Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA 10 21 OCAK 2018, PAZAR Yakın Çekim Bülent VARDAR 1960’ların nostaljisi devam ediyor Yeşilçam’ın dizilerde ‘hıçkırık’lı yolculuğu Türk sineması 1960’larda, artan film sayısı ve filmlerin kalitesindeki yükselişle en verimli dönemlerinden birini yaşadı. 19221939 arasındaki 17 yıl boyunca, modern Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul’un tek adamlığında “Tiyatrocular Dönemi”ni, 19391952 arasında “Geçiş Dönemi”ni, 1950’lerden itibaren ise sinema diliyle öykü anlatmada önemli adımlar atılmış olan “Sinemacılar Dönemi”ni idrak etmiştik. Bu yıllar toplumsal yapıdaki değişimlerin hızlı ve yoğun olduğu; tarihsel, ekonomik ve sosyolojik faktörlerin etkisiyle köyden kente göçün yoğunlaştığı; düşünce, ifade, kanaat özgürlükleri bağlamında açılımların yaşandığı bir dönemdi. Yeşilçam atağa kalkmış, özellikle 1965’ten sonra yılda 300 kadar filmin çekildiği bir sektör haline gelmiştşi. ABD ve Hint Sineması’ndan sonra, dünyada en çok film üreten ülkeler arasına girdik. Diğer yandan Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Halit Refiğ’in öncülüğünde “Halk Sineması” ve “Ulusal Sinema” başlıkları altında kuram oluşturma çabaları da dikkati çekiyordu. Zengiz kız, fakir oğlan Bu dönemde popüler kültür ürünü kitapların sinemamıza uyarlamaları yapıldığı gibi, pek çok Batı sineması örneğinden esinlenerek çekilen film sayısında da artış oldu. Çetin Altan’ın yıllarca dile getirdiği, “var olmak” ile “varlıklı olmak” arasındaki çizgi, “zengin kızfakir oğlan” ya da tersi, türevi filmlerle ülkemizin bilinçaltını dışa vurmaktaydı. Yakın zamanda Kanal D’de “tefrika” bir dizi olarak başlayan “Hıçkırık”, Cem Yılmaz’ın Arif V 216 filminde yaptığı gibi 1960’ları yeniden büyüteç altına almaya bizi teşvik etmekte. Adını, yapımcıların örgütlendiği Yeşilçam Sokağı’ndan alarak “Yeşilçam sineması” denilen bu naiv sinema anlayışı, ülkemizin yaşam tarzının, duyuş ve düşünüş şeklinin yansıtılması açısından da bir turnusol kâğıdı işlevi taşır. 60’lar samimi mahalle yaşamının egemen olduğu, vicdan, masumiyet gi 1965 yapımı bir Orhan Aksoy filmi olan Hıçkırık, tefrika dizi uyarlamasıyla aynı adla Kanal D’de ekrana gelmekte bi kavramların aşınmadığı ve toplumun büyük bir aile gibi yaşadığı yıllardı. Bu sinema, Prof. Serpil Kırel’in deyişiyle “Yeşilçam öykü sineması”, toplumsal çelişkilere fazlaca dokunmadan o dönemde alt ve orta sınıfların neredeyse tek eğlencesi olmuş; sinemamızın “dört yapraklı yonca”sı Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik ve yakışıklı starları Ayhan Işık, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, İzzet Günay, Kartal Tibet halkın gönlünde taht kurmuştu. Kerime Nadir, Yeşilçam’dır! 1965 yılında Orhan Aksoy’un yönettiği, başrollerinde Ediz Hun, Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in oynadığı Hıçkırık, bu sinemanın en “klasik” örneklerinden biri sayılabilir. Ünlü romancı Kerime Nadir’in çok satan eserinden sinemaya uyarlan mıştır. Selim İleri, Kerime Nadir hakkındaki düşüncele rini şöyle açıklar: “1960’ların sonuna kadar da popüler kültürün içerisinde kitapları çok iyi okunmuş biri. Dikkatinizi çekerim sadece ‘satmış’ değil, aynı zamanda da ‘çok iyi okunmuş’... Kerime Nadir sattığı kadar okunan da bir yazardı. Mesela, Kerime Nadir’in roman kahramanlarının isimleri, anne babalar tarafından doğan bebeklerine verilirdi. ‘Hıçkırık’ın Nalan ve Kenan’ı özellikle 1930’lu, 40’lı yıllarda pek çok subay çocuğunun adı olmuştu. Çünkü bu romanın kahramanı deniz subayıydı” (Vatan Kitap, 2010). Yakın zamanda medyada reklamları dönen bu “kült” filmin televizyon dizi film versiyonu, Kanal D’de öğleden sonra kuşağında yayına girdi. Sinemamızın her daim yakışıklısı, beyefendi ve entelektüel düzeyiyle de öne çıkan oyuncusu ve geçtiğimiz günlerde “Arif V 216” ile yeniden gündemde olan Ediz Hun’un canlandırdığı Kenan karakterini, dizide genç oyuncu Barış Arda Hacıoğlu oynuyor. Hülya Koçyiğit’in canladırdığı Nalan rolünde ise Sezgi Sena Akay var. Melodramdan ‘soapopera’ya Sinemada canlandırdığı pek çok performansla özellikle kadın izleyicinin kalbinde ayrı bir yeri bulunan Ediz Hun, Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmiyle sinemaya başlangıç yapan Hülya Koçyiğit, oyunculuğunu yönetmenlikle de taçlandıran, toplumsal hafızada Karaoğlan ve Tarkan filmleriyle yer eden Kartal Tibet’in başrollerinde oynadığı “Hıçkırık” ile, televizyon dizi versiyonu arasında ismi dışında bir benzerlik bulunmuyor. Deneyimli oyuncular Selçuk Özer, Nurseli İdiz ve Mesude Pamirtan dışındaki oyuncu kadrosu, günlük bir dizinin zor yorucu performansını sırtlamakta güçlik çekiyor. “Güzel kız” ve “yakışıklı delikanlı” kontenjanının, oyunculuk sınavını karşılamada nefesi yetersiz kalıyor. Bu bağlamda dizinin, sinemamazın çok popüler bir melodramı olmuş “Hıçkırık”la kıyaslanması da pek anlamlı olmuyor. Yeşilçam’ın günümüzde televizyon dizilerinde devam ettiği, sinema yazarlarının da genelde hemfikir olduğu bir durum. Şüphesiz değişen koşullar bağlamında 1960’ların teknik ve estetik yetersizlikleri, günümüzde gerek sinemada, gerekse televizyon dizi filmlerinde aşıldı, çok başarılı yapımlar ortaya çıkmaya da başladı. O yüzden, 1980’lerin “soup opera” Brezilya dizilerine bile rahmet okutacak “hıçkırıklamalara” sapmaksızın Yeşilçam duyarlılığının dizilerde devam etmesini dileyerek bitirelim!.. Emre Tansu Keten Teknolojinin distopik kurgusu, 4. sezonunda sancılı Kurgu Netflix, Black Mirror’a yaramadı Hayata dair bütün pratiklerimizin yanında, düşünme ve yaşama şeklimizi de sarmalamış yeni iletişim teknolojilerinden uzak kalmak artık çok zor. Herkes bunun farkında ve yeni mecraların “hakkını vermek” için de elinden geleni yapıyor. Ama bunun yanında iletişim teknolojilerinin halihazırdaki etkilerinden de, içlerinde barındırdığı potansiyellerden de distopik bir kuşkuyla söz etmenin verdiği haz da var. Black Mirror bu hazzın yöneldiği en önemli yapımların başında geliyor. Üçüncü sezonuyla birlikte Netflix’e geçen dizi birçok kuşku uyandırmıştı: Eleştirellik kaybolacak mıydı? Konular zararsız bölgeye mi çekilecekti? Ancak geçen sezon, bir miktar merkeze çekilme barındırsa da, yine insanı şimdisi ve geleceği hakkında düşüncelere daldıran bölümlerle çıktı karşımıza. Aynı tartışmalar son sezonun öncesinde de alevlendi. Dizinin yaratıcısı Charlie Brooker, yeni bölümleri ABD başkanlık seçimleri sürecinde yazdığını, zaten oldukça iç karartıcı bir dünyada yaşadığımız için daha distopik dünyaları kurgulamaya ihtiyaç olmadığını söyleyerek, yeni sezonun daha ümitvar olacağını duyurmuştu. Eleştirellikten izlenirliğe Daha ümitvar mı bilinmez, ama yeni bölümlerin çok daha az eleştirel olduğunu söyleyebiliriz (Dikkat! Bundan sonrası “spoiler”). Önceki bölümlerin ana motifini oluşturan teknolojiyle harmanlanmış insanların karşılaştığı toplumsal sorunlar, bu sezonda yerini çılgın insanların yarattığı tekil sorunlara bırakmış. Yani, bütün toplumsal ilişkileri zedeleyen, deforme eden yeni bir dünyayı konu et mek yerine, kendi kötü amaçları için teknolojiyi kullanan dâhiler ön pla na çıkmış. İlk bölümdeki, insanların DNA’larından simülasyonlarını ya ratarak kendine köle yapan yazılım cı da, son bölümdeki, tıp alanındaki araştırmaları kendi menfaati için kulla nan yönetici de böy lesi karakterler... Hal böyle olunca dizi ilk dönemlerin den ziyade ilgi çe kici bir bilimkurgu yapımına yaklaş mış. Bir önceki se zonda girilen, “şaşırtıcı son” merakı nın bu sezonda daha fazla kullanıldı ğını da not etmek gerekiyor. Daha iyi bir ebeveyn olmak için çocuğuna, onu tamamen gözetleye bileceği, bir implant taktıran annenin anlatıldığı ikinci bölümde de benzer bir yapı var. Burada niyet, görünüş te iyi olsa da, sonuç hüsran oluyor. Bu bölümde de, teknolojiden ziyade insani ilişkiler kurguya egemen ha va veriyor. Anne kız ilişkisinin gerili mi, bir başkasının hayatına tamamen Black Mirror 4. sezon 1. bölümde insan DNA’larının simülasyonlarını hâkim olabilmenin gerilimini arka yaratan köle avcısı bir yazılımcıyı ürpertici çerçevede karşımıza çıkardı. da bırakıyor, bölüm bir aile dramı ola rak sona eriyor. robotların dışında bir “black mirror” iddiasıyla kar Şehrin bir kısmını ele geçirmiş öldürücü robotla şılaşmıyoruz. rın (“dog”) insanlara neler ettiğini anlatan beşinci Kaza sonucu birisini öldüren ve seneler sonra bölüm ise tamamen aksiyona dayalı bir yapıya sa yeniden karşısına çıkan bu olay nedeniyle cinayet hip. Bölgeye giden üç insanın macerasını anlatan ler işleyen mimarın konu edildiği üçüncü bölüm bölüm, kaçmakovalama, öldürülmehayatta kalma de de gerilim ve aksiyon ön planda. Ancak hakkını örgüsünden ibaret. Öldürme konusunda yetenekli yememek gerekir ki, canlıların hatıralarını görün tüleyen sistem fikri gerçekten ürkütücü!.. Her yanımızda milyonlarca kamerayla gözetlendiğimiz günümüzden bakınca, her gözün bir kaydedici haline geldiği bu biyolojik gözetimin yaratacağı karanlık hakkında düşünmek gerekiyor. Ütopya mı distopya mı? Sezonun en ilgi çeken bölümü olan “Hang The DJ” (4. bölüm), Tinder’ın ultra gelişmiş bir versiyonunun emirleriyle hareket eden insanların ideal eşlerini bulma hikâyesiyle başlıyor. Kapalı bir bölgede yaşayan insanların ilişki denemelerinin ardından ise, izlediklerimizin “gerçek hayat”taki bir programın yarattığı simülasyonlar olduğunu anlıyoruz. İnsanın bütün kişisel özelliklerini sindiren bu program, simülasyonunu başkalarınınkiyle binlerce kez ilişkiye geçirerek, yüzde 99.8 oranında uyumlu eşi buluyor. Böylece hayatın içerisinde çekilen çileyi, yaşanan üzüntüleri ortadan kaldırarak bir “mutluluk” garantisi sunuyor. Aşkı yeni medya araçlarıyla aramanın yaygınlaştığı günümüzde birçok insan tarafından pek de distopik bulunmayacak bu kurgu, (u)mutlu(!) sonla bitiyor. Ekşisözlük kullanıcılarına “iamwaldo” isimli bir hesaptan “yaptıklarını biliyoruz, bizim neler yapacağımızı da izle ve gör” mesajı atılarak reklamı yapılan yeni sezonun, dördüncü bölümün parodisi niteliğindeki, diğer bir reklamında da Esra Erol oynamıştı. Siyasetin insansızlaşmasını eleştiren Waldo karakteriyle birlikte (her ne kadar başarısız bir ironi girişimi olsa da) kitle kültürünün nadide bir temsilcisinin reklam nesnesi haline getirilmesi, Black Mirror’ın doğduğu günle bugünü arasındaki mesafeyi gösteriyor. Aksiyon ve gerilimin eleştirel aklı arkada bıraktığı son sezonu da ele alırsak rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Netflix Black Mirror’a hiç iyi gelmedi! C MY B