Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
1142 ASK SAY SON 7/2/08 16:40 Page 1 PAZAR EKİ 67 CMYK 6 7 Aşkın peşinde Esra Açıkgöz 1. Sayfanın devamı Yedi yaşında müzik eğitimine başlamış. Başkent Müzik Lisesi’ndeki on bir yıllık müzik eğitiminden sonra, beş yıl da Moskova Devlet Konservatuvarı’na gitmiş. 91’de evine dönünce, Özbekistan Devlet Televizyonu orkestrasında çalmış, solo konserlerin yanı sıra Devlet Filarmoni Orkestrası’yla Fransa, Belçika ve İspanya’da konserler vermiş, okuduğu lisede müzik öğretmenliği yapmış... Mersin ile karşılaştığında hayatı böyle sürüp gidiyor, keman kariyeri için merdivenleri tırmanıyormuş. Peki, birbirine binlerce kilometre uzaklıktaki ülkelerde yaşayan bu iki insanın hayatı nasıl kesişmiş? Tuhaf, ama Özbekistan Ali Mersin’in “hayal” ülkesi. “Evde Özbekistan, Kırgızistan radyolarını dinlerdim. Dilleri, Türkçeye çok benziyordu. Rüyamda uçağa bindiğimi filan görürdüm, ama böyle bir şeyin gerçekten olabileceği aklıma bile gelmemişti” diyor, “Terzilik yaptığım ustamın oğlunun müdür olduğu firma işçi alıyormuş, ‘Ali Abi seni Özbekistan’a göndereyim’ önce tatil için Türkiye’ye geldiğimizde burayı çok beğenmişti, inşallah bir Türk bulur da evlenirsin, diyordu. Ali’yi çok sevdiler, özellikle de babam. Bahadır’ı da çok sevdiler. Bütün mektuplarını onlara selam söyleyerek bitiriyorlar” diyor. İki yıl sonra Ali Mersin’in çalıştığı iş bitmiş, Türkiye’de kalan oğullar “Yanımıza gelmeni istiyoruz” deyince, 1999’da dönüş kararı alınmış. “Şu kitap fırlatma olayı”yla birlikte ekonomik kriz çıkınca Türkiye bir çırpıda tüketmiş iki yıllık birikimlerini. Mersin, elinde kalanla küçük bir ev kiralayıp, Zulkhumar’ı da Edremit’e getirtmiş. “Evde eşya filan yok. Çalışır hallederim, dedim. Sabah terzilik yaptım, akşam kebapçıda çalıştım. Oradaki işler kışın bitince, börek, poğaça yapıp arabada sattım” diyor Ali. İşsiz kaldığı, derme çatma bir sığınakta yaşadıkları, yemek bulamadıkları zamanlar da olmuş, ama Ali’nin en çok zoruna giden, Zulkhumar’ın değerinin bilinmemesi... Bunu derken yüzüne bakıyor Zulkhumar’ın, onun başı eğik. Değer bilinmemesinden kastedilen, keman bilgisini paylaşamaması, öğretememesi, bir orkestrada çalamaması. “Bunun dışında bir derdim yok” diyor Zulkhumar, “Eşim ne yapar eder bizi geçindirir, ancak ben de yeteneklerimi öğretmek istiyorum. Şimdiye kadar sadece bir öğrenciye özel öğretmenlik yaptım, Bilkent’i kazandı, kimden ders aldığı sorulunca benim adım duyulmaya başlandı”. Sesi kırık mı kırık. Bu sürede, kemanla ilişkisini hiç koparmamış, günde en az dört saat çalışmış. Bu durumdan en çok da eşi ve çocuklar memnun, daha önce radyodan duydukları parçaları canlı dinliyorlar çünkü. Ali “İyi çalındığı zaman her türlü müziği dinlerim, ama Zulkhumar’ın evde bize çalması tabii ki daha ayrı. Bu müzikten iyi kötü anlıyorum ve başka keman çalanları da görüyorum, ama onun çalışı çok daha güzel. Öyle çok dinledim ki, artık hata yaptığı yerleri bile anlıyorum” diyor. Onu oğlu Mehmet tamamlıyor: “Kemanı böyle canlı dinlemek televizyondan dinlemekten çok daha hoş. Onun keman çalması hoşumuza gidiyor, o da bizim dinlememize seviniyor. Bazen biz de çalmaya çalışıyoruz”. Ali Mersin ve Şadmanova Zulkhumar’ın Özbekistan'da başlayan aşkları, şimdi Edremit’te sürüyor. Zulkhumar, Mersin için memleketini, keman kariyerini bıraktı. Türk vatandaşlığına geçebilmek için 12 yıldır uğraşıyor. Bunu başarınca kemanının sesini yeniden duyurmakta kararlı. En çok da bir filarmoni orkestrasında çalmak istiyor. Olur da bir yerlerden teklif alırsa, takip sırası Mersin'de. O da, “Hiç düşünmeden her şeyimi bırakıp, peşinden giderim” diyor. Ali Mersin ve Şadmanova Zulkhumar, on iki yıldır birlikteler... Fotoğraflar: HIDIR DURMAN Modern aşk destanı Deniz Ülkütekin yça Damgacı ve Iraklı oyuncu Hama Ali, 2001’de çekilen bir filmin setinde tanışırlar ve birbirlerine âşık olurlar. Filmin çekimleri bitince Hama Ali, Irak’a döner. Ancak bölgede savaş tehlikesinin ortaya çıkmasıyla bir daha geri dönme şansı bulamaz. Savaşın başlamasıyla birlikte iletişim şansı tamamen ortadan kalkar. Bunun üzerine Ayça kararını verir. Hama Ali’yi bulmak için Kuzey Irak’a yani savaşın ortasına gidecektir. Sinema meraklılarının İstanbul Film Festivali’nde izleyebileceği “Gitmek”, işte burada başlıyor. Ayça Damgacı’yla hikâyesini, yönetmen Hüseyin Karabey’le de filmi konuştuk. Yaşanmış bir aşk hikâyesinin sinemaya uyarlanması olan “Gitmek”, Ayça Damgacı ve Hama Ali’nin hikâyesini anlatıyor. Kendilerini canlandıran sevgililer, ABD işgalindeki Irak’ta bir araya gelme mücadelesi veriyor. Ayça’nın yolculuğu, sırf kendi yaşadıklarına değil, Türkiye’nin doğusu, Kuzey Irak ve İran’da yaşananlara tercüman oluyor. BU KEZ BATI’DAN DOĞU’YA... Gitmek filminin yönetmeni Hüseyin Karabey, Ayça’nın hikâyesine başından beri tanıklık ediyor. İşte filme dair anlattıkları: Ayça’nın yaşadıkları, hikâyenin ana ekseninde bir çatı durumunda. Onun hikâyesi ile benim hikâyelerim birleşti filmde. Ek olarak da yolda karşılaştığımız başka gerçek hikâyeler eklendi. Yapmak istediğim biriki şey vardı filmde. Bunlardan birincisi neden aşk filmlerinde hep güzel kadınlarla yakışıklı erkekler oynar? Bunun tersi olamaz mı? Ya da ölümsüz bir aşk yaşamak için ilan 90 60 90 mı olmak lazım? Ayça da herkes gibi, yani defileden fırlamış kadınlar gibi değil. Yani bizim gibi. Aslında bizim gibi insanların yaşadığı aşklar çok kıymetli. Magazin haberlerinden de zaten o büyük aşk filmlerinde oynayan insanların, o kadar da mutlu olmadığını görüyoruz. Gerçek olan biziz ve yaşadıklarımız. İkinci sorum da şu; neden insanlar filmlerde daha mutlu olmak için doğudan batıya kaçar? Doğu bu kadar kötü müdür gerçekten? Doğudakiler hep sefalet içinde mutsuz yaşarken, batıda ise insanlar mutluluktan A EDREMİT’TEKİ İLK RESİTALİ... Sonunda düşlenen oldu ve Zulkhumar, 12 yıl sonra, geçen ay Edremit’teki ilk resitalini verdi. 500 kişinin izlediği resitalin gelişme hikâyesi de ilginç. Söz Zulkhumar’da: “Yasemin’le bir yere gidiyordum, Nagihan Güleç diye bir emekli öğretmen, eğitim merkezinin broşürlerini dağıtıyordu. Kızınızın bacakları uzun, baleye yazdırsanıza, dedi. Ben de öğretmenim deyince, tanıştık, arkadaş olduk. Ona keman çaldım, hemen Balıkesir Belediye Konservatuvarı Türk Sanat Müziği Bölüm Başkanı Toktay Üstündağ’ı arayıp, telefonla dinletti. CD’den çalıyor sanmış, sonra beni onunla tanıştırınca, bana bir resital hazırladılar, afişlerle tanıtım yaptılar. Salonu görünce çok heyecanlandım, ayakta dinleyenler vardı. Her zaman sahneye çıkınca büyük mutluluk duyuyordum, ama bunca yıl aradan sonra çıkınca çok daha mutlu oldum”. Ali de elbette dinleyiciler arasındaydı. Gururlu ve sevinçliydi. “Bitince büyük alkış koptu, imza, resim çektirmek isteyenler oldu. Bana iyi ki Özbekistan’dan getirmişsiniz, dediler. Ali Mersin ve Şadmanova Zulkhumar’ın düğünlerinden bir kare... dedi. Zaten hanımım da vefat edeli iki sene olmuş, çocukların hepsi ufacıktı, hem çalıştım hem onları büyüttüm, ama bunalımdaydım, bir değişiklik istiyordum. Tamam, dedim. Dört yaşındaki en küçük oğlumu da aldım, gittim". İnşaatta bekçilik yapmış, güvenlik şefi olmuş. Bekçileri kontrol ettiği günlerden birinde, inşaatın yanındaki parkta annesi ile dolaşmaya çıkan Zulkhumar’ı görmüş. Oğlunun ortalarda dolaşmasına üzülüp kendisini evlendirmeye çalışan Özbek bekçiye kadının kim olduğunu sormuş, birkaç gün sonra da birlikte istemeye gitmişler. Zulkhumar’ın evlenmek gibi bir düşüncesi yokmuş. “Evet, yoktu, ama” diyor, “daha ilk gördüğümde ona aşık oldum, o da bana âşık olmuş, bir ay içinde evlendik”. Ailesi hem Ali Mersin’i hem de oğlu Bahadır’ı sahiplenmiş, iki yıl Zulkhumar’ın ailesiyle yaşamışlar. “Ailem çok yardımcı oldu. Annem daha MÜZİĞİ BIRAKMADIM, BIRAKMAM... Yeni çıkan albümleri takip edebiliyor musunuz? Zulkhumar: Öğretmen arkadaşlar var, CD’leri onların evinde dinliyoruz. Daha çok kimleri beğeniyorsunuz? O kadar çok var ki... Amerikan kemancısı Walter Henri Dyett’in adını söyleyeyim yine de. Sovyet Rusya dönemindeki ve sonrasındaki Özbekistan’da sanat ortamını karşılaştırmanızı istesem? Rus okullarında eğitimi, yedi yaşında yeteneklerine göre başlatıyorlar, on bir sene devam ettiriyorlardı. O dönemlerde insanlar okumayı çok seviyordu. Türk, Rus, Özbek çocuklar hepsi aynı yerde okuyor, hiç sorun çıkmıyordu. Şimdi, eski sistem yeniden gelse keşke diyorlar. Dağılmadan sonra oradan kaçıp buraya çok gelen oldu, çünkü orada yaşamak çok zorlaştı. Kartını verip bize gelsin çalışsın diyenler de vardı, ancak Zulkhumar’ın amacı, yüksek bir okulda bilgisini okutmak.” Şimdilik sadece altı yaşındaki kızına öğretmenlik yapan Zulkhumar’ın vatandaşlık için bu kadar çok beklemesinin de bir nedeni var elbette. Türkiye’ye gelip de karakola gittiklerinde kendilerine vatandaşlık için sadece beş yıllık evli olmalarının yeterli olduğu söylenmiş. Beş yılın sonunda, her üç ayda bir 30 dolar ödemeleri gerektiğini öğrenmişler. Beş yılda biriken 600 doları bir çırpıda ödeyemeyince üzerine binen faizle miktar çoğalmış da çoğalmış. Doktor ablasının Moskova’dan gönderdikleriyle konserden aldıkları parayı borcun bir kısmına yatırmışlar, geriye 350 YTL kalmış. “Borç harç da olsa o parayı bulacağım. Zulkhumar’ın yeteneklerini insanlara iletebilmesini istiyorum” diyor Ali. Bütün bunlara rağmen, hiç pişmanlığı yok Zulkhumar’ın, “Gelmeseydim müzik kariyerimi ilerletmiştim diye bir düşüncem yok. Ailemle mutluyum, onların mutluluğu benim için her şeyden önemli. Her şeye rağmen iyi ki gelmişim”... Ali minnettar. “Hiçbir kadın bu kadar sabırlı olamazdı, hakkını vermem lazım. Ekmek 12 YILIN EN ACI VE EN GÜZEL ANILARI Ali Mersin: Zulkhumar sezaryenle doğum yaptı, bir milyar para istediler, bayrama bir gün var, parayı bulamazsam rehin kalacaklar. Kaymakamla görüştüm, sosyal hizmetler yetkilisini çağırdı, 100 milyona çıkardım Zulkhumar’la Yasemin’i. Hem güzel hem de üzüntülü bir gündü, o gün. Şadmanova Zulkhumar: Yasemin’in ilk doğum gününü kutlamak istedik, ancak paramız yoktu, pasta alamadık, Ali evdeki bulgurdan etsiz çiğköfte yaptı. Gelenler acı diye çok yiyemediler, ama Yasemin bir yaşında olmasına rağmen ağzına top top atıp yiyordu... Kuzey Irak’a gitmeniz gerektiğine nasıl karar verdiniz? Onu buraya getirmek ve onun bulunduğu yere gitmek için çok uğraştım. Belki biraz inattan. Çünkü hayatımda onun gibi bir erkekle tanışmadım. Sırf aşk değil, dostluk, bilgi alışverişi. Çok heyecan veren bir ilişkiydi. Bunu kaybetmek istemedim. Çok mutlu olacağımı düşündüm. Ona o kadar çok inandım ki sonuçta ulaşılmaz hale geldi. O kadar çok engel vardı ki. Habur sınır kapısındaki sorunlar, Kuzey Irak’taki sorunlar, Amerika’nın işgali. Ona ulaşmaya çalışırken başka bir aydınlanma yaşadım. Bir de savaş sırasında Habur sınır kapısında gördükleriniz var… Belki inatçılığım yüzünden. Niye geçemeyeyim diyorum, pasaportuma bakarlar geçerim, bu benim hakkım diye düşünüyordum. Aynı engelden musdarip ve daha fazla acısıyla baş başa olup aylardır oğullarını bekleyen bir sürü anayla karşılaştım. Bambaşka hikâyelerle yolum kesişti. İnsanların bedenine bir nasır gibi yapışmış acıyla karşılaştım. Aşk insanları büyük zorluklara sürükleyebiliyor. Hiç, yolculuğunuz sırasında karşılaştığınız insanların yaşadığı acıların yanında kendi duygularınızdan kopuş yaşadınız mı? İnsanlar nereye gidiyorsun kızım diye soruyorlardı. Sevgilimi görmeye gidiyorum demeye utanıyordum. Orada başka bir durum var. Bu durum karşısında kendi amacımın çok daha değersiz olduğunu düşündüğüm anlar oldu. Herkesin savaştan kaçtığı sırada siz tam tersi bir yöne savaşın ortasına gidiyordunuz. Bu da ilginç bir zıtlık olmalı. Herkes somut bir amacım olduğunu düşünüyordu. Gazeteci misin diye soruyorlardı. İnsanlara göre gidiş sebebimin kâr amaçlı bir şey olması gerekiyordu. Turist gibi görünmek zorunda kaldığınız anlar olmuş sanırım. Neden böyle bir ihtiyaç duydunuz? Çok fazla turist olduğuma inandırmaya çalışmadım, ama tehlike anlarında öyle davranmam gerekti. Bu bir hayatta kalma taktiği, Ayça Damgacı “Gitmek” filminde... Ayça Damgacı ve Hüseyin Karabey. Fotoğraf: Uğur Demir bulamadığımız günler oldu. Özbekistan’da doğalgazlı, sıcak suyu eksik olmayan bir evde yaşıyordu. Benle çöküntülerde mi, köyde mi yaşamadı? İstersen dön dedim, ama gitmeyeceğim diyor. Demek ki her şey parayla olmuyor, sevgi de bu kadar güçlü oluyormuş. En çok bir filarmoni orkestrasında çalmak istiyor. Eğer öyle bir teklif gelirse, hiç düşünmeden buradaki her şeyimi bırakıp, onun peşinden başka şehirlere giderim. İlkinde o geldi, şimdi sıra bende.” Bütün kadınlar ve erkekler gibi kavga da ediyorlar. Ali “İki kişi kavga ederken biri karşılık vermezse olay kapanır. O dırdıra başlayınca ben ayakkabılarımı alıp, kaçıyorum evden, en fazla bir saate unutmuş oluyor” diyor, “Televizyonlara, en değerli aşklar beş yıl sürüyor diye çıkıyorlar, biz 12. yılımızdayız. Önemli olan, saygı ve sevgiyi korumak”. Ayça Damgacı ve Hama Ali... ama hiç umulmadık kişilere kendimi açtığımda oldu. Filmde de varolan bir karakter var. Benim gitmek istediğim Süleymaniye’den Avrupa’ya kaçmak isteyen Soran isimli bir ressam. Ben “Orada sevdiğim adam var. Ona gitmek istiyorum” diyordum, o da “Benim orada karım, çocuklarım var, ben de onları Avrupa’ya götürmek istiyorum” diyordu. Birbirleriyle o kadar çelişen durumlar içinde bu denli hakiki ilişkiler de oluyordu. Sonuçta Hama Ali Irak’ta kaldı, siz de buraya geri döndünüz. Gerçekten filme çekilmeye değer bir hikâye ortaya çıktı. Şimdi dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Bazen, sanat hayattaki yaşam olasılıklarının bittiği yerde başlıyor. Bu benim için bir ölüm kalım meselesiydi. O yüzden çok şahsi bir hikâye gibi görünüyor, ama içinde onlarca hikâye barındırıyor. Bir Kürt ve Türk’ün İngilizce konuşmasının trajikomikliği, kamyonlarda yakalanan mülteciler. Film gösterime girdiğinde ise şunu hissettim; hikâyem mutlu sonla bitseydi film ortaya çıkmayacaktı. boğulurlar bu tür filmlerde. Ayça, daha mutlu olmak için, içinde bulunduğu yalan dünyadan, yani batıdan gerçek bir dünyaya doğru, doğuya doğru gider. Karşılaştığı kültürel zenginlik bizi de ikna eder bu zenginliğe. Mutluluk göreceli bir şey, tüketim olanaklarına Doğu’dan daha fazla sahip olmak her zaman bizi mutlu etmiyor. En son olarak; izleyenler Türkiye’nin doğusunu farklı görecekler bu filmde. Küçükken bize öğrettikleri bir şarkı vardı; “Orda bir köy var uzakta, Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” diye. Bence bütün sorun işte bu masum şarkıdan kaynaklanıyor. Gidip görmediğimiz için oradakilerle ilgili doğru olmayan bilgilerle yargılarda bulunuyoruz. Oraya gidip görmemiz lazım. Biz gidip gördük o köyleri. Filmde ordaki, uzaktaki köyleri büyük şehirlerde yaşayan ve oraları bilmeyenlere göstermek istiyoruz. Ne düşüneceklerine kendileri karar versinler. Sessiz ve sitemsiz... Berat Günçıkan B Zerrin ve Rainer... erin geldiğinde Zerrin öleli bir kaç dakika olmuştu. Şaşkınlık, acı, yakınlara haber verme, cenazeyi Türkiye’ye taşıma, bedeni toprağa yatırma... Her şey bitip de Almanya’ya, Essen’e dönünce kendisinden sekiz yaş küçük Zerrin’in dosyalarını derledi. Fotoğrafları arasında bulduğu bir dosya, Zerrin’in hiç konuşmadığı, bütün soruları yanıtsız bıraktığı ama unutulmayan, ailesini paramparça eden zamana döndürdü Berin’i… Zerrin’le 12 Eylül darbesinden bir yıl sonra, 30 Ağustos 1981’de gözaltına alınmışlardı. İki buçuk aya yakın İstanbul Gayrettepe’de birinci şubede sorgulandılar. Zerrin, Berin’in hücresine haber yolluyor, “Abla üzülme” diyordu, “Fazla bir şey yok, sadece gırtlağımı sıkıp duruyorlar”... Zerrin Politika gazetesinin Ankara ofisinde, İstanbul’da da DİSK’e bağlı Hür Cam İş Sendikası’nda çalışmıştı. İşkencede ısrarla TKP’li olduğunu kabul ettirmek istiyor, kocası, Politika gazetesinin yazı işleri müdürü Aydın Şenesen’in nerede olduğunu soruyorlardı. Kocasının yerini biliyor, ama söylemedi... Aydın’la Ankara’da İSTA Haber Ajansı’nda muhabir olarak tanıştıklarında yıl 1977’ydi. İkisi de öğrenciydi. Birbirlerine âşık oldular. Bir yıl sonra İstanbul’da evlendiler. Ortaköy’de oturuyor, Cağaloğlu’nda çalışıyorlardı. Karanlık zamanlardı, evden birlikte çıkıyor, birlikte dönüyorlardı. Darbeden sonra kaçağa düştüler, sonunda da yakalandılar. Berin Uyar’a göre “Tutkulu, ama tetikte; tutkulu, ama namlunun ucunda; tutkulu, ama mahkeme kapılarında, Metris Cezaevi’nde koğuştan koğuşa gidip gelen, desenlerle, şiirlerle süslenmiş mektuplarla daha da güçlenen bir aşktı bu.” Cezaevine getirildiğinde boğazı mosmordu Zerrin’in, ama ne olduğunu, neler yaşadığını anlatmadı… Bir gece Berin ve koğuş arkadaşları Reha İsvan Zerrin’in ranzasından gelen tuhaf sese koştular, konuşamıyor, sağ tarafını hareket ettiremiyor, nefes alamıyordu. Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne götürüldü, felcin nedeni araştırılmadı, ilaçlarla geçiştirildi. Koğuşa döndüğünde küçücük kalmıştı, yürüyebiliyordu, ama konuşmakta, hareket etmekte zorluk çekiyordu. Bir yıl sonra salıverildi, artık görüş kabininin öbür tarafındaydı, her hafta ablasını ve Aydın’ı ziyarete geliyordu. Aydın salıverildiğinde Bodrum’a yerleşip bir meyhane açtılar, ama dava sürüyor, kocası için 200 yıl hapis isteniyordu. Bu arada Berin de salıverilmiş politik sığınmacı olarak Almanya’ya gitmişti. Zerrin ve Aydın da cezanın kesinleşeceği kaygısıyla aynı yolu izlediler. Aydın’ı yola çıkaran cezaydı, Zerrin’i ise aşk… Berin’le birlikte Duisburg’da, TKP’nin kontrolünde yayımlanan Türkiye Postası gazetesinde çalışmaya başladılar. Zerrin hem Almanca öğrendi, hem de yeni bir meslek. Her şey yoluna girmiş görünüyordu, ta ki Aydın, yakın bir aile dostuna âşık olana kadar. Bu bir kadının öyküsü. Aşkı ve kavgayı hayatının odağına yerleştiren, ikisinden de kaçmayan, gövdesinin sınırını yüreğiyle aşan bir kadın o. Zerrin Tümay elli yıllık ömrünü üç erkeğe paylaştırıp bu dünyadan çekildi... Zerrin Tümay köpeği Ponpon’la... Almanya’daki ilk yıllarında yüz felci geçiren Zerrin için bu ikinci şoktu, çok üzgündü, çok zayıflamıştı, çok sigara içiyordu. Berin, oyalansın diye kısa seyahatlere çıkardı kardeşini. Berlin’deki arkadaş grubuna Zerrin’i de kattı. 1992’ye Berlin’de girdi, o gece Rainer’le tanıştı. Güncesine artık yeni bir sayfa açmak istediğini yazdı, ilerleyen sayfalarda ise Rainer’e duyduğu hisleri… Sık sık Berlin’e gidiyor, Berin’e de Rainer’in kendisine değer verdiğini, güzel sevdiğini, kadın olduğunu hissettirdiğini söylüyordu. “Rainer’i de kısa bir süre önce sevgilisi terk etmişti” diyor Berin “Bu aşk bence iki terk edilmiş yüreğin birbirlerinin yaralarını sağaltmasıyla çoğaldı, güçlendi.” 20 Eylül Zerrin’in doğum günüydü, 35 yaşına girecekti ve Rainer de yanındaydı. Bir felç daha geçirdi. Durumu ağırdı, bazen Aydın’ın, ama daha çok Rainer’in adını sayıklıyordu. Rainer dört hafta boyunca her gün Zerrin’in yanında oturdu, elini tuttu, onunla konuştu. Berin bazı sabahlar hastaneye geldiğinde Rainer’i eli Zerrin’in elinde yerde uyuyakalmış buluyordu. Bilinci açıldığında da Zerrin’in parmağına aşkını anlatan yüzüğü taktı. Hastane personeli Rainer’in Zerrin’e iyi geldiğine inanıyor, yasağa rağmen geceleri yanında kalmasına göz yumuyordu. Sol tarafını oynatamamak, bir şey söylemek istediğinde ağzından çıkan istemsiz sesler Zerrin’i korkutuyor, bu korku gözlerinden okunuyordu. Bu kez felcin nedeni belli olmuştu, doktorlar Berin’e, Zerrin’in bir boğazlama yaşayıp yaşamadığını sordular, çünkü boğazın ön tarafında bulunan atardamarlar üzerinde, çene kemiklerinin altında kalacak şekilde çift taraflı parmak izi bulmuşlardı. Bu sıkıştırma sonucunda damar çeperleri birbirine yapışmış, basınçla akan kan yapışmış çeperi açmış, ancak yırtılmasına neden olmuş, araya kan toplanmış ve kalınlaşmıştı. İşte bu kan pıhtısıydı Zerrin’in beyninin Metris’te sol, Almanya’da sağ bölgesini tahrip eden. Hasarlı kısım, kemik altında kaldığı için ameliyat yapılamıyordu, ama Zerrin’in yaşama isteği damarların kanın akışı için bir yol bulmasını sağlamıştı… “Sol el mi, sol bacağın mı?” Doktorlar Zerrin’den bir tercih yapmasını istemiş, o da yürümeyi seçmişti. Uzun bir rehabilitasyon tedavisinden sonra sol bacağının üstüne basmaya başladı, bastona dayanarak adım atabiliyordu. Taburcu edileceği gün Rainer hastanenin kapısına bir araba dayadı ve Zerrin’i alıp Berlin’e götürdü, artık birlikte yaşayacaklardı. Denge ve oryantasyon sorunları yaşayan Zerrin tek başına sokağa çıkamıyordu, Rainer kucaklayıp taşıyordu, oradan oraya. Bir çocukları olsun istiyorlardı, ama doktorlar izin vermiyordu, Zerrin hamileliği Zerrin (ortada) annesi (solda) ve ablası Berin Uyar... taşıyamazdı. Bir köpek aldılar eve, adını Ponpon koydular. Zerrin tekerlekli sandalyesiyle onu dolaştırıyor, tek elle evinin işini tamamlıyor, aksatmadığı tedavisinin sağladığı becerilerle soğan bile doğruyordu. Rainer’le resim yapıyor, birlikte İtalya, İspanya, Türkiye’ye seyahatlere çıkıyorlardı. Sonra… Zerrin’e önce Rainer’in dahil olduğu, evlilere sadece tek başlarına katılmaları koşuluyla onay verilen “Bekârlar Grubu“ tepki gösterdi… Rainer’e “yalnız gel” dendi. Zerrin engelli olduğu için dışlandığını düşünüp üzüldü. Rainer de gruptan ayrıldı, ama giderek sıklaşan aralarla evden uzaklaşmaya başladı. Zerrin diğer dostlarıyla da ilişkilerini eksiltti, içine kapandı. Berlin’den Münih’e taşınmaları, bir sanayi semtinin bir sokağındaki tek evde yaşamaları Zerrin’i hayattan daha da kopardı. Akşamüstü işyerleri kapanınca gece bekçilerinden başka kimsenin kalmadığı bu ev, bu yalnızlık Rainer’le aralarında sert rüzgârlar estirmeye başladı. Rainer ufacık bir güzel söz etmediği gibi hakaretler yağdırıyordu. Birkaç kez evden ayrılmaya kalkıştı Zerrin, Rainer durdurdu, ta ki 2007 Şubat’ına kadar. Artık geçmişe, Berin’in ve eski dostlarının yanına dönme zamanı gelmişti. Bir engellinin rahatlıkla yaşayabileceği küçük bir çatı katı dairesi tutuldu ve Zerrin hayatını eline aldı… Bir süre sonra internetten bir Alman’la tanıştı, bu üçüncü büyük aşk, haftada üç kez diyalize giren, bedeninin her yanını saran kanserle mücadele eden Dietmar’dı. Noel ve yılbaşını Dietmar ve onun dokuz yaşındaki oğluyla birlikte Köln’de geçirdi. Mutluydu… 6 Ocak 2008’de Essen’e, evine döndü… 50. yaşgünü için büyük bir parti düşlemeye başladı… Artık her şey güzel olacaktı… 8 Ocak günü Berin, Zerrin’i bulduğunda yeni ölmüştü, dudaklarında tuhaf bir gülümseme vardı, kocaman açtığı kara gözleri tavana dikiliydi… Ölüm nedeni tam saptanamadı, ya yeni bir kan pıhtısıydı ya da kalp krizi... O artık aşkı terk etmişti...