29 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

16 EYLÜL 2012 / SAYI 1382 5 Türkiye’de Latin rüzgârı esiyor Farkında olmanın ağırlığı Hüseyin Aksoylu, ilk kişisel sergisi “Ağırlık”la korkularımızla yüzleştiriyor bizi. Merak edilenin peşine düşüyor, farkında olmanın ağırlığını taşımayı göze alarak. Resim ve performans eserlerinin yer aldığı sergiyi gezin ve siz de kendinizi fark edin... ESRA AÇIKGÖZ “Ağırlık” Hüseyin Aksoylu’nun ilk kişisel sergisinin adı. Korkulan, merak edilen, kaçınılmaz olan denklemlerin peşine düşüyor eserlerinde Aksoylu. Detaycı bakış açısıyla ince ince işlediği tuvallerinin yanı sıra performans gösterilerinin yer aldığı videolar da bekliyor izleyiciyi. Dün art ON the Gallery’de açılan sergiyi 15 Ekim’e kadar gezebilirsiniz. Önce sanatçısını dinleyin... Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Artvin Arhavi’de doğdum, yıl 1984. İlkokulu Trabzon’da, orta ve liseyi de Arhavi’de okudum, amatör bir müzik grubuyla canlı müzik yaptım. Bir sene sonra abimin de ısrarıyla İstanbul’a geldim, güzel sanatlar sınavına hazırlanmaya başladım. Aynı zamanda bir korsan CD tezgâhında çalışarak da harçlığımı çıkarıyordum. Zaten sinemayla ilgili projeleri olan bir insan olarak çok yararını gördüm bu işin. Sınavı ilk seferinde kazanamadım, ikincisinde ise Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne ucundan girdim. Çok başarılı bir öğrenci sayılmazdım ama lisede kafamda resim okuma isteği şekillenmeye başlamıştı, çünkü artık anlamlı anlamsız sürekli bir şeyler çizerken buluyordum kendimi. Bir de karnemdeki 1’leri 4’e çevirmekte ustalaşmıştım. Resimlerinizde sade bir malzeme kullanmayı tercih ettiğiniz göze çarpıyor... Resimlerimde genelde tuval üzerine ince bir fırça ve akrilik boya kullanıyorum. Akriliği tercih etmemim tek nedeni sanırım hızlı kuruması. Tuvalin bir yerinden başlayıp bitirmiyorum, dağınık bir şekilde çalışıyorum. Kafamdaki şeyi yapmadan önce, önceki yerin kurumasını beklemek heyecanımı kırıyor. Çok sabırlı bir insan değilim bu yüzden olsa gerek. Sabırsız biri olarak bu kadar detaycı bir şekilde çalışmanız ilginç. Üstelik de büyük ölçekli tuvaller üzerinde. Sizin için bütünü kurmanın yolu detaylardan mı geçiyor, yoksa bütün sadece bir ayrıntı, önemli olan detaylar mı? Evet, detaylı çalışmalar. Hatta bazı işlerim direkt siyah beyaz olurken, bazılarında yaşatmak istediğim atmosfere hizmet eden fonlar kullanıyorum. Bazen resme bakan kişinin orada anlattığım bir denklemle direkt karşı karşıya kalması, bazen ise resmin içinde kaybolup gitmesini isterim. Genelde büyük çalıştığım işlerin bütününde bir anlatım varken, küçük detaylarda da, yaklaştıkça bu kavramı destekleyen farklı anlatımlar bulunur. Bu detaylar tabii ki resme bakan herkesi aynı noktada buluşturacak kadar keskin veya yol gösterici değil. Fakat amacım aynı noktada buluşturmak değil, resimle bire bir olarak hesaplaşmalarını sağlamak. Bu ilk kişisel serginiz, sizin için anlamı nedir? Söylediğim gibi çok çalışkan bir insan değildim, fakat sürekli hayal ederim. İlgi alanım ve hayallerim resimle sınırlı da değil. Müzik ve sinemayla da ilgiliyim. Sinema konusundaki projelerim halen devam ediyor. Herkes beğenilmek ister, bir şeyleri başarmak da. Fakat benim projelerim ve hayallerimin yanında, bunları hayata geçirmek için gösterdiğim çaba kıyaslanamayacak kadar zayıftı. Birkaç sene önce kendi kendime hayallerinle bir hiçsin, dedim ve ardından çalışmaya başladım. Bu sergi bir şeyleri başarmış veya başarıyor olmamın benim için ilk somut örneği. Serginin adı Ağırlık. Neyin “ağırlığı” bu? Bu sergide daha çok korktuğumuz, merak ettiğimiz ve aynı zamanda da kaçınılmaz olan denklemleri konu alıyorum. Bu durumu yaşamaktan öte, bu durumun farkında olmanın getirdiği bir ağırlık bu. Ne kadar yaşayacağını ve ne kadar acı çekeceğini önceden bilmek, adım atmaya devam etmek veya sana yaklaşmasını izlemek… Farkında olmanın getirdiği bir ağırlık. Sergide ilginç performanslarınız da yer alıyor... Açıkçası benim ilk performanslarım durup dururken yaptığım denemelerin üzerine düşünmemle başladı. Köşede duvara dayalı bir merdiveni alıp hiçbir yere dayamadan üzerine çıkmaya çalışırken, aklımda bundan iyi bir performans çıkar, diye bir fikir yoktu. Fakat bunu neden yaptığımı düşünmeye başladıkça şekillendi. Performans, bana birçok disiplinden daha çıplak, savunmasız ve samimi geliyor. mir Ersoy, Türkiye’nin en ünlü isimlerine eşlik etmiş bir piyanist, üstelik Kalipso Kralı unvanıyla bildiğimiz efsanevi Metin Ersoy’un da oğlu olarak Latin müziklerinin içine doğmuş. Ersoy, yıllardır Kübalı, Porto Rikolu müzisyen arkadaşlarıyla Latin müziklerini işlemeyi sürdürüyor. Daha önce Cuban portrait adını verdiği albümüyle kendi besteleri ve enstrümantal bir projeyle karşımıza çıkan Ersoy; 2010’da Ajda Pekkan, Emre Altuğ, Funda Arar gibi Türk pop yıldızlarıyla 10 şarkı 10 şarkıcı albümünü yayımlamıştı. Özellikle Ajda Pekkan’ın Latin düzenlemesiyle konserlerinde de söylediği “Her yaşın ayrı bir güzelliği var” yorumu Ersoy’un Türk Pop müziğine kattığı Latin havasını iyice hissettirmeye başlamıştı. Ersoy bu kez Projecto Cubano ile yepyeni projesi Karnaval’da Deniz Seki, Işın Karaca, Yaşar, Kenan Doğulu gibi Türk pop müziğinin ünlü sesleriyle hepsi meşhur olmuş pop şarkılarını yepyeni bir makyajla sunuyor. Albümde üç yeni beste de var. “Hele bir gel” şarkısıyla ünlü oyuncu Özgü Namal da bize sürpriz yapıyor. Pop müzik dünyasında birçok ünlü yıldıza eşlik etmiş bir müzisyen olarak artık sizin projelerinize ünlü yıldızlar eşlik ediyor; ülkemizde Latin müziklerine gösterilen ilgiden her zaman emin olabildiniz mi yoksa sizin için mi vazgeçilmez? Ben bu müziğin ciddi bir kesim tarafından sevilip dinlendiğini zaten biliyordum. Alternatif bir kesim ama gitgide yayılan ve sayısı artan bir kesim. Dolayısıyla hem emindim hem de benim vazgeçilmezimdi. Kalipso Kralı Metin Ersoy’un oğlu olarak Latin müziklerinin içine doğdunuz; peki Latin müzikleri dışında başka hangi türlerden keyif alıyorsunuz? Aslında birçok türde müzik dinlerim, içinde güzel müzikal değerler olan her parçayı dinlerim. Pop, rock, funk, jazz, soul, R&B, 80’s, 90’s....Gerçekten ayırt etmem. İlk albümünüz Latin caz havasındaki Cuban Portrait’teki bütün şarkıların besteleri ve düzenlemeleri size aitti; peki yeni albümünüz “Karnaval” için Latin düzenlemesi yapacağınız Türk pop şarkılarını nasıl seçtiniz? İlk albümüm enstrümantal bir Latincaz albümüydü. O albüm ile zaten yurtdışı hedeflerime E ulaşmanın ilk adımını atmak istemiştim ve benim için gerçekten bu konuda çok başarılı olmuş bir proje oldu. Kesinlikle devamı gelecek, hem de çok yakında. Karnaval albümünde ise parçaları popüler olmuş ve Latin müziğine uyarlanabilecek melodik yapıya sahip olmaları nedeniyle seçtim. Gittiğim yerlerde hoşuma giden bir parça duyarsam hemen not alırım. Sonra CENK o notların arasından elemeler yapıp stüdyoda çalışmaya başlarım. Demolar ERDEM hazırlarım. Grubumuzdaki arkadaşlarım stüdyoya gelir ve onlarla çalışırız. Bu parçaların da hepsi bu şekilde ortaya çıktı. Albümünüzde Deniz Seki, Işın Karaca gibi Türk pop müziğinin ünlü sesleri var; peki sizin düzenlemelerinizle bir Türk pop şarkısını Latin bir yıldız okuyacak olsaydı; kimle çalışmak isterdiniz? Tabii ki size üç isim verebilirim: Marc Anthony, Isaac Delgado ve Ruben Blades. Gönül ister ki üç Türk parçasını da İspanyolcaya çevirip bu üçlüye söyletebileyim. Türk pop müziğine Latin havalarını katan EMİR ERSOY, Projecto Cubano ile yeni projesi olan Karnaval’da Deniz Seki, Kenan Doğulu, Yaşar ve Işın Karaca gibi şarkıcıların sesinden tanıdığımız şarkıları yeni bir versiyonla sunuyor. Albümde Özgü Namal da “Hele bir gel” şarkısıyla yer alıyor. Ajda parçalarına Latin uyarlaması İspanyol flamenko caz yıldızı Buika ile çalışırken ünlü Kübalı Latin caz piyanisti Chucho Valdes’e de hayran olmuştum; peki siz bir piyanist olarak en çok kimlerden ilham alıyorsunuz? Benim de favorilerimin başında gelir zaten Chucho Valdes ve Michel Camilo, beni bu müziğe yöneltip ilerleten rol modellerimdir. 2000’de ikisiyle de tanışıp arkadaş olma firsatını yakaladım. Ayrica Eddie Palmieri, Gonzalo Rubalcaba ve Papa Luca da vazgeçilmezlerimdendir. Eddie Palmieri ile ilgili küçük bir anım var. Benim beraber çalıştığım davulcu arkadaşım Eddie Palmieri’yle de çalıyor; Horacio El Negro Hernandez. İstanbul’a geldiğinde bana “Emir, bana albümünü ver, haftaya Eddie ile çalacağız O’na vermek istiyorum” dedi. Cd’yi verdim ama bir de “böyle olmaz lütfen Eddie için bir şeyler yaz ve imzala” dedi. Çok tuhaf ve güzel bir histi benim için. Örnek aldığınız, yıllarca izlediğiniz bir piyaniste kendi albümünüzü imzalayarak vermek... Ne yazabilirdim ki? Aklıma gelen bir şeyi yazdım. Bir hafta sonra Eddie ve Horacio aradı, gülmekten konuşamıyorlardı. Notum Eddie’nin çok hoşuna gitmiş: “Eminim ki ileride iyi bir piyanist olacaksın”… Sahnede yıllar önce Ajda sizin düzenlemenizle “Her yaşın ayrı bir güzelliği var” şarkısını söylerken bir dinleyici olarak keşke başka şarkılara da böyle düzenlemeler yapsa demiştim; siz en çok hangi Ajda şarkılarına Latin havası yakıştırıyorsunuz? Bence Ajda Pekkan’ın seslendirdiği parçaların çoğu Latin müziğine rahatlıkla uyarlanabilir. Mesela “Eline Yüzüne ve Ah ne Varsa Bende Var” şu an için bende hazır (Gülüyor)... Daha önce Suzan Kardeş’in albümünde de şarkı söyleyen ünlü oyuncu Özgü Namal sizin albümünüzde de bir şarkı söylüyor; peki bu fikir nasıl ortaya çıktı? Ben bilmiyordum açıkçası. Bir arkadaş ortamında sohbet ederken şarkı söylediğini öğrendim. Hatta ilk başta benle şakalaşıyorlar sandım. Sonra youtube'dan bir baktım gerçekten de kendi filmlerinde de söylediği şarkıları kendi seslendiriyormuş. Hatta Suzan Kardeş’in albümünde de bir parça söylemiş. Sonra ben ısrar ettim birazcık. Bir parça seçtik. Onun demosunu hazırladım. Özgü’de çok sevdi fakat telif problemleri yüzünden parçayı kullanamadık. Parça yabancı kökenliydi. Buradaki hak sahibi firma ile Türkçe sözlerini yazan söz yazarı arasındaki problemden ötürü şarkı kullanılamıyormuş, yazık. Nice böyle parçalar var bu yüzden kullanılamayan. Sonra “Hele Bi Gel” adlı parçanın Latin versiyonunu yaptım. Tesadüf bu ki Özgü bu parçayı zaten çok severmiş. Stüdyoya geldi, çalıştık ve kaydettik. o kadar güzel, o kadar içten söyledi ki... Gerçekten o samimiyeti albüme de yansıdı. Perküsyonda Aleixi Contreras ve basta Andres Rabelo Macisa eşlik edince albüm tam Latin albümü oluyor; peki albümde en eğlenceli Latin düzenlemesi hangisi oldu? Aleixi ve Andres olmasaydı yarım olacaktı diyorsun; şaka bir yana, ben bas notasından, perküsyoncuların çaldığı cowbell‘e kadar en ufak tüm aletlerin notasını yazar ve öyle çalmalarını isterim ki bu müzik gerçek anlamıyla ortaya çıksın. Yaptığımız müzikte nefes alsanız notası vardır ama sadece notayı çalarsanız hiçbir şey yapamazsınız. Hissederek çalmanız lazım. O yüzden bu kadar geniş bir spektruma yayılır ve bu kadar çok enstrüman çalarken kimse rahatsız olmaz. En eğlenceli değil de Latin normlarındaki en güzel düzenleme hangisi derseniz; Hiç Bana Sordun mu?, Aşk, Sil Baştan, Sen miydin?, Cumhuriyet, derim. Bu düzenlemeler gerçekten dünya standartlarında. Emel Sayın’la yaptığım bir röportajda pop şarkıları arasında en çok Şebnem Ferah’ın Sil Baştan şarkısını söylemek isterdim demişti; siz Şebnem Ferah’ın şarkısını nasıl aldınız? Şebnem Ferah’ı şahsen tanımıyordum. Kenan’a (Doğulu) rica ettim, aracı oldu. Maille parçanın demosunu gönderdim ve çok beğendi. Bu arada Emel hanımın bu şarkıyı sevdiğini bilseydim onun söylemesini rica ederdim. Enteresan bir çalışma ortaya çıkabilirdi. Karnaval yepyeni bir proje; ama üzerinde çalıştığınız yeni projeler de var mı? “Senfonik Salsa” projem var. Şu ana kadar Orchestra Sion, Bursa ve Antalya Devlet Senfoni Orkestraları ile bu projemi gerçekleştirdim. Şimdi Çukurova, İstanbul ve İzmir devlet senfoni orkestralarıyla yapacağız. Sonra da yurtdışındaki senfonilerle bu projeyi yapmak istiyorum. Bence dünyanın en keyifli projelerinden biri... ADNAN BİNYAZAR Ruhlarını satanlar binyazar@gmail.com C M Y B C MY B uriye’de süregelen vahşete ilişkin aşağıdaki haberi okuyunca, “Demek, ruhunu satacak kadar alçalıyor şu insanoğlu!” dedim içimden: “Her kafa kesimine 50 bin lira!” Muhalif gruplar arasında eylemini sürdüren Cabir Mustafa Şehabi, bir başka tugaydan Hayr Derviş’in önerisiyle, aylık maaşının yanı sıra, keseceği her kafa için 50 bin lira aldığını söylüyor. Hayr Derviş, Muhammed Dip Naime adlı polisi hedef gösterir. Şehabi, kuzeniyle birlikte polisin yerini saptar. Şehabi, buyruğu yerine getirerek Dip Naime’nin kafasını gövdesinden ayırır! Olayı Şehabi’den dinleyelim: “İkinci gün Naime’yi, sürekli alışveriş yaptığı bir sebze pazarından dönüşü sırasında kaçırıp yakındaki bir okula götürdük. Yere yatırdık. Kuzenim ayaklarından tuttu. Ben de sürekli üzerimde taşıdığım bıçağı boynuna dayayıp boğazından kestim. Cesedi bir torbaya koyup mezarlığa gömdük.” Şehabi, operasyonu gerçekleştirip 50 bin lirasını alır, daha sonra iki kişinin daha kafasını keserek, 100 bin lirayı da cebine indirir. Sorular, sorular... Üretim değiş tokuşunun yerini para aldıktan sonra mı insan soyu böylesine canavarlaştı? S Uygarlaşmış kafa, tavuk kesilirken acı duymasın diye önlemler alırken, nasıl oluyor da paraya ruhunu satan insanlar türüyor aramızda? Hayvan bile, var oluşunu sürdürmek için kendi türünden olana dokunmazken, insan, nasıl üç kuruş için iradesini başkasının kölesi kılabiliyor! Şehabi ve onun soyundan olanların, işkembesini tıka basa doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen canavar ruhlu yaratıklardan ne farkı var?.. Shakespeare, kim bilir nasıl bir olay yaşadı da, paraya “Seni bütün insanlığın ortak orospusu seni! / Sen değil misin millet sürülerini birbirine düşüren?” dedi? Ona göre, para insanın gözünü, vicdanını da körleştirir: “Cehennemliği cennetlik eder; / İğrenç cüzamları sevdirir insana; / Hırsızları başköşeye oturtup / Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar. / Yıpranmış dullara koca bulduran odur; / Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına / Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir!” (Atinalı Timon, Çev. Sabahattin Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, İst. 1985, s. 122). Varlıklı bir aileden gelmesine karşın, Shakespeare’den on altı yüzyıl önce yaşayan Plutarkhos da aynı mantıkla düşünüyor: “Herkes bilir ki, eğer para ortadan kaldırılacak olsaydı, dolandırıcılık, hırsızlık, soygunculuk, kavgalar, dövüşler, fesatçılık, cinayetler, vatan hainlikleri, bozgunculuklar ve cellat tarafından öcü alınan, ama önlenemeyen tüm suçlar bir anda yok olup giderdi. Eğer para ortadan kalksaydı, korkular, kaygılar, tasalar, düşkünlükler ve uykusuz geceler de ortadan kalkardı. Para tümden yok edilebilseydi, her şeyden çok paraya gereksinim duyan yoksulluktan eser kalmazdı.” (Sözün Özü, Çev. Celâl Üster, Can Yayınları, İst. 2010, s. 242). Çağımızın insanına göre paranın ortadan kalkması hayal bile edilemez. Yokülkelerde (utopia) bile parasızlığı öngören bir yönetim biçimi öngörülmüyor. Plutarkhos’un isteği gerçekleşip para ortadan kaldırılsaydı, belki ülkesi Yunanistan bugün krizden krize sürüklenmez, halkın kulağı, Avro patronlarının ağzından çıkacak bir çift sözde olmazdı... Para bir değer. Ona değer biçen de insan. Bu değer, yaşamı güzelleştirme yolunda kullanılmadıkça, para her türlü kötülüğe yol açacaktır. Oysa hep sömürü yolları aranacağına insanca bir paylaşım düzeni kurulabilseydi, ne Şehabi ne de ona paranın parlak yüzünü gösteren Derviş, ruhunu satıp kendi türünün kanına girerdi. Kuşkusuz, Irak petrollerinde, Türkiye’nin yerüstü, yeraltı zenginliklerinde gözü olan bir sermayeden de söz edilmezdi...
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear