Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 6 KASIM 2011 / SAYI 1337 Aşkın peşinde Ernestin’den Eren’e ESRA AÇIKGÖZ Aşkın ve sanatın yoğun olduğu bir hayat onunki; Romanya’dan Paris’e, oradan da Türkiye’ye uzanan... Doğduğunda adı Ernestin’di, âşık olup da sevdiği adamın, Bedri Rahmi’nin memleketine, Türkiye’ye geldiğinde Eren oldu. Çok sevdi, çok sevildi, aldatıldı da. Hep çok çalıştı, sezdiğini ve sevdiğini resmetti Eren Eren Eyüboğlu’nun resimleri... D oğduğunda adı, Ernestin’di. Doğum yeri Romanya’nın Yaş kenti, tarihi 1907. Babası rahibelerin gittiği bir okula yolladı, sert, sıkı bir eğitim gördü. Ancak hiçbir şey içindeki resim yapma isteğini yok edemedi. Yaş Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Hocaları bir istese o üç çiziyordu; kopyalar, ikonalar, portreler... 1929’da Paris’in yolunu tuttu. Batı sanatını öğrenmek isteyen onlarca milletten insanın girmeye çalıştığı, farklı dillerin, farklı dinlerin sanatla ortaklaştığı bir atölyedeydi, Andre Lhote’nin atölyesinde... Elinde paleti ve fırçasıyla tuvale sevgi ve sezgilerini döktüğü bu yıllarda, bir erkekle karşılaşacağını, ailesinin izni olmadığı halde onunla evleneceğini, o adamın vatanına yurdum diyeceğini, çok seveceğini, çok sevileceğini, ancak sevdiği adamın başka bir kadına âşık olacağını, yine de oğlu için kocasını sabırla bekleyeceğini ve ömrünün sonuna kadar Türkiye’de yaşayacağını bilmiyor henüz. Şimdi sadece o ve tuval var... Bunun için tarihler, 1930’u göstermeli. Bedri Rahmi atölyeye Celal Tollu’yu sormaya gittiğinde gördü Ernestin’i. Ne Bedri Rahmi’nin Fransızcası yeterliydi konuşmak için ne Ernestin Türkçe biliyordu, bakıştılar, gözler çok şey söyledi ve artık âşıktılar! 1933’te Romanya’ya döndü Ernestin, 1936’da ailesinin itirazına rağmen İstanbul’da evlendiler. Artık adı Eren’di. Türkiye tarihinde önemli izler bırakan bir ailenin parçası oldu, Türkiye’nin ikinci dönem milletvekillerinden Mehmet Rahmi, Türkiye’nin ilk kadın mimarı Mualla, Türkiye Aydınlanma hareketinin önemli isimlerinden Sabahattin Eyüboğlu akrabalarıydı artık... “Türkiye’yi hiçbir zaman ikinci yurdum olarak görmedim” diyerek anlattı yaşamını, “Daha önce bilmediğim, tanımadığım nice değerler, bana çizip boyama, yaratma coşkusu veren değerler gördüm yeni ülkemde.” Gerçekten de sanatında yeni bir dönem açtı Türkiye; yeni renkler, yeni manzaralar, yeni ışıklar, yeni konular, yeni motifler... Anadolu’yu gezdiler köy köy; kilimlerin, bir köylünün heybesinin peşine takılıp. Çizdiler, çizdiler, çizdiler... “Eren, belli ki kocasından daha rahat çalışıyor. Fırçası ve paleti emrine tabi. Tabiat karşısında hiç şaşırmıyor” diyerek anlattı onu bir yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar. Sadece o da değil, Bedri Rahmi de “Eren doğuştan ressamdı, bense sonradan olmayım!” diyerek tarif etti karısının sanat anlayışını. 1940’larda hayatının en zor dönemini yaşadı Eren Eyüboğlu. Kocası başka bir kadına âşıktı artık, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin misafir öğrencisi Mari Gerekmezyan’a. 1946’da tüberkülozdan öldüğünde 32 yaşındaydı daha Gerekmezyan. Yıllar geçti, ancak bu aşkın acısı hiç silinmedi Bedri Rahmi’nin kalbinden. Üç yıl sonra, 1949’da bir toplantıda, kendinden şiir okunması istendiğinde, “Karadutum” diye başladı: “çatal karam, çingenem / Daha nem olacaktın bir tanem / Gülen ayvam, ağlayan narımsın / Kadınım, kısrağım, karımsın”... Eyüboğlu. Eserleri şimdi İş Sanat Kibele Galerisi’nde. Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu birlikte... Gözlerinden süzülen yaşları gördüğünde en az onun kadar canı yandı Eren Eyüboğlu’nun, çünkü bu şiir, “kadınım, kısrağım, karımsın” lafları ona değil, Mari Gerekmezyan’aydı... Bundan bir yıl sonra, Paris’ten kocasına yolladığı “Canuşkam” diye başlayan mektupta hâlâ o acıyı unutmadığını anlattı, “Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı? Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin, nasıl titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme, kızgın bir ütü Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki, sadece senin hayatın kararmasın diyedir.” Bedri Rahmi gitmişti, ancak resim hâlâ onunlaydı. Çok çalıştı, hep “daha iyi”ye ulaşmak için uğraştı. 30 Ağustos 1988’de, son otuz yılını geçirdiği Kalamış’taki atölyeevinde yaşama gözlerini yumduğunda 88 yaşındaydı Eren Eyüboğlu, bakın onu bugün nasıl anlatıyor torunu Rahmi Eyüboğlu: “Farklı bir insandı. Kraliçe gibiydi, ancak bir o kadar da mütevazıydı. Evin hizmetlilerinin fikrini alırdı. Bahçede çalışan bir Rıza efendi vardı, Anadolu’dan gelmiş, ekmeğini kazanmak için koşturan bir insandı. ‘Rıza Efendi bak bakalım bu resmi sevecek misin’, derdi. O da sözünü esirgemez, bazen ‘Sevmedim Eren Hanım’ derdi. O laf babaanneme tuvali sildirirdi! Bazen de ‘Bu sefer fena değil’ derdi Rıza Efendi, çocuklar gibi sevinirdi babaannem. Ama aynı Eren Hanım açılışlarda kültür bakanını esas duruşta tutup, sorguya çekecek kadar da sert olabiliyordu. Babaannemden çok şey öğrendim; insanları sevmeyi ve güvenmeyi”... Arkasında yüzlerce resim, desen, seramik, mozaik, mektup bıraktı... Şimdi tüm bunları, İş Sanat Kibele Galerisi’nde, Çağdaş Türk resminin kurucularından ve büyük ustalarından Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Doğumunun 100. Yılı” etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Eren Eyüboğlu Retrospektif Sergisi”yle 17 Aralık’a kadar görebileceğiz. Sergiyi, sanatçının torunu Sabahattin Rahmi Eyüboğlu ve Ömer Faruk Şerifoğlu hazırladı. Ayrıca İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Eren Eyüboğlu’nun yaşamı ve sanat hayatını anlatan bir de kitap çıkacak. Aile albümlerinden fotoğraflar dışında 300 kadar esere yer verilen kitapta Eren Eyüboğlu’nun yaşamı ve 60 yılı aşkın sanat hayatı anlatılıyor. G , kadınım ündüm ş ü d i n Se rek şükrede sın her aziz ola ib Su g i daim barek gibi mü Ekmek yüboğlu ahmi E Bedri R IM SUSAD yapışmış gibi olmuştum. O gece... Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın. Eren.” O günden ölümüne kadar hep onunla kaldı Bedri Rahmi, birlikte yaşayarak, yaratarak geçirdiler yıllarını. Bir de dostlarıyla; Yaşar Kemal, Âşık Veysel, Ruhi Su, Vedat Günyol, İsmet Zeki Eyüboğlu, Leyla Gamsız, Atilla Galatalı, Mustafa Pilevneli, TeomanGülseren Südor, Hale Sontaş, İbrahim Örs, Hanefi Yeter, Prof. Dr. Bülent Berkardan, son Osmanlı Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu, Hümeyra... 1974’te kocası öldüğünde, oğlunu bir kenara çekti Eren, “Babanı uğurladık. Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Eren Eyüboğlu burada yinelemeye gerek yok. Onun diplomasi anlayışına, Türkiye’nin siyasal yaşamıyla ilgili yorumlarına yönelik hiçbir söz, kişiliğinin yarattığı inanç kadar etkili olamaz. O nedenle, yazıyı, Soysal’ın saptamalarının esinlettiği düşüncelerle konunun çağrıştırdığı başka alanlara yöneltmek istiyorum. Yaşar Kemal Yer Demir Gök Bakır adlı romanında; köylünün, ondan yana olduğu için “ermişlik” düzeyine çıkardığı Taşbaşoğlu Mehmet’i, sonradan nasıl aşağılayıp linç etmeye kalktığını anlatır. Bu zıtlık, Soysal’ın şu yargısı üzerinde uzun uzun düşünmeyi gerektiriyor: “Ortadoğu toplumlarının ilk riyakârlığı ve nankörlüğü değil bu.” Bizde de, bir ortamda ellerini öptüğü siyasetçinin, daha elverişli ortamlarda ayaklarını öpmeye kalktığının yüzlerce örneğini görmedik mi, şimdi de binlercesini görmüyor muyuz? İnsanı bu ahlaksızlığa, iradesini başkalarının ayaklarına serecek kadar alçalması sürüklüyor. Kaddafi bir canavarsa; o canavarı, kültürüyle, ahlak anlayışıyla yaratan, içinde var olduğu toplumsal ortam değil midir? Onu kudurmuş kurtlar gibi parçalayanlar; canavarlıklarını kine dönüştüren ahlak yoksunlarından başkası olamaz. 27 Mayıs sonrası, Menderes’in asılacağının kesinleştiği günler. O sıralarda okuduğum Bertrand Russell’ın da etkisiyle, “Bir toplum, başbakanını asacaksa, daha baştan onu başbakan seçmemeyi bilmelidir,” demiş; içlerinde bir yarbayın, iki üsteğmenin, bir avukatın, üç de öğretmenin ihbarıyla iki yıl mahkemelerde sürünmüştüm. Bütün bunlar, ahlak yoksunluğundan doğuyor. Kant’a göre, toplumsal bir varlık olan insan, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma bilincine ermişse “ahlakın öznesi” sayılabilir. Her şeyin ölçüsü insandır. Bu bağlamda aydınlanmış insanın bir özelliği de, başkalarının olduğu kadar kendinin de yargılayıcısı olmasıdır. Voltaire’in şu sözü, kendimizin yargıcı olma bağlamında beynimizin en duyarlı yerine uygarlık yontusu gibi kazınmalıdır: “Sizin düşüncenize katılmıyorum ama düşünceniz üzerindeki baskılara ilk karşı çıkanlardan biri ben olurum.” Bir toplumda özgürce yaşamanın, yasalarda yer almayan bildirgesidir Voltaire’in sözü. İnsanın giderek birbirinden kopup kendi inine gizlenerek ruhunu canavarlaştırdığı çağımızda Einstein’ın şu yaklaşımı anlamlıdır: “Yeryüzünde şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlara değil, çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine de bağlıdır.” İşte, başkalarını yargıladığı oranda kendini de yargılayan erdemli insanın portresi!.. G binyazar@gmail.com ADNAN BİNYAZAR Canavarlaşan insan! ümtaz Soysal, 24 Ekim günlü “Açı” köşesinde, İŞKENCE var, eğlence de. Ama Kaddafi’nin “İ öldürülüşü için, bunların ötesinde, olaya daha uygun olarak ‘iğrence’ diye bir sözcük imal etmek gerekiyor,” diyerek uygun sözcüğü yaratıyor, bunu gerekçeye de bağlıyor: “Başka türlüsü az kaçar insanı insanlığından utandıran öyle bir rezillik için.” Ekranlara yansıyan, ekran cambazlarının da mal bulmuş mağribi gibi o sahneleri üst üste göstererek iğrenceliği kışkırtması ayrı bir rezillik! M C M Y B C MY B Soysal, verdiği şu örnekle, rezilliği yaratanların rezilliğini de sergiliyor: “Hele aynı insanların ya da benzerlerinin daha birkaç ay önce o Cemahiriye’nin başına nasıl tapındığını, birkaç yıl önce öyle gençlerin üniversite kapılarında onunla nasıl şapur şupur öpüştüğünü, o topluma özgü bir sosyal devletçe kendilerine parasız konut sağlanan yeni evlilerin aynı Reis’e nasıl şükran duyduğunu biliyorsanız.” Soysal’ın insanı irdeleyici bakış açısıyla dünyada ve ülkemizde olagelenlere sağlam tanılar koyduğunu