Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 MALMÖ 26 TEMMUZ 2009 / SAYI 1218 BRÜKSEL Sevda gezgini bir ozan: Fikret Çeşmeli ALİ HAYDAR NERGİS ağ yamaçlarında, varlıklarından kimsenin haberi olmadığı isimsiz pınarlar vardır. Yazkış, gecegündüz demeden akar da akarlar... Bir gün, tesedüfen bir yolcu geçer yanlarından. Sularından avuç avuç, kana kana içer. Sonra o da gider, o da unutur. Pınar, kimseden bir şey ummadan, darılmadan, küsmeden, kurda, kuşa, börtü böceğe su vermeyi inatla sürdürür. 30 yılı aşkın süredir İsveç’te müzikle uğraşan Fikret Çeşmeli’nin “Bir Doğum Günü İçin” adlı son albümü bana bunları çağrıştırdı. Konya’nın Kozanlı kasabasında 1963’te doğan Fikret Çeşmeli, saz çalmaya 13 yaşında geldiği İsveç’te başladı. Kısa sürede kendisini geliştirerek Türk ve Batı müziği aletletlerini birleştirerek sayısız müzikler yaptı. 30 yıldır çalışmalarını sessiz sedasız sürdürüyordu. İsveç’in en saygın müzik kuruluşlarından İsveç Besteciler Örgütü SKAP, onun farkına geçen yıl vardı; Türk ve Batı müziği aletlerini ustaca birleştirerek gerçekleştirdiği yorumlardan dolayı Fikret Çeşmeli’ye “Yılın Büyük Müzik Ödülü” verildi. D Fikret Çeşmeli, (www.fikretcesmeli.com ) “Bir Kış” adlı ilk albümünü 1988 yılında çıkardı. İkinci abümü “Sevdalı Bulut”ta, Nâzım Hikmet’in şiirlerini besteleyerek okudu. Sanatçının son albümü “Bir Doğum Günü İçin” Türkiye’de geçen günlerde piyasaya çıktı; İsveç’te de, eylül ayının ilk haftasında Stockholm’de düzenlenecek törenle dinleyicileriyle buluşacak. Fikret Çeşmeli’nin son albümü de, diğerleri gibi sevda, ayrılık, öfke ve hüzün yüklü. İnsanların, üç beş yıl geçirdikten sonra dillerini unutmaya başladıkları İsveç’te, Fikret Çeşmeli, bu güçlü sesi ve yorumu bugüne dek nasıl koruyabilmiş, şaştım doğrusu... Bütün parçaları Fikret Çeşmeli tarafından bestelenen son albümde, “Anne” adlı ilk hüzünlü eserin söz ve müziği Çeşmeli’ye ait. Albümde, Sabahattin Ali, Gültekin Emre, Behçet Aysan, Seval Esaslı, Ali Püsküllüoğlu, Metin Demirtaş ve Âşık Veysel’in şiirlerine yer verilmiş. Çeşmeli’nin tınıları eşliğinde, Behçet Aysan, “Kuşlar da gitti” şiirinde, “Bir yokuşun başında vurulanları” anlatıyor: “Yalnızlık o senin konuşkan kuşun/ Hani hep o duvarlara anlattığın/ Hapislerden kalma, sürgünlerden/ Yalnızlık senin o konuşkan kuşun/ Bulutlar taşıdığın yakut sürahide/ Begonyalar büyüten eski alışkanlık/ Yalnızlık senin o konuşkan kuşun/ Kırk kapıdan geçmiş, kırk kilitten/ Yaralı, dili lal, kanadı kırık/ Vurulmuş başında bir yokuşun” Ali Püsküllüoğlu ise, “Acılar Üzerine” başlıklı dizeleriyle bize Toroslar’dan sesleniyor: “Bir yoldur gidiyorum / İnişler mi yokuşlar mı / Acılar acılar acılar / Hep böyle kışlar mı / Sözcükler tutsak / Başa gelmedik işler mi / Tarih söyler sözünü / Doğrular mı yanlışlar mı / Gün gelip süre dolanda / Öne düşecek başlar mı / Ben onu bağışlamam / O beni bağışlar mı” Fikret Çeşmeli’nin müziği üzerine doktora çalışması yapan müzikbilimci Anders Hammarlund, “Fikret Çeşmeli, sevda ve gezginliği anlatan şarkılarıyla, ozanlara yoldaş bir göçer gibidir” diyor. Müzik çalışmalarının yanı sıra, İsveç Devlet Tiyatrosu’nda da oyuncu olarak görev yapan Fikret Çeşmeli, tiyatroya, Tuncel Kurtiz’in kurduğu Halk Oyuncuları Tiyatrosu’nda başladı. Ayşe Emel Mesci ile karşılıklı “sevdalı” rolünü canlandırdı. Daha sonra Mazlum Kiper’in Keloğlan Çocuk Tiyatrosu’nda oynadı. Yunan mitolojisinden günümüze uyarlanan ve “töre” cinayetlerini anlatan “Electra Show” adlı oyunda rol aldı. G alinergis@yahoo.se Kimine güneş, kimine kelek... ÇİMEN TURUNÇ BATURALP T WASHINGTON Şikago’da gezerken ELÇİN POYRAZLAR Bir bale efsanesi... ashington’da yaşayanlar çok iyi bilirler. Ruh sağlığı için arada sırada bu kenti çevreleyen balondan çıkıp başka kentlerin havasını solumak, tanımadık binaların, bir daha hiç görmeyeceğiniz insanların arasında dolaşmak gerekir. Amerika’nın büyük kentleri bunun için birebirdir. New York beton bir orman, San Fransisco batı kıyısının incisi, New Orleans ise başka zamandan kalan bir rüyadır. Filmlere, şarkılara, kitaplara konu olan Şikago ise ülkenin ortasında, dev bir gölün kıyısında keşfedilmeyi bekler. Şikago, gidenlerde hayranlık, gitmeyenlerde merak uyandırır genellikle. Lokantaların kalitesi, insanların sıcaklığı, eşsiz mimarisi, caz ve blues müziğinin tadı gelir akıllara. Amerika’nın dağ, tepe, orman, nehir ve göllerinin bize bir manzara W Kısmi görme kaybı olan birini düşünün. Balerin olsun, hatta o kadar başarılı olsun ki dünya çapında bir efsaneye dönüşsün; Alicia Alonso’dan bahsediyoruz. Sahneye yerleştirilen özel ışıklar sayesinde partnerleriyle gösteriler yapan 88 yaşındaki Kübalı balerin için Londra Kraliyet Balesi Havana’da bir gösteri düzenledi. şöleni düzenlediği 18 saatlik tren yolculuğunun ardından Şikago’ya mahmur bir sabah vakti vardık. Burada geçireceğimiz birkaç günde kentin bize ne sunacağını merak ederek... İlk hedefimiz Michigan Gölü oldu. Göl demeye bin şahit lazım, bu bildiğimiz koca bir deniz. Kentin büyük parklarından Grant Park’ın ayaklarını ıslattığı, kıyıdaki gökdelenlerin başlarını eğdiği, alabildiğine mavilik. Gökdelenler başta sıradan görünüyor insana. Ancak kenti üçe bölen Şikago nehri üzerinde bir tekne gezisi yaptığımızda bu yüksek binaların haşmeti karşısında söyleyecek laf bulamadık. Her biri ünlü mimarlar tarafından tasarlanan bu dev binalar nehrin üzerindeki tarihi köprülerle el ele tutuşmuş gibi duruyorlardı. 1871 yılında Büyük Şikago Yangını olarak tarihe geçen felaketten sonra kentin büyük bir bölümü yeniden inşa edilerek çağdaş kent mimarisinin en önemli örneklerinden biri haline gelmiş. Frank Lloyd Wright, Louis H. Sullivan, William Le Baron Jenney ve Daniel Burnham gibi ünlü mimarların eserleri Şikago sakinleri için gurur kaynağı. Şikago’da Michigan Gölü’nün kıyısındaki Milenyum Park’ın içinde devasa boyutlarda metal bir fasulye ile karşılaşacağımızı tahmin etmiyorduk doğrusu. “Bulut Kapısı” isimli bu heykelin ayna gibi parlak ve yuvarlak yüzeyi çevresinde yürüdükçe kentin tamamı peşinize takılıyor sanki. Şikagolular ise heykelin şeklinden ötürü fasulye demeyi tercih ediyorlar. Fasulyenin altına girerseniz onlarca farklı yansımanızı görüyorsunuz. Kendini lunaparkta sanan çocukların kahkahaları fasulyeyi pek şenlendiriyor. Şikago Sanat Müzesi’nin yeni açılan kanadını ziyaret etmeden gitmek istemiyoruz. Ferah salonlarda sanat eserlerinin sessiz güzelliği arasında geziyoruz. Ama arkamızda başka bir güzellik daha var. Çevresi camlarla kaplı müze Şikago’nun en çarpıcı mimari manzaralarından birini sunuyor bize. Önümüz arkamız sanat, dalıp gidiyoruz. Şikago’ya gelip müziksiz kalmak olmaz. 1920’lerde yeraltı dünyasının cirit attığı kentin tarihi eğlence yerlerinden “Green Mill” isimli caz bardayız. Ünlü gangster Al Capone’un sigara dumanının izi hâlâ duvarlarda. ABD Başkanı Barack Obama’nın rüzgarlı kentine veda etmenin zamanı geldi. Aklımızda mavi gökdelenler, dudağımızda bir Şikago türküsü dönüş yoluna çıkıyoruz. G emmuzun ortasında bile güneş buraya damlalıktan damlıyor sanki. Üzerimizde pardesülerimiz, elimizde açmaya hazır şemsiyelerimiz, dilimizde ise “Felek kimine güneş verir, kimine kelek” diye uydurma bir şarkı yeni açılan Magritte müzesine gidiyoruz. Brüksel Belçikalı Sürrealist Ressam Rene Magritte’in eserlerinin sergilendiği bir müzeye kavuştu sonunda. Magritte’le aynı gün doğduğu için kendini Magritte uzmanı olmak zorunda hisseden yedi yaşındaki kızım, okulda ünlü ressamla ilgili öğendiği ne varsa noktası, virgülüne kadar anlatıyor yol boyunca. Sınıf öğretmenleri, müdürün ağzından girip burnundan çıktı ve Belçika standartlarına göre oldukça uzak bir yolu göze alıp, açıldığının haftasında onları müzeye getirdi. Tam da bizim evin küçümeni, “bugün sizin rehberiniz benim” derken, müzenin kapısında giriş biletlerinin tükendiğini haber veren bembeyaz bir A4 ile burun buruna geliyoruz. Bir kaç dakika süren hayal kırıklığı sonunda Sablon meydanındaki kafelerden birinde buluyoruz kendimizi. Yandaki masada keyifli bir “büyükanneler, büyükbabalar” grubu bira içiyor. Kaldırıma dipdibe dizilmiş masalarda, damlalıktan damlayan “kelek” bir güneşin altında, yan masadan bize laf atan Belçikalılarla sohbete başlayarak, en azıdan içimizi ısıtmaya çalışıyoruz. İpek fularlı hanımlardan biri “tek kelimesini bile anlamasam da her gün biraz Türk kanalı seyrediyorum” diyerek tatlı tatlı kıkırdıyor. “TRT İnt. olsa gerek” diyoruz. Dönüp arkadaşlarına anlatıyor... “Yemek programındaki spiker o kadar titiz, o kadar titiz çalışıyor ki mutfakta, bayılıyorum! Bir yandan yemek anlatıyor, bir yandan da mutfağı temizliyor”. Elindeki piposuyla gülümseyerek dinleyen 70’lik beyefendi sakin sakin söze giriyor. “Bizim oradan da izleniyor TRT İnt. Ben de kadın spikerlerin şıklığına ve güzelliğine hayranım!” Hayretler içinde dinliyoruz sohbeti. TRT İnt’in Belçikalılar arasında da izleyicileri olması ilginç geliyor. Masadan masaya sohbet biraz koyulaşınca duymaya alıştığımız o ünlü, o çekingen, o cüretkâr, o cahil, o manidar soruya geliyor sıra; “Buraya geldikten sonra yaşam biçiminiz çok değişti mi? Evde hangi dili konuşuyorsunuz? Ya çocuklar?” Bin birinci kez, ezberlenmiş cümleler sabırla dökülüyor ağzımdan: “Yaşam biçimimiz hiç değişmedi. Türkiye’de yaşadığımız gibi yaşıyoruz. Evde Türkçe konuşur, Türk yemekleri yeriz, her fırsatta Türkiye’ye gideriz.” Dikkatle izliyorlar. Vedalaşıp masadan kalkıyoruz. Yolun karşısındaki arabaya binmek üzereyken yanımdaki erkeğin gözbebekleri hayranlıkla derinleşiyor. Nereye takıldığını biliyorum. Sevinçle ve gururla gülümsüyorum. “Gördü” diyorum içimden. Yanımdaki erkek, yani eşim, karşıdaki masalardan birinde bira içen kadından gözlerini alamıyor. Sarışın, bronz tenli, uzun boylu incecik bir kadın koyu kırmızı eteklerini ve sarı beyaz saçlarını dağıtmş, uzun bronz bacaklarını üstüste atmış oturuyor. “Kaç yaşında sence” diyorum eşime, “bilemiyorum” diyor. En az yetmiş diyorum. “Haklısın” diyor, “belki de daha fazla...” Birkaç saniye boyunca kadının şıklığını, doğal güzelliğini, insanlığın hüzünlü varoluşuna bilgece gülümseyen asil duruşunu, anlam yüklü çizgilerini birlikte seyrediyoruz. Tenindeki güneşi hangi uzak kumsallardan bu kasvetli şehre getirdiğini merak ediyoruz. O gücü nereden bulduğunu da... Bir kadın olarak o enerji yüklü, en az yetmiş yaşındaki kadınla gurur duyuyorum. Güneşsiz gün pırıl pırıl oluyor bir anda. G C M Y B C MY B