomografiler ve reçetelerle; ölürken de son dönem bakım uygulamalarıyla şu “neoliberal çark”ın dönmesi için sıradan bir “girdi”ye mi dönüşmüş durumdayız? Yoksa, yoksa... Ölecek bedenleri hastane ve hospislere kabul ederek, “müstakbel müteveffa”nın akraba, dost ve tanıdıklarının ölüm yolculuğunda bile iş yerlerinde modern köleliğe devam etmesini sağlamak mı temel dert?.. Ne demişti Kesmeşeker: “Her şey sermaye için sevgilim”... Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Gülpembe Pembeye çaldı bugün aklım, nasıl olduysa öylesine işte. Ve hemen ardından durup dururken çengel sakızının pembesine yapışmış çocukluğumdan kalan tonları hatırladım. Gölgelerini saklayıp, zihnimden toparlayıp ardından da pervasızca zamanı çalıp özlediğim pembeyi çingenenin karasevdasından kurtardım. ^¡^ Pembe yanakları vardı Gülpembe’nin ve gül gibi gülen yüzünde her gülümsediğinde pembe gonca güller açardı. Sırnaşık pembesi nedir bilmezdi. Sarmaşıklara tırmanırdı onun pembe hayalleri. Kırkörüğünün her birine şeker pembesi kurdeler bağlardı ki basmasındaki pembe ayva çiçeklerine arkadaş olsun. Pembe panjurlu ev bilmezdi ki o, zaten perde bile yoktu teneke mahallesindeki evlerinde. Birkaç pembe boyalı bisküvit kutusu, o da teneke sobanın arkasındaki duvarlar çok ısınıp da kireç ba danası yanmasın diye... Oysa her şey bebek pembesi başlamıştı doğdu ğunda ve o henüz hiçbir rengi bilmeden... Kızılkilden sulandırılmış kirece banılmış pem beye çalan cepheliydi barakaları. ^¡^ Sonra birden kızıl aleve dönüverdi kaderi ona anlatılan pespembe hayallerin yerine... Barakalarda yanan işçiler gibi! Olmayan panjurların yerini demir parmaklıklı cumbasız odalar aldı. Bir gecede hem de! Kuma gitti pembe köşkün yeşil lambası yanan odasına, pembe atlas yorganı bile yokken çeyizinde. Çingene pembesi akideler eşliğinde kına yakıldı “pembe devrim”inin bile gelmediği bir günde. Pembe bildiği her şeyin arkasına saklanmış karalar, bir anda saldırıverdi gecesine ve gündüzüne. Ama aldırmadı o. Adı Gülpembe olduğundan, anılarda solmuş, gülkurusu olmuş pembe anılar bile değerdi her şeye... Soğanı pembeleştirmeyi çoktan öğrenmişti pembe pamuk şekeri hafızasından yapış yapış sö küldüğünde. Pembe bale pabuçları yoktu yediği sillelerde. Pembe pembe aydınlanmasa da günbatımı pembesinin yavru ağzı ağıtında doğuyordu hep sabahlar. Hediyesi ise sabahında pudra pembesi cildindeki yer yer acımasız morluklar... Hele bir koymasaydı pembe kavun içi mezeyi akşamcının sofrasına. Pembe kareli muşamba bile yetişemezdi imdadına. ^¡^ Pembemsi ve pembemtrak hayat, nerede trak orda bırak lafı pembe tebeşirle illa tahtaya mı yazılacak?.. Şimdi pembe tüllerini aralayın hayatın, pembe tüylerle yarınlara kanat lanın, daha fazla renk sizden çalınmadan!.. Ünsal Hoca aramızda... “Cinsellik güçlüler için yaşanıyor. Güçlü olan şimdilik erkekler. Kadın manken, erkek için yürüyor. Kadınlar için imal edilen bir parfüme erkek ismi verilmiş. Kadın parfümü ama üzerinde ‘John’ yazıyor. Kadın, parfümü kendisi için değil, kendisini satın alacak erkek için sürüyor. Demek ki parfüm, kadının kendisini erkek egemen bir toplumda dolaşıma sokması için en etkin yol. 1940’lardan ‘70’lere kadar birçok aklı başında bilim adamı, cinsellik üzerinde çok fazla durdu. Bunun nedeni, insanın genel anlamda özgürleşmesi için cinselliğin özgürleşmesinin vazgeçilmez bir çıkış noktası olduğunu anlatmak istemeleriydi. Günümüzde bir çok yerde cinsellik de artık özgürlük olmaktan çıktı. Cumartesi gecesi diskodan sonra mı cinselliği yaşamak daha iyi, ertesi gün mü yaşamak? Böylece cinsellik, haftanın belli günlerinde yaşanan yapay ve sistemin izin verdiği mekânlardan sonra yaşanabilen bir şey. Cinsellik, sistemin bir mamulü olarak yaşanıyor. Giyim kuşamımızdan, en özgür yanımız olan cinselliğimize kadar her şey, sistemin kendini yeniden üretmesi için düzenlenen, imal edilen, dolaşıma sokulan bir şey. Bütün bunlarla yaşanan cinsellik, kastrasyonun aracı. Hadım oluyoruz!” (Ünsal Oskay, “Kastrasyon mu, son direniş mi”, M. Çelebi ile söyleşi, Panzehir, Sayı:1, 2004)N. epal C MY B