25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

8 26 EKİM 2008 / SAYI 1179 85 Zülal Kalkandelen B aşlıktaki sayı Türk insanına ne anlatıyor? Sokaktaki insanlara sorsak ne derler? Dört gün sonra Cumhuriyet’in ilanının 85. yılını kutlayacağımızı anımsar mı herkes? Ya gençler? Onların bu konudaki tavrı nedir? Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’i ve devrimleri emanet ettiği gençler, Cumhuriyet’in 85. yılında gerçekten onu sahiplenme bilincine ulaşmış mıdır? Bu soruya hiç tereddütsüz “evet” yanıtını vermek isterdim... Fakat ne yazık ki, 2008 Türkiyesi’nde Cumhuriyet’in ülkemize kazandırdıklarının bilincinde olmayanların sayısı giderek artıyor... “Küreselleşen” dünyada Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin desteğini alabilmek için “ılımlı İslam” modelinin denenmesinin yararlı olabileceğini düşünen gençler tanıyorum ben... Ya da aklı ve bilimi temel alan Nutuk’taki fikirleri savunmayı Kuran’a olan inançla eş tutup, ikisine olan bağlılığı da bağnazlık olarak değerlendiren gençlerle karşılaşıyorum... Üstelik bu gençler, ülkenin en iyi üniversitelerinde eğitim görmüş! Cumhuriyet rejimi ile yönetilen Türkiye’de doğup büyüyen bu gençlerin, 29 Ekim 1923’ün anlamını kavrayamamış olması gerçekten üzücü... Nedir Cumhuriyet’in anlamı? Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan Antlaşması’yla bağımsızlığın kazanılmasıyla, yeni Atatürk 1936 yılındaki 29 Ekim kutlamalarında... kurulan devletin idare şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği gündür 29 Ekim. Bunun anlamı, artık egemenliğin kaynağının ulusa ait olduğudur. Bu, bir ulus için en gurur verici gündür ve o devlet varlığını sürdürdüğü sürece en güzel şekilde kutlanmalıdır. Öyleyse, bu önemli günün 85. yıldönümünde hükümet cephesi neden sessiz? Kutlu Doğum Haftası’nı aylar öncesinden yapılan hazırlıklarla günlerce kutlayanlar bugün neden suskun? 29 Ekim için neden büyük kutlama hazırlıkları yapılmıyor? Nedeni belli... Laiklik karşıtı odak olduğu ülkenin en yüksek mahkemesince tespit edilen bir parti yönetiyor bugün Türkiye’yi... Takıyyeci AKP’nin 2002’de iktidara geldiği günden bu yana uyguladığı politikalar, laik Cumhuriyet’le sorunu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Cumhuriyet’in yerine Amerika patentli “ılımlı İslam” modelinin geçirilmesi; dinin, devlet işlerinde başlıca referans olarak kullanılması hedeflenmektedir. İktidar partisi, Cumhuriyet devrimlerinin bu topluma kazandırdıklarını bir bir geri alma çabasındadır. Örnek mi? “Özgürlük” adı altında üniversitelerde türban serbestisi getirme çabaları... Belediyeler kanalıyla kamuya açık yerlerde uygulanan içki yasakları... “Ulemaya soralım” diyerek gönlünden geçeni dışa vuran bir Başbakan... Ülkenin en önemli kurumlarını yabancılara satma politikası... Yasa tasarılarını kendi halkından önce Avrupalılara anlatan bakanlar... Bu tür örneklerin sonu yok... En acısı da, Cumhuriyet’in 85. yılında bu devletin kurucusu Atatürk’ün izinden gidip onun düşüncesini yaşatmak isteyenlere yapılan muameledir. 2008 Türkiyesi’nde Atatürkçüler, AKP medyasındaki İkinci Cumhuriyetçi takım tarafından karalanıp susturulmaya çalışılmaktadır. Bugün Türkiye’deki en önemli tehlike, Avrupa Birliği’ne ve Amerika’ya koşulsuz bir teslimiyet yoluna sapmış olan iktidarın, Atatürk düşüncesine karşı aldığı tavırdır. Bu hükümet, Cumhuriyet rejiminden ve Atatürk devrimlerinden rahatsızdır. Ilımlı İslam modelini ülkemize yerleştirme hayalleri kurdukları bir gerçektir. Bu durumda 29 Ekim 2008’de gençliğe sorulacak soru şudur: Anadolu insanının yaşamı pahasına emperyalizme karşı savaşarak kurduğu, egemenliği padişahtan alıp halka veren ve çağdaş yaşamı hedefleyen laik Cumhuriyet’i sahiplenecek misiniz? G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com Alkışlama kültürü... Adnan Binyazar Akrobasi yanı ağır basan bir Çin balesi izledim internette. Sahnenin önünde, orta yaşın üstündeki çalıştırıcı kadın, gösteriye ilişkin bilgi veriyor; arka planda, biri kadın biri erkek, sanatçılar, son hazırlıklarını yapıyorlar. Salonda ne alkış, ne bağırma çağırma... Perde açılıyor. Erkek, kadını tek eliyle ayak bileğinden tutup sırtına kaldırıyor. Kadın, sırtta, ayaklarının parmak uçlarında dönüyor... Alkış! Kadın, bu kez erkeğin omuzlarında, bir ayağını iki eliyle tutup yukarıya kaldırıyor, öbür ayağının başparmakları üstünde erkeğin sol omzunda dönmeye başlıyor... Alkış! Kadın, erkeğin tepesinde, serbest bacağı iki elinin arasında yukarıda, tek ayağının parmak uçları üstünde duruyor... Kamera salona çevriliyor. İzleyici soluksuz bekliyor. Şaşkınlıktan çocukların ağzı ‘o’ harfi gibi açık... Kadın, tepede dönmeye başlıyor... Gösteri, alışılmışın ötesindedir. Coşkunun yüreğe sığmayıp taştığı bir andır bu. Alkışlar, alkışlar, alkışlar... Kimse onlara alkışlayın dememiştir. Taşa, ağaca, renge, çizgiye... egemen olmak gibi, bedeni alışılmışın ötesinde eğitmek de sanattır. En çok gösterinin çalıştırıcısı alkışlıyor. Bu yalnızca alkış değildir, verilen emeğe özsaygıdır. Orhan Kemal’i anımsadım. Yanında Fikret Otyam, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda önlü arkalı, “72. Koğuş” oyununu izliyoruz. En çok alkışlayan, o, oyunun yazarı! Fikret Otyam, “Sen niye alkışlıyorsun?” diye takılınca, gülerek, “Oğlum, siz kopyasını görüyorsunuz, ben şu anda onların arasındayım,” demişti. Gelelim bizimkilere... Ortada kimse yoktur. Sahnede görünen sunucu, “Sizden kuvvetli bir alkış istiyorum!” diyor, sanatçı diye, sanatından çok giydikleriyle göz kamaştıran kişi, sahnenin ortasında kendi elini öpüp kalbine koyarak sözde izleyiciyi selamlıyor. Onun ardından, nicedir, el sıkma tarihe karıştı, sunucuyla şapur şupur öpüşmeler... Kaba esprinin adı ‘performans’ oldu! Eğilip, bir kadının bacağında alınmamış kıl keşfine çıkan bir sunucu, izleyicilere dönüp alkış istiyor, kadın da, yok kadar kısa eteğinin altından tutup reverans dönüşü yaparak, alkışa teşekkürde bulunuyor... Son iki üç yıldır espri düzeysizliği TRT’ye de bulaştı. Sahnede yarışmaya katılan bir gençle söyleşi yapılıyor. Genç irikıyım. Sunucu, yanında civciv gibi kaldığı yarışmacıya dönüp boyunun kısalığından söz ediyor. Yarışmacının inşaat işleriyle uğraştığını öğrenince, eliyle onu işaret edip, “Maşallah! Betonarme karkas...” diyerek yüksek ‘performans’ını sergiliyor!.. Ne yazık ki, onların deyimiyle, izleyiciden de “alkış alıyor”!.. Sanatın ölçüsü inceliklerdir. Her fırsatta, “sizden alkış istiyorum” diye topluluğu alkışa zorlamak, bir yandan görgüsüzlük, bir yandan da değerli bir kişiyse, sanatçıya saygısızlıktır. Bir açıdan da, kişinin beğenmebeğenmeme özgürlüğünü sınırlandırmaya kalkmaktır. Yönetim bilgisiz, beğeni yoksunu, koşullanmış kişilerin eline geçerse, sahneler alkış dilencilerine kalır. İşin kötüsü, alkışlatan memnun, alkışlayan daha da memnun! Bağırtılar çağırtılar, coşku ıslıklamaları da cabası... G binyazar@gmail.com İçinizdeki faşistten kurtulun! E faşizm, kuşkusuz totaliterdir. Ancak pek çok ülkede görüldüğü gibi, devrimci bir hareket gibi başlayıp, muhafazakârlarca finanse edilip dini ayrıcalıklarla paketlenebilir. Umberto Eco buna dikkat çekiyor ve ngin Çeber siyasal kimliği tam belirginleşmemiş yeni bir kavramla çıkıyor karşımıza; kök faşizm! genç bir adamdı. İşçiydi. Sürekli çalışma Eco, faşizmin türlü biçimleri olacağını ilginç bir olanağından yoksun, ailesinin acılarıyla büyümüş, denemeyle ortaya koyar; faşizmin kimi özelliklerini yoksulun kimsesizliğini teninde, derininde hissetmiş bir çıkarırsanız, farklı türde isimlerle karşılaşmanız, genç adam... Çevresinde olup bitenler onu kavramın karmaşıklığını önümüze serer; heyecanlandırıyor, türlü eylemlere tanıklık ediyor, “...faşizmden, emperyalizmi çıkarın, karşımızda yüreğinde giderek örselenen paylaşım açmazının sesi, Franco veya Salazar’ı bulursunuz; sömürgeciliği soluğu olmak için çırpınıyordu. Siyasi kimliği tam çıkarın, Balkan faşizmiyle karşı karşıya oluşmamıştı demem boşuna değil... kalırsınız. İtalyan faşizmine radikal Örgütlü değildi. Ya da çok büyük bir kapitalizm karşıtlığını ekleyin (aslında örgütün, yoksulların, yalnızların Mussolini kapitalizm hayranı üyesiydi... İşkenceyle öldürüldü. olmamıştır hiçbir zaman), Ezra Pounda Bir işçinin toplum dışı kalması çıkar karşınıza.” olağandır. Kimse yoksulluğun, bedende KökFaşist kahraman diye biriyle başlayıp, ruh da sonlanan çizgilerin karşı karşıya kalırsak eğer; bu kişinin, tanığı olmak istemez. Paylaşma sorunu ölümü arzulayan bir ruh halinde üzerine düşünmek yerine, acımak, Umberto Eco. olduğunu bilmemiz gerektiğine işaret şefkat gibi kavramlar gelişir. Bunun bir eder Eco. Bu arzunun sürekli bir tepeden bakma olduğunu unutarak öldürme itkisiyle beslendiğini unutmamak gerekir. O elbet... Varlıklı insanın en büyük açmazı; yoksulluğu halde; işkencecinin kim olduğunu anlamamız için, yakınında hissettikçe büyüyen çaresizliğidir. O tuhaf kişiyi buraya taşıyan öğretiyi bulmamız gerekir. Ebedi bir nefestir; hırıltılı, kindar ve şiddetli! O yüzdendir, faşizm olarak da dillenen bu kavram, kökleri eskiye işçi eylemlerinde ancak uzaktan ‘vah vah’ etmeler; dayanan ve kesinlikle şiddet diliyle gelişen bir olgudur. dayak yiyen emekçinin akan kanına bir sinema filmi Kuşkusuz baskı en büyük araçtır bu öğretinin gelişmesi izler gibi seyirci kalmalar ve tam da bundandır için. Diğer yandan; gelenekçilik, eleştirel aklın reddi, işkencenin hep yoksula, kimsesize, ötekine farklılıklardan korkmak, sürekli bir düşman algısı en uygulanması... Genzimizi yakan bir yudum buruk önemli belirtileri ve gelişmesi için uygun ortamların şarap, kimi zaman zehir olur... Konforlu konutlardaki, oluşması için öne çıkan unsurlardır. Eco tüm bunları yumuşak koltuklar iğneli hale döner... O hırıltılı ses ortaya koyarken, aslında faşizmle yolumuzun ne kadar ensemizdedir... sık ve kolay kesişeceğini de gösteriyor. Sözü faşizme getirmek istiyorum. Sanıldığından İlgi çekici diğer bir yan; bir orta sınıf öğretisi olarak karmaşık bir kavramla karşı karşıya olduğumuzu ebedi/kök faşizmin yaygınlaşmasıdır. Düş kırıklığının, anlamamız gerekir. Zıtların birliğini içinde barındıran Enver Aysever iktisadi krizlerin bunu beslediği açıktır. Asıl tehlike Aydınlanma fikrinin getirdiği ve Betül Çotuksöken hocamızın katkısıyla, giderek romantizmin esareti altına girmiş büyük kitlelerin kolaylıkla faşist dürtülerle davranmasıdır. Diyeceğim; iyi niyetli bir milliyetçilikten söz etmek, içinizdeki faşistin meşrulaşması için zemin hazırlamaktır. Engin Çeber’in abla dediği Selma’yla tanıştım öldüğü gün. Kardeşini hapishane direnişi sırasında yitirmişti. Engin’le yolları mahalle kardeşliğiyle kesişmiş, acılı süreçleri yaşarken bir dayanışma gelişmişti. Adı ‘Hayata Dönüş’ olan vahşi saldırıları anımsadım. Faşizm tuhaftır. İletişim araçları zamanla, fark etmeden bir tür yandaşlık geliştirmemize neden olur. O günün duygularını hissetmeye çalıştım. Öldürmek üzerine kurulu bir yaşama döndürme eylemi... Selma da bir işçi... Ev temizliğine gidiyor. Türlü tanıklıklardan söz açtı. İlginci, kimi ev sahiplerinin işkence karşıtı eylemlerde bulunan, emek hareketlerinde yer alan Selma’ya iş vermekten vazgeçmeleri. Aslında Selma da bilinçli biçimde girmemiş bu yola. Kardeşinin acısının peşine düşüp hak arama süreçlerine tanıklık etmiş ve o da alın terinin peşinden özgürlük, eşitlik aramaya koyulmuş. Dikkat çeken; bu alt seviyede gelir sahibi genç kadının bilinçlenme ve birey olma sürecine, burjuvazinin yani orta sınıfın pasif biçimde de olsa tepki vermesi… Tüm bunlar kolaylıkla gösteriyor ki; baskıcı yönetimlerin yandaş arayışlarında en kolay ulaştıkları beyaz yakalılar, orta sınıf üyeleridir. Daha kolay korku ürettikleri, sermaye ile kurdukları ilişki de kayıplarının büyük olacağından çekinmeleri ve sonucunda milliyetçiliğin, tam da bu sınıfın üzerinden dile gelmesinden ötürü... Engin Çeber sorununda, sesi neredeyse hiç çıkmayan orta sınıflar, derinlerinde uyuyan faşizmi arayıp bulmalıdır. Köklerin nerede olduğu, bunun kimler eliyle ekildiğini fark etmek hayli güçtür. Kimi duygularımız ve eylemlerimiz bize aitmiş gibi durabilir. Öyle mi gerçekten? G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear