Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 26 EKİM 2008 / SAYI 1179 Yeter ki iş olsun Röportaj: Esra Açıkgöz Fotoğraflar: Vedat Arık Ekonomik krizi işadamları, ekonomistler değerlendiriyor hep. Piyasaların nasıl allak bullak olduğunu, işsizlik ihtimalini anlatanlar da onlar… Krizi başladığından bu yana derinden hissedenler var oysa. Onlar piyasanın iki yüzünü de biliyorlar, üretimi de işsizliği de... Eminönü’nün hamallarının hem sayıları hem yükleri azalıyor! Sigortaları yok, emeklilikleri de. Yükün altında kalmaya razılar, yeter ki iş olsun! S ırtında arkalığı ile tırmanıyor yokuşu. Kareli gömleği, kahverengi hırkası, kumaş pantolonu ve elinden düşürmediği tespihi... O, Yeşildirek’teki Gürün Han’ın Ramazan Dayısı. 74 yaşında. Eminönü’nün yükünü taşıyor omuzları tam 50 yıldır. Hem de ne yük, 60, 70 hatta 100 kilo. İş olmadığında koltuk yerine kullandığı arkalığına oturup, eski İstanbul’u anlatıyor, köyünde beslediği keklikleri ve bu sevdasını şehre taşıyıp evinde bir tane de olsa kekliği olduğunu... Bu dökülen hayat bize değil, arkadaşlarına. Daha önce bir kere fotoğrafı çekilip, gazetede “geçinemiyorlar” başlığıyla haberi yapıldığından beri gazetecilerle konuşmuyor. Ona göre geçinemiyor olmak ayıp! “Allah senden razı olsun” diyor, “ama benim derdim yok, onlarla konuş”. Bir ara sırtına yüklenen malı taşırken birkaç fotoğraf alıyor foto muhabirimiz Vedat, atılıyor, “Bak bana küfrettireceksin, çekme”! Gürün Han’da altı hamal çalışıyor. Geliş, sabah sekiz, dönüş akşam altı. Hepsi de Malatyalı. Sadece bu handa değil, Eminönü’nde de hamallık, Malatyalıların elinde. Celal Kızılaslan, 58 yaşında, 20 yıl önce bir hemşerisinin “Adam lazım” demesiyle atıyor adımını hana, o gün bugündür de aynı yerleri arşınlıyor. Onun da konuşmaya pek isteği yok, ama nedeni Ramazan Dayı’nınkinden farklı: “Benle ne konuşcan, ne okumam var, ne yazmam, kafam ne çalışır... Biz yük oldu mu götürüyoruz, olmadı mı oturuyoruz. Patronlara soracaksın kriz var mı, yok mu, biz bilemeyiz”. Sonunda ikna oluyor ama çok da söyleyecek sözü yok, “20 yıldır değişen bir şey olmadı, eskiden de geçiniyorduk, şimdi de” diyor, “Öğlene kadar ancak üçdört iş aldık. Bu, günü kurtarmaz, ama belki iş çıkar”... Üç çocuk babası Kızılaslan, ikisi evli, en küçüğü bilgisayar mühendisliğinden yeni mezun olmuş, iş de bulmuş. Oğlunu anlatırken gözlerinden gururu okunuyor, anlaşılan hayatında yaptığı en iyi iş onu okutabilmek. Artık oğlu da kendini kurtardı ya, hamallığı bırakması yakın. Ne de olsa, 1967’de gömlekçilik yaparken başlattığı sigortasını dışarıdan ödeyerek 97’de emekli olmayı başarmış. “Devamlı hareket halindeyiz, ama Allah’a şükür bir rahatsızlığım olmadı şimdiye kadar” diyor, “Bundan sonrası ihtiyarlıktandır”. Genelde 5060 kilo taşıyor, ama 100 kiloluk yükler de çıkmıyor değil. Yaşına rağmen gıkını çıkarmadan sırtlıyor yükleri, “Gözün keserse taşırsın, kaldıramazsan da işi yapmazsın. Despotluk yapılmaz”. Celal Kızılaslan (üstte), Gürün Han’daki altı kapıcıdan biri. Hayatta yaptığı en iyi işin oğlunu okutmak olduğuna inanıyor... Hacı Mahmut (solda), için emeklilik bir hayal, çünkü ne sigortası var, ne de başka güvencesi. Kısacası, ölene kadar çalışmak zorunda... SENDİKA OLSA DURUM DEĞİŞİR Mİ? Hamallar, iş olduğunu duydukları yere gidiyorlar... İkinci durak, Katırcıoğlu Han. Bir şakalaşmanın ortasına düşüyoruz, birkaçı, bizi görür görmez kaçıyor. Sadece hanın yükleri değil sırtladıkları, sokak boyunca mevzilenmiş arkadaşları haber uçuruyor, yeni işler, yeni yükler bulunuyor. Taşıma fiyatı önceden belirlense de dükkân sahipleri fiyat kırmaya çalışıyor, ancak kural kesin; daha aşağısına çalışmak yok! Kazanç mı? Toplam çalışana yani 170’e bölünüyor. “Geçim zor tabii, kimin geçimi kolaydır ki” diyor 56 yaşındaki Hacı Mahmut. Yüzünü de sözünü de değiştirten, “eski zamanlar” oluyor. Sene 1977. Hacı Mahmut hamallığa başlıyor. Dört çocuk ve karısının boğazı ona bakıyor, ama sorun değil... Sene 2008. Çocuklar gidiyor, karısıyla kalıyor Hacı Mahmut, ama para yetmiyor, üstelik ev de onların. Bir hesap döküyor önümüze: Günde 2030 milyon kazanç, çarpı beş iş günü, eşittir 400450 milyon aylık. Bundan yol parasını, yemek masrafını, kömür parasını, en düşüğü 30 YTL gelen elektrik ve su faturalarını, tüpü düş... Sonuç, büyük bir geçim sıkıntısı. Ona göre her sene bir önceki seneyi aratıyor. Şimdiye kadar hiç tatile gitmemiş, memleketine bile. İş yok nasıl olsa deyip, eve erken gitmek mi? Asla! Oldu ki iş çıkarsa? “12 ay boyunca hafta içi her gün buradayız” diyor, “Hafta sonu ise ağır yük taşımanın yorgunluğunu atmaya çalışıyoruz”. Ağır yükten kastı mı? “En düşüğü 130 kilo, en ağırı 250. Sigortamız yok, emekliliğimiz de. Bir arkadaşımız fıtığı patladığı için şimdi hastanede. Bu işi bırakacağımız yani mezara gireceğimiz zamanı Allah bilir”. Dertleşme sırası Selahattin’in. Beş boğaza bakıyor. “Tenceremiz şimdiye kadar çorba görüyordu, artık onu da göremeyecek” diyor, “Her gelen yıl daha da zorlaşıyor. Umut fakirin ekmeği ancak o da karın doyurmuyor. Başka işlere de almıyorlar”. Eşi çalışıyor mu? Yanıtı, bütün hamallarla aynı: “Bizde hanım çalışmaz!” Adım Abuzer diyor, ama yalan söylediği belli, çünkü “tehlikeli” soruları var; sendika olsa durum başka olur muydu? Her şey pahalı, protesto etsek değişir mi? Abuzer’in soruları havada kalıyor. Diğerlerinin konuşmaya niyeti yok: “Sorun olsa da yoktur, varsa da yoktur. Çünkü deva olacak kimse yok”. Konuştuğumuz ya da konuşmaya çalıştığımız hamallardan yayılan duygu, umutsuzluk. Zaman zaman da öfke. Biz onlara hamal diyoruz, ama esnaflarca “kapıcı” diye anılıyorlar, sanki yükleri tanımlarıyla hafiflermiş, hayat kolaylaşırmış gibi… Mahmut Sürübey, mesleğinin tanımına değil de 30 yıldır ekmeğini kazandığı Mahmutpaşa’nın yeni haline isyan ediyor, “İstanbul’un kalbini durdurdular, bir yıldır burayı bize kapıyor, turistlere açıyorlar. Bariyer koydular. Arabalar giremeyince, mal gelmiyor, mal gelmeyince tüccar gidiyor”. Bu değişimin nedeni, 2010 Kültür Başkenti projeleri kapsamında Eminönü’nün de turistik bir merkeze çevrilecek olması. Toptancıların yerini takı, turistlik eşya dükkânları almış, Eminönü’nün rengi ve hareketliliği karşısında ağızları açık dolaşan turistler artık Mısır Çarşısı’yla yetinmiyorlar, her yerdeler, toptan satış yapan mağazaların sokaklarında bile... Sürübey değişimin sonucunu “Biz 100 kişilik bir ekibiz, herkes beş nüfusa sahip olsa, 500 kişi yapar, şimdi herkes açıkta kaldı; boyacısı, hamalı, işportacısı” diyerek anlatıyor... Lafını, burada mal taşındığını duydukları için sırtlarında arkalıkları art arda gelen hamallar kesiyor. Geç kaldıklarını anlayınca onlar yola devam ediyor, Sürübey de konuşmaya. Beş çocuğu var, biri üniversiteyi bitirmiş, matbaacı, dördü hâlâ okuyor, korkusu onlara okullarını bitirme imkânı verememek, onların kendinin aksine, hayatta başka şansları da olsun istiyor. Ramazan Dayı (sağda), 74 yaşında. 50 yılını kapıcılık yaparak geçirmiş, geçiriyor... Fotoğrafını çekmek için, küfür yemeyi göze almak gerek, çünkü “geçinemiyor” haberlerine konu olmak istemiyor, gerçek bu olsa da!.. girip yedi yıl yatınca sattık. 21 yıldır Tahtakale’deyim”. 21 yılda ne değişti, diye soruyorum. “Eskiden çok iş vardı, 11 araba yüklerdik. Her yıl azaldı, azaldı, şimdi bir şey kalmadı” diye yanıt veriyor: “Öğlen oldu, daha bir kamyonluk mal birikmedi. Eskiden altı ayda bir zam veriyorduk, şimdi zam yapınca dükkânlar iş vermiyor. İnsanlar artık koliyle değil, poşetle alıyor. Kısacası şimdi kimseye bir ekmek düşmüyor. Hayat pahalı, kriz mriz derken, daha da pahalanacak”. KAZANÇ BİR KİLO ZEYTİN PARASI Taşıdıkları mal başına, aldıkları ücret yolun uzaklığına ve malın ağırlığına göre beş ya da yedi milyon. Yol çok uzunsa rakam on milyona da çıkıyor. Çoğunlukla Karaköy’e, Cağaloğlu’na, Sultanahmet’e mal götürüyor, daha çok da elektrikli aletler taşıyorlar. Günün sonunda, ellerine geçen, bir kolbaşının deyimiyle “ancak bir kilo zeytin parası” ve her şeyin fiyatı günden güne artıyor. İsmini vermiyor kolbaşı. O bu parayla dört çocuk geçindiriyor, işportacılık yapan oğlunun desteği olmasa işi zor, onun da ağzından diğer hamallarla aynı cümle dökülüyor: “Allah’a şükür yine de”... Konuşma bitip de fotoğraf almak istediğimizde sözcükleri içlerine attıkları bir acıyı daha açığa çıkarıyor: “Arkadaşlar arasında hamallık yaptığını tanıdıklarına, karısına söyleyemeyenler var”. Kolbaşının izniyle, diğerlerinin yanına yanaşıyoruz. Sözcü olarak bir arkadaşlarını öne atıp, “Anlat anlat hamallıktan nasıl geçiniyoruz, neler çekiyoruz” diyorlar. Söz Resul’de: “İş olsa geçiniriz de, yok... İki üç senedir böyle gidiyor”... Cümle bitmeden kolbaşı iş geldiğini söyleyip sayıma başlıyor. Sırayla düşüyorlar yola, biz de. 47 yaşında Resul, Halkalı’da oturuyor, 20 yıldır hamallık yapıyor, “Gençliğim burada geçti, eski kopuklardanımdır ben, iki avradım, sekiz çocuğum var. Sen bir gençliğimi görseydin benim” diyor. Artık yorulmadınız mı, diyorum. “Yoo” diyor, üstüne basa basa, “gücümüze göre çalışıyoruz, iş olsun yeter, gerisi kolay”. Ancak hayali ele veriyor yorulduğunu: “Dışarıdan sigortamı ödüyorum, üç yıl sonra emekli olacağım, memleketime, Malatya’ya gideceğim. Emekli olduktan sonra bir gün bile durmam”. Söz, yük indirilecek kamyonun önüne gelince bitiyor. 75’lerindeki bir hamal giderayak derdini dillendiriyor, “Bana bir hanım bul” diyor “yalnızlık zor”. Sürübey’in öfkesi, Mahmutpaşa’nın değiştirilmesine... Selahattin ve Abuzer, iş bekliyor... Hamalları takip ediyoruz, ama nafile, ne onlar taşıyacak mal bulabiliyorlar, ne de biz konuşmayı kabul eden birini. Mahmutpaşa’nın sokaklarına dağılıyorlar. Şimdi Tahtakale’deyiz. Çamlıca’dan, Arnavutköy’den, Beylikdüzü’nden, Esenler’den, Halkalı’dan, Avcılar’dan, kısacası İstanbul’un dört yanından gelen hamallar, İş Bankası’nın önünü mekân tutmuş. Namaz ya da yemek için verdikleri yarım saatlik mola dışında hep buradalar. Bir ararken, on hamalla karşılaşmanın heyecanıyla atılıyoruz, ama burada işler öyle yürümüyor. Önce “kolbaşı”ndan izin almalı. Hamallık sistemi, askerlik sistemi gibi. On hamalın bir kolbaşısı var, kolbaşları da çavuşa bağlı. Kolbaşı, dükkânlara hamal sağlıyor, taşınanların çetelesini tutuyor, kazanılan parayı bölüştürüyor. Ya bir günde herkese iş düşmezse? Kolbaşı Mahmut Işık yanıtlıyor: “Hepimiz garibanız, ne kazansak ortağız. İdare ediyoruz birbirimizi”. Eskiden Tahtakale’den 180 hamal ekmek yiyormuş, şimdi 90, hastalananlar olmadığı sürece sayı değişmiyor. “Çankırılılar işler azalınca köye döndü ya da başka iş buldu” diyor, “Onlar hamallık yaparken sigortalarını ödediler, ama bizim kafamız çalışmadı. 48 senedir çalışıp hiç birikimi, evi bile olmayanlar var. Eskiden çay ocağım vardı, ama kan davası yüzünden cezaevine C M Y B C MY B