Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 ARALIK 2012 / SAYI 1395 3 Fotoğraf: VEDAT ARIK Porf. Dr. İlber Ortaylı, “Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı (19232023)” kitabında okuyucuyu bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Günahları sevaplarıyla bu maceranın içindeki kırılmaları anlatıyor. “Muhteşem Yüzyıl”ın muhteşem polemiklerine mesafesini korusa da Ortaylı “Başbakan eleştirmekte geç kaldı. Bu kadar kazanç ve döviz getiren bir filme yanlış da olsa bir şey yapamazsınız. Zaten bu bir dizi, belgesel değil” diyor. Politikacılar zaman trenini kaçırdı Türkiye’nin eksikleri neler? Kapayamadıkları gedikler ya da yeni açılan hangi deliklerden su alıyor ülke? Sorunlar bitmiyor, değişiyor. Son elli yılda asırlara sığacak tarihi yaşadık. Beş yaşımı hatırlıyorum, bugün 65 yaşındayım. Tanık olduğum değişime aklım ermiyor. Treni yakalamaya çalışanlar içinde de en beceriksizleri yöneticiler ve politikacılar. Herkes yerine, koltuğuna yapışıyor ama zamana tutunamıyorlar. Kitapta ayrıca dini kamplaşmanın yaratacağı tehlikeyi anlatıp, “Türkiye mozaik değil” diyorsunuz. Mozaik olan bir ülkede kültürler berrak ve monalit olmalıdır. Parlamentoda şu dili konuşacağım demek değil, bütçe kanununu o dilde yapabilmek konuşabilmektir, tartışabilmektir. Retorik güzelliğin de olacak konuşmanda. Gösteri için yapılmayacak, bu kültür kurumlara nüfuz edecek. Mozaik kelimesi özenti ve boş kalıyor. Peki, nedir Türkiye? Dinin konumlandığı nokta ciddi tehlikeli. Çünkü ProtestanKatolik kavgası gibi bir şey yok ortada. Yine her şey flu. Aslında ortada adı konmamış bir sınıf kavgası var. Ekonomik boyutlardan çok, kültürel boyutlar arasında uçurumlar oluştu. Kültür bakımından istenen yapılamadı. Atatürk devrinin gerisinde Türkiye bu anlamda. Buradan bakınca Türkiye için bir iç savaş çok gülünç ve saçma. Buna her yüzyılda gülerler. Rahatsız olduğum şey motifler üzerinden iç savaş kışkırtmaları. Türkiye’de her şey yarım, her şey temelsiz. İyi yerlere gelmenin yolu, iyi hizmet etmektir. Bitmez bir nefret ve söylemi de var. Onun çevresinde dönüyor hayat. l Ben olsam Sultan Abdülaziz’i dizi yapardım Osmanlı’yı padişahların hayatı üzerinden deşifre ediyorsunuz. Bu bilinçli bir bilinç artırma mı? Çünkü yanlış anlatılıyor. “Hep son padişahlar kötü” diyorlar. Hepsi padişah, farkları yok ki! Avrupa hükümdarları da onlardan iyi değil. Bu adamlar padişah olmasa da işsiz kalmaz. Sultan Abdülhamit çok iyi iş çıkarır ve zengin olurdu mesela. Avrupa hükümdarları için böyle diyemem. Son hükümdar ve son halife buradan gittiğinde sanırım dört kadınla evliydi. Erkekler böyle imkânları kullanıyor. Elbette Avrupa’da bu manzarayı göremezsiniz. Metresli olmakla dört karılı olmak da aynı şey değil. Hiç eğitimli kraliçe yoktur bana sorarsan. Bizim Osmanlı sürgünleri Avrupa’da keman çalarak bile yaşayabilirlerdi mesela. Bunları bilmek gerekir. Fransa’da Maria Teresa’yı anlatan o kadar kitap var ki. Peki siz, Türkiye’de Mustafa Reşit Paşa’nın doğru dürüst portresini okudunuz mu? Cumhuriyet’in bütün kurucu kadroları bu insanlardan çıkmıştır halbuki. Bir de Muhteşem Yüzyıl var, polemik deryası. İnsanlar dizinin dedikodusunu yapabilmek için tarih okuyorlar. Siz nasıl bakıyorsunuz? Bana da danışmanlık teklifi geldi, başkalarına referans oldum. Rol için gelmediler ama zamanım da yok zaten. Başbakan eleştirmekte geç kaldı. Bu kadar kazanç ve döviz getiren bir filme yanlış da olsa bir şey yapamazsınız. Evet, dizinin gerçekle alakası yok, zaten bu bir dizi. Belgesel de değil. Siz yazsaydınız hangi padişahın dönemini anlatırdınız? Kanuni iyi bir örnek. Dördüncü Mehmet de ilginçtir aslında senaryo anlamında. Ben ise Sultan Abdülaziz serisi yapmak isterdim. l ALİ DENİZ USLU İLBER ORTAYLI P Başbakan “Muhteşem” Yüzyıl” için çok geç kaldı tedbiriniz askeri düzeltmek oluyor. Türkiye’de reform Tanzimat’la, orduyla başlar. Kurmay Akademisi’ni kurmuş ki, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun askerleri çıkmış ortaya. Tanzimat’la, ileri Batı medeniyetiyle hesaplaşmaları söz konusu. Bu bize özgü de değil, İran da bunu yapmaya çalıştı. İran’ın Batılılaşmaya verdiği isim “garbzedeydi”, felaketzede gibi. Rusya’da da bu problem vardı. “Biz kimiz” sorusu yeniden mi soruldu o dönemde? Cumhuriyet dönemi insanı o dönemde bu soruya kesin bir yanıt verdi! Bir şey olmalıydılar. Çünkü çok zor durumda ve aciz haldeydiler. Türk tarihinde hiç görülmeyen bir şey var o da; “insan kudretinin bitmesi.” 10 yıl boyunca modern muharip dünyada kavga ediyorsunuz, herkes savaşıyor, herkes ölüyor. Tahribatta eşit bir harp. Nasıl mı? Hukuk sıraları, tıbbiye sıraları boş... Yedek subay, uzun kısa dönem gerginliği yok! Buradan bir cumhuriyet kuracaksın, bu büyük bir talihsizlik tabii. İşin özü Cumhuriyetin ilk yıllarında çok mühim şeyler olmuş. Tarihi bilmemek açısından yakın tarihi mi bilmemek daha kötü yoksa Cumhuriyetin ilk yıllarını mı? Tarih bilinmiyor, tüm dünyada böyle. Tarih bilenlerin toplum üzerinde kontrolü var, çünkü toplum bileni dinler, takip eder. Burada paralel sözlü kültür var, hiçbir zaman hiçbir kitapta yazmayan bilgiler vardır. Mesela Atatürk, İsmet Paşa’nın katline emir vermiş, bunu hiçbir yerde okuyamazsınız ama duyarsınız. Bizim kuşak çok duydu, sürekli konuşulur, söylenmez, muhalif kitaplarda bile yazmaz, dile getirilmez. Yeni neslin de geçmişten haberi yok. Çünkü kendine göre politikaları var Cumhuriyetin. “İçimize kapanalım, kalkınalım” diye yol aldılar. İyi güzel de bu politika tarih okumayı ve okutmayı yadsıyamaz. Cumhuriyet ve Osmanlı iktidar farklılıklarına rağmen Türk devletleri. Peki bildiğimiz resmi Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi ne kadar gerçek? Biri Türklerin imparatorluğu, biri Türklerin cumhuriyeti. Türkler sorumsuz işler yaparak yazarlar ders kitaplarını. Hiçbir yerde bu kadar keyfi yorumlar ve sloganlarla yazılmaz tarih. Söz hürriyeti başka ama okul kitabı gerçek olmalıdır. Bir kere o dönemde yeni devlet, yeni sosyete kuruluyor, cemaatten millete geçiş var, Atatürk’e has sosyolojik terimler bunlar. “Yeni devlet, yeni millet var, Osmanlı yok! Tek biz varız.” Müsadenizle de, öğretmen uydurmasıdır bunlar. Mithat Cemal de şöyle uydurmuştu mesela; “sekiz yüzyıllık serserilik” demiş Atatürk bütün Anadolu maceramıza. “Ne zaman?” dedi diye sordum, geçiştirdi. Sorumsuzluk budur işte. l rof. Dr. İlber Ortaylı, “Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı (19232023)” kitabında gazeteci İsmail Küçükkaya’nın sorularıyla sadece tarihsel dinamikleri değerlendirmiyor, bir gelecek muhasebesi de yapıyor. Ona göre sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tarih bilinmiyor. Devletlerin ve siyasilerin de tarihi yeniden yazma derdinin büyük olduğunu anlatıyor Ortaylı. “Türkler sorumsuz işler yaparak yazarlar ders kitaplarını. Hiçbir yerde bu kadar keyfi yorumlar ve sloganlarla yazılmaz tarih” diyor. Son haftaların popüler konusu “Muhteşem Yüzyıl” polemiklerine mesafesini ise koruyor Ortaylı. “Bu kadar kazanç ve döviz getiren bir filme yanlış da olsa bir şey yapamazsınız. Evet, dizinin gerçekle alakası yok, zaten bu bir dizi. Belgesel de değil. Başbakan da çok geç kaldı” diyor. Ama kendi bir tarih dizisi çekse Sultan Abdülaziz’in serisini yapmak istediğini söylüyor. Cumhuriyetin ilk yüzyıllık bölümünde büyük kırılmalar var. Bazıları görünür bazıları değil. Ama temel dinamiklere baktığınızda hangisi öne çıkıyor? Tanzimat’ta başlayan “tarih yapma şuuru” diye bir tavır var. Çünkü bu doğrudan doğruya tökezlemenin getirdiği bir olgu. Cihan devletleri arasındayken birdenbire ciddi bir çöküntü ve yok oluşa uğruyorsunuz. Böyle olunca da ilk Atatürk’e saldırı başka şeyleri örtmenin bir yolu Mustafa Kemal’e gelelim. Onu portre olarak değil de koşulların onu nasıl yarattığı bir kahraman olarak anlatıyorsunuz. Kahramanları koşullar yaratır. Mustafa Kemal nerede atılım yapacağını, nerede duracağını, ne zaman kenarda bekleyeceğini iyi bilen gerçek bir mareşaldi. Atatürk kadrolarını seçerken TKP Genel Sekreteri Vedat Nedim Bey’i bile kullanmıştır. Günümüz Türkiyesi’nde de yapılması gereken budur. Şu an hükümet tarihi bir kahramanla hesaplaşıyorsa bu kimseye fayda getirmez, selametli değil işin sonu. Bir şeyleri örtmek için öne çıkarılıyor bu saldırı, tek açıklaması bu. Ya tartışılan başkanlık sistemi. Bu coğrafya bunu kaldırır mı? Başkanlık sistemi için kişilikli, kuvvetli bir parlamenter yapıyla birlikte sağlam bir yargı gerekli. Bunların ikisinde de zayıfız. Yargı ve yasama başkanlık sistemini taşıyacak, kuvvetler ayrılığını götürecek güçte kurumlar değiller. “Osmanlı tipi var, Cumhuriyet tipi yaratamadık” diyorsunuz bir de. Osmanlı tipi Cumhuriyet mi bu? Nedir eksiği ya da fazlası? Osmanlı kültürü tüm kültür alışkanlıklarıyla yaşıyor ve biliniyor. Tarzı var, beğen beğenme bu var. Ama bugünkü insanımız için böyle bir belirleme, kişilikli bir kültür prototipi yok, oluşturamadık. Cumhuriyetin insanını ve hukukçusunu yetiştiremedik, bağımsız aydın bir toplum yaratamadık. Bu Amerika’da, Fransa’da ve faşist geçmişten gelen Almanya’da bile var. l Ö ADNAN BİNYAZAR Yaratıcılığı sorgulama zel okulların birinde yaptığım bir konuşmada sanatsal yaratılara yönelik önyargılar üzerinde durmuş, sözü darbeci bir generalin, bir sergi ziyaretinde Picasso’nun resmini saçma bulup, “Bunu ben de yaparım,” dediğine getirmiştim. Öğretmenlikten gelen alışkanlıkla, bu tür konuşmalarım ders gibi geçtiğinden, arada öğrencilere sorular yönelttiğim de oluyor. Amacım, öğrencide yalnızca ilgi uyandırmak değil; tartışılan konuya onların düşünsel katılımını da sağlamak... Sorum şuydu: “Picasso’nun resimlerini saçma bulan kişi, o konuda bir şey bildiğinden mi yargıda bulunuyor, bilmediğinden mi?” İyi öğrenci, ondan beklenenin ötesini görür; 8. sınıf öğrencisi küçücük bir kız söz alarak, “Resmi hem saçma buluyor, hem kendisinin de öyle resimler yapabileceğini söylüyor. Resim saçma değil, o saçmalıyor! Elbette bir şey bilmediğinden konuşuyor; bilseydi, Picasso’nun o düzeye gelinceye değin nice biçim ve renk aşamalarından geçtiğinin ayrımına varır, kendini dünyaya kabul ettirmiş bir sanatçının resmini saçma bulmazdı...” dedi. Umutsuzluğa kapılanlar, umudu, yetişen yeni kuşakların ışıklı beyinlerinde arasınlar... Konuştukça konuşmak isteyen öğrenciden ayıramıyordum gözümü. Aklım, topluluk karşısında iyiyi kötülemeyi kahramanlık sayan diktacıdaydı. Ressam olmadığı bir yana, yaptığı ilkel boyamaları resim sayacak kadar da bilinçsizdi. Gel gör ki, para babaları milyonlar sayarak aldıkları resimlerini salonlarının en görünür yerine asıyorlardı. Zaman dönüp devran değişmişti. İyi resim kötü resmi kovar. Aynı adamların, milyonlar verip aldıkları resimler kim bilir şimdi hangi mahzenin karanlık bir köşesinde çürümeye terk edilmiştir!.. Bedeni kemik yığınına dönen diktatörün, yatağında sorguya çekilişinin sünnet çocuğuna benzetildiğini bir gazetede okuyunca, Sophokles’in Kral Oidipus oyunundaki son özdeyişini anımsadım: “Bir insanın sonunu görmeden ona mutluluğa ermiş demeyin...” Gencecik insanların idam fermanlarını imzaladığı günlerde faşistçe incileri (!) en iri harflerle başlık atılan adam, aynı sayfalarda sünnet çocuklarına benzetiliyor!.. Tarihin dili gerçekçidir, acıdır. Hep düşünürüm; kitap toplatanlar, tiyatroları işlevsiz kılanlar, sinemaların kapısına kilit vurduranlar, şarkılı çalgılı konser salonlarını günah yuvası sayanlar, heykel parçalatanlar, kültürü dar kafalarının içinde mahkum edenler... Kral Oidipus oyununu okumuş olsalardı sanata yönelik çağdışı uygulamalara girişir, kendilerini tarih önünde rezil ederler miydi?.. Sanatsal emek, üreteni ölümsüzlüğe erdirir. Değil yasaklamak, toprağa da gömseler, günü gelir, o, gücünü katlayarak varlık kazanır. Yaşadığı yıllarda, Vincent van Gogh’un, bir kadının bebeğine süt almak için yok pahasına on gravürü satılmıştır. Stefan Zweig’ın Balzac kitabında okumuştum; o dönemde Balzac ününün doruklarında iken Stendhal sıradan bir yazar sayılmıştır. James Joyce’un, çağımızın da en seçkin romanı sayılan Ulysses’i birçok yayınevince geri çevrilmiştir. Kendini dorukta varsayanlar, oralarda yelin sert estiğini bilmelidirler. Uzağa gitmeyelim; Saddam’ı, Kaddafi’yi getirelim gözümüzün önüne, astığı astık kestiği kestik bu adamlar ölü bedenlerine dört kollu tahtalarda bile yer bulamamışlardır. Sanat düşmanları, her çağda, bilgisizliğinin bilincinde olmayanlar arasından çıkmıştır. Zaman, kötülükleri unutmaz; tarihin akışı içinde yaratıcılığı suçlayanlar her dönemde yenilgiye uğramışlardır. Gün gelir, küçücük bir kız, sanatı katledenleri zamanın yargı masasında sorguya çeker, onların kara cehaletlerini yüzlerine vurur! l binyazar@gmail.com C M Y B