Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 TEMMUZ 2008 / SAYI 1163 5 Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın “Töre ve Namus Cinayetleri” raporuna göre, son beş yılda öldürülenlerin sayısı binden fazla. Mağdurların çoğu kadın, çünkü “namus” kadın demek! Ölümden kaçmayı başaranlar, kendilerine yeni bir hayat kurmaya uğraşıyor, ancak bu hiç de kolay değil. De s : en Ze y p ne Öz l ata ay KP Genel Başkan Yardımcısı, geçenlerde New York Times’a konuşmuş ve “Atatürk Devrimleri’nin Türk toplumuna travma (Türkçesi, sarsıntı) yaşattığını” söylemişti... Doğrudur! Babam da Atatürk yüzünden böyle bir travma yaşamıştı... Ben bu travmanın izlerini onun yaşamı boyunca gözledim durdum! Babam bu travmayı, İsviçre’de tıp öğrencisiyken yaşamıştı; annesine yazmış olduğu bir mektup güzel yansıtır: Dengir haklıdır! Selçuk Erez A Hatice İhsan Hanım, Makriköy / Constantinople Sevgili Anneciğim, Karabasanlar kuşattıydı bizi. Bana sizlerden gelen mektuplar birer elem ve sıkıntı gizleme şaheserleriydi. Journal de Geneve, Zürich Harp Okulu’nun öğretim üyelerinden Colonel Adolph Feyler’i Anadolu’ya yollamıştı; Bu kimse, günaşırı Yunan ordusunun başarısının artık kaçınılmaz olduğunu yazıyordu. Adolph Feyler’in, I. Dünya Harbi’nde Alman Ordusu’nun Marne Nehri’nde durdurulacağını önceden görmüş olduğu bilindiğinden TürkYunan Savaşı konusundaki kehanetleri, midemizi büsbütün bulandırıyordu. Montrö, Cenevre, Lozan gibi İsviçre kentleri, varlıklı Yunan tüccarlarıyla, armatörleriyle dolup taşıyordu. Bir gazetede Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun başkomutanı Hacıanesti’nin ailesinin uzun süredir Lozan’da kaldıklarını okudum. Ya biri beni tanırsa... GÜlLDÜNYA GİBİ OLMAK İSTEMİYORUZ Esra Açıkgöz Bedriye (22 yaşında) Annem babama amcasının karşılığında verilmiş, babam annemi de bizi de çok döverdi. Para karşılığında beni 20 yaşımdayken 35 yaşındaki bir adama verdi. On ay dayanabildim, cinsel istismarlar anlatmak istemeyeceğim boyuttaydı. Şiddetin her türlüsünü gördüm. Babama boşanmak istediğimi söyleyince, mosmor yapana kadar dövüp kocama yolladı. Öyle dayanılmazdı ki işkenceleri, bir gün nereye gideceğimi bile bilmeden evden çıktım, kötü yola düşmeyi bile göze almıştım. Yolda tanıştığım bir kadın İstanbul’da izini kaybettirirsin dedi, İstanbul’a geldim. İlk gece otelde kaldım. Ertesi gün yengemi aradım, babamın beni öldüreceğini, yardım istememi söyledi. Böylece sığınma evine kadar geldim. 1.5 yıldır buradayım. Kocamdan boşandım, ancak babam ve 24 yaşındaki erkek kardeşim her yerde beni arıyor. İlköğretimi bitirme sınavlarına giriyorum. Biz Güldünya olmak istemiyoruz, toprak olmak istemiyoruz. Biz de bir hayatı hak ediyoruz. G B aşbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı töre ve namus cinayetleriyle ilgili bir rapor yayımladı. Rapora göre, son beş yılda binden fazla insan töre ve namus cinayetine kurban gitti. Yine rapora göre sadece İstanbul’da her hafta en az bir kişi bu yüzden öldürülüyor. 2007’de bir önceki yıla göre neredeyse iki katına çıkan cinayetlerin yüzde 30’unun gerekçesi ise “namus”, mağduru da kadınlar. Bir o kadar kadın hatta daha fazlası da öldürülme korkusuyla yaşıyor, aileleri izlerini bulamasın diye şehir şehir sığınma evi geziyor. Konuştuğumuz beş kadından dördü, şimdilik Kadıköy Belediyesi’nin sığınma evinde misafir. Adları da, fotoğrafları da bu haberde yer almayacak, onlara biz birer isim vereceğiz, çünkü onların kimliklerine dair gerçek bir bilgi, ölüm demek… Yaşları 22 ile 35 arasında değişiyor, farklı farklı kentlerden çıkmışlar yola, Edirne, Diyarbakır, Mardin, İzmir… Kimi babasının, kimi kocasının, kimi ağabeyinin şiddetinden kaçmış. Sığınma evinde psikolojik destek, okumayazma, bilgisayar eğitimi alıyorlar. Tek istekleri kendilerine ölüm korkusu yaşamayacakları bir hayat kurabilmek ve çalışmak. Sonrası için herkesin bir planı var; çocuklarını yanına almak, annesini kurtarmak, başka kadınlara yardım etmek... “Anlatacak bir şey yok ki” diye başlıyor konuşmasına Feriha “anlatsam ne olacak”. Acısı da, kızgınlığı da çok taze, gözündeki morluklar bile iyileşmemiş daha, iki aydır sığınma evinde. Bir yaşında tanışmış şiddetle; babasını annesinin amcası öldürünce, annesi evden sürülmüş, cinayetin cezasını çekmek ona ve dört kardeşine kalmış. Babaannesi, annesini hatırladığı için ablasının bacaklarını sobada yakmış, onları demir çubukla dövmüş, zincirlerle bağlamış, kızgın şişler bastırmış. “Gözümü açtım nenemin işkenceleriyle tanıştım, öyle işkence yapıyordu ki” derken sözü boğazında düğümleniyor. On yaşında en büyük ablası, on ikisinde diğeri başlık parası karşılığında evlendirilmiş. Dokuzundayken, on ve sekiz yaşındaki iki erkek kardeşiyle evde yalnız kalakalmış. “Öyle yoksulluk yaşadık ki, o yaşta ölmek için ilaç yuttum, sekiz gün komada kalmışım… Daha çocuk yaştayız, kardeşlerim evden çekip İstanbul’a gittiler. Bu kadar işkenceyi atlattım, bundan sonra durmadan çalışır, geçinirim dedim, tarlalarda çalıştım. Baliye alışan ağabeyim, arada gelip, biriktirdiklerimi alıyordu. Askerdeyken de ben baktım. Döndüğünde iyiydi, sonra amcamın bir akrabasıyla evlendirildi, yeniden sorunlar başladı, beni tarlada çalıştırıyor, evin hizmetini yaptırıyorlardı” diyor. Evden kaçma nedeni ne çalışmak, ne de dayak, gözleri en çok kendisine edilen küfürleri, hakaretleri anlatırken doluyor. “Yaşamışım ne fayda, içim öldü” diyor, “Amcam, bir gün kafama silah dayayıp, tarlada çalıştığım kazançla kurduğum evden atmaya çalıştı beni. Mahalleli, polis çağırmasa öldürecekti. Şikâyetçi oldum, beni kadın konut evine yolladılar, onu cezaevine.” Altı ay ailesiyle hiç görüşmemiş, ama amca oğullarının ölüm tehditleri devam etmiş. Ağabeyi çağırınca eve dönmüş, “Korkudan eve giremiyor, ablamda kalıyordum. Eve gittiğim bir gün, amcamın oğulları kapıya dayandı, beni arabaya bindirmeye çalıştılar, mahalleli kurtardı. Karakolda komiser o senin amcan bir şey olmaz, yine şikâyet edersen daha kötü olabilir, dedi. Yine de şikâyette bulundum, çünkü artık ne korku, ne acı hissi kaldı bende” diyor. Kardeşi İstanbul’a çağırınca, uzaklaşmak iyi olur diye kabul etmiş. Ağabeyi gelene kadar her şey iyiymiş, sonrasını ondan dinleyelim: “İstanbul’da ne işin var, şerefimizle oynuyorsun diye beni öyle dövdü ki, kafam kırıldı, yüzümün her tarafı mosmordu, bütün vücudum yara bereydi, izleri daha yeni yeni geçiyor ama onlardan da öte, öyle çirkin kelimeler söyledi ki, artık yüzüne bakamıyorum, midemi bulandırıyor. Gerçekten kötü bir şey yapmışım gibi kendimden utanmaya başlamıştım... Çeke çeke sen de acımasız oluyorsun, artık hiçbir şey hissetmiyorum, bazen nefes bile alamıyorum. Tutturmuşlar namus namus… Nedir bu? Hiç sevgilim olmadı, hiçbir erkekle görüşmedim, kardeşlerime ben baktım, peki ben bunları niye çekiyorum?” Başına gelenlere anlam veremeyen sadece Feriha değil, Neriman da aynı durumda; “Bizi komşulardan borç istemeye yollarken, temizliğe yollayıp kazandığımızı elimizden alırken, hiç namustan söz etmiyorlar, ama bizi dövmelerine karşı çıkınca namussuz oluyoruz.” Önce babasından, babası ölünce de ağabeylerinden dayak yemiş. Çareyi evlenmekte görmüş, bir yıl sonra bu sefer de kaynanasının ve kocasının şiddetiyle karşılaşmış, aile evine geri dönmüş. Ağabeyinin annesinin üstüne bıçakla yürümesi bardağı taşıran son damla olmuş, bir sabah annesini ve iki kız kardeşini alarak, sosyal hizmetlere başvurmuş. İki yıldır sığınma evlerini geziyor, annesi ve kız kardeşi başka şehirdeler. Ağabeyleri hâlâ peşinde. Kocası, boşanmayı kabul etmediği gibi, “seni daha çok mahvedeceğim” diye tehditlerine de devam ediyor. Selma için de öldürme kararı çıkmış. Dokuz yaşında, amca dediği bir adamla evlendirilmiş, ilk gece kocasının tecavüzüne uğramış, üç ay yerinden kalkamamış. Evine kaçtığında babası dayak atıp, kocasına yollamış. On yaşında ilk çocuğunu doğurmuş, on birinde ikincisini, on üçünde üçüncü oğlu doğmuş. 20 yılını böyle geçirmiş. Sonra gözaltına alınmış, işkence görmüş, tecavüze uğramış. Ailesinin ölüm kararı almasının nedeni de bu tecavüz yüzünden “namuslarının lekelenmesi”. Aileden bir kadının sayesinde öldürüleceğini öğrenmiş, kaçmış, kadın dernekler ve gönüllülerin yardımıyla şimdi kendi hayatını kurmaya çalışıyor. Bu yüzden çok acil bir işe ihtiyacı var. Ailesi onu yurtdışında biliyor, ama o yürürken hep arkasını kontrol ediyor, bir tanıdıkla karşılaşacak diye çok korkuyor. En büyük korkusu da, şimdi 20’li yaşlarda olan üç oğlunu peşine takmaları. Oysa tek isteği bir iş bulup, onları da yanına almak, sonra da kendisi gibi kadınlara yardım etmek. G İsmet İnönü, Lozan’da Türk talebeleriyle... Dr. Hüseyin Naşid (orta sıra, sağdan ikinci). Bu sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını amaçlayan gruplar da İsviçre’deki merkezlerden dünyanın dört bir yanına Türk milleti aleyhinde sürekli propaganda yapmaktalardı. İstanbul Hükümetinin Bern’deki ortaelçiliğinin tepkisi mi? Böyle bir şey yoktu. Burası sanki dört bir yanından saldırıya uğramış, alevler içinde yanmakta olan bir ülkenin değil de bütün derdi bugünkü duasını hangi yöne doğru yapacağından, hangi tütsüyü kullanacağından ibaret olan ve dağ tepelerinde yaşayan insanların ülkelerinin elçiliğiydi! Kapısını çaldığımızda açmazlardı. Biz bu karanlık içinde, ülkemizin yittiğine, sığınacak yerin kalmadığına inanırken, bir mucizeyle karşılaştık: Türk öğrencileri yüksek sesle Türkçe konuşmaktan bile çekinir hale geldiklerinde aniden gerçekleşiverdi bu inanılmaz olay: Günün birinde Lozan’a, Ankara’dan bir milli murahhas heyeti geldi ve içlerinden Bekir Sami Bey, bizi yanına çağırdı; bize, son günlerde buralara ulaşan ama gazetelerin yazdıklarıyla çeliştiğinden inanamadığımız bölük pörçük haberlerin doğru olduğunu anlattı: Anadolu’da yepyeni bir Türkiye doğmaktaydı!” Yaşamı boyunca memleketinin eriye eriye yok olduğuna tanık olmuş bir kuşak için vatanına yeniden kavuşmanın ne kadar etkileyici olduğunu düşünmek güç değildir! Dr. Hüseyin Naşid, yaşamı boyunca o gün kendisinin ve orada bulunan bütün Türk öğrencilerin nasıl bir sarsıntı geçirdiklerini anlattı durdu bize.. Babam ve diğer Türk öğrenciler, okudukları kentte, Lozan’da Chateaux D’Ouchy Oteli’nde gerçekleşen bir konferansı da izlediler: Mustafa Kemal’in tasarladığı ve milletiyle gerçekleştirdiği devrimin, bu sonucun gençlerin belleklerinde yarattığı sarsıntılar, depremler ve fırtınalar, travmalar asla dinmedi.. Bu travmalar, Dengir Bey’in tanımladığına eksiksiz uyar mı pek emin değilim. Ama Atatürk, İsviçre’de bulunanların kafalarında başka travmalara da neden olmuştu: Hacıanesti’nin kızlarının da beyinlerinde oluşan travmalar gibi... Belki de bu beyinlerdeki travmalar, daha çok uyar Dengir’in tanımladıklarına! G erezs@superonline.com BENİ TÜRKİYE’DE YAŞATMAZLAR... Rüveyde (33 yaşında) 15 sene evli kaldım. Kocam çok bağnazdı, hastaneye gitmeme bile izin vermezdi, o yüzden altı çocuğumu da evde doğurdum. Tarikat üyesiydi, beni de zorla çarşafa soktu. Yan komşumla bile konuşamıyordum, haramdır, şeytandır diyordu. Televizyon yasaktı, izlesem, sabaha kadar dayak yerdim. Yanıma açık biri bile otursa laf ederdi. Her gece şiddet uyguluyordu, cinsel, fiziksel… Kardeşlerinden bile dayak yiyordum. Her gün karakola kaçar, polislere n’olur, beni kurtarın diye yalvarırdım, onlarsa beni kovarlardı. Kocamın tarikatının şıhından bile yardım istedim, ama bir şey değişmedi. Bir gün annem Kardelen Kadın Evi diye bir yer olduğunu öğrenmiş, beni götürdü, kadınlarla tanıştım. Ağır dayak yediğim bir gün kaçtım, derneğe gittim, onlar da beni valiliğe götürdü, üç ay korumaya alındım. Ancak kocam kaldığım yere gelip karımı istiyorum diye bağırıyor, herkesi taciz ediyordu, sonunda eve döndüm. Her şey daha da kötüleşti, dayanamadım tekrar sığınma evine gittim. Yine peşimi bırakmadı, günlerce silahla tehdit etti. En sonunda kalktım, Ankara’ya Tayyip Erdoğan’la görüşmek için Başbakanlık’a gittim, ama kapısında polis yakaladı, Diyarbakırlı olduğumu görünce, seni kim gönderdi diye sordular, kocam beni öldürecek, C M Y B C MY B başbakandan yardım istemeye geldim, dedim, ama benle görüştürmediler. Annemlerin yanına döndüm, ama kocam sürekli evi basıyordu. Tek erkek kardeşimi de ölümle tehdit edince, bana ailemin yakınlarında bir ev tutuldu. Yine evi bastı, silahı beynime dayadı, gelmezsen seni öldüreceğim, dedi. Polis yetişmese öldürecekti de. Savcılığa suç duyurusunda bulundum, Adana’daki sığınma evine gönderildim. Şimdi Kadıköy’deyim, çocuklarımı da yuvaya verdim, ama biliyorum ki eğer ölürsem evlatlık verilecekler. Kocam, İstanbul’a gelip beni araştırmış, müritlerden yardım alıyor. Hiçbir şey yapmamış da olsam, sadece saçımı açtığım için beni bulduğu yerde öldürür. O yüzden yurtdışına gitmek istiyorum, Türkiye’de yaşayamayacağımı biliyorum. G