Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
R PAZAR 9 4/1/07 14:41 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 7 OCAK 2007 / SAYI 1085 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Fotoğraflarla Nâzım Hikmet Ataol Behramoğlu âzım Hikmet, şiiri kadar yaşamıyla da bir olaydır. Büyük bir şiir, büyük bir yaşam. “Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı”nın yayımladığı “Fotoğraflarla Nâzım Hikmet” başlıklı, büyük boy, kahverengi karton ciltli kitabın kapağındaki fotoğrafa bakıyorum. Üzerinde demir bir kilit asılı, iki kanatlı, kara, köhne bir demir kapı ve bu kapının önünde ak mintanı, apaydınlık yüzüyle bir Nâzım Hikmet. 1948’de Bursa Cezaevi’nde çekilmiş bir fotoğraf bu. Demek ki 46 yaşında ve 10 yıldır hapiste. Kitabın kapak ve sayfa düzenleyicisi Süleyman Cihangiroğlu, bu çok bilinen cezaevi fotoğrafının bir bölümünü, şairin omuzlarından yukarısıyla kapının kilitli bölümünü büyüterek kapağa almış. Böylece çelişki çok daha belirginleşiyor. Yakışıklı, apaydınlık bir erkek yüzünde ışıltısı apaçık görülen yaratıcı bir akıl ve bu akla vurulmak istenen kilit. Müthiş kompozisyon böylece bir tablo derinliği kazanıyor. Nâzım Hikmet’in kişiliğini, bütün yaşamını özetleyen. Albümün ilk sayfasında, Halep’te, üç tekerlekli bisikletinin yanında duran 4.5 yaşındaki paşa torunu ya da 1915 tarihli bir fotoğraftaki çiçeği burnunda “Bahriye Mektebi Öğrencisi”; çok değil birkaç sayfa sonra, 1920’lerde başlayıp 1960’lı yıllara kadar sürecek bir fotoğraflar dizisinin tanıklık edeceği fırtınalı yaşamı öngöremezdi. “Herkesin dünyası kendine” mi? Rüçhan Akcan Selim esilemiz; teorik zeminini, genel anlamda postMüzisyenler ile işçiler kısacık bir modern teori, özelde “kültürel çalışmalar” geleneğinden alan hâkim anlayışın, baştan ve topzaman arasında tanışıyorlar. tan, naif/demode yaftasını yapıştıracağı bir girişim, bir atölye çalışması… Radyosunu kapatmaya gönüllü mü “Sanat Cephesi” topluluğuna üye; müzik, edebiyat, plastik sanatlar gibi alanlarda üretme derdinde bir grup genç. sizce işçi, bitse de gitsek derdinde Ümraniye’de, bir binanın bodrum katında bir tekstil atölyesine gider. Havasız, basık, gün ışığı yoksunluğundan yami yoksa? Burada da bir iktidar na sorunsuz, ortalama 20 kişinin çalıştığı, küçük ölçekli, fason ve ara mamul üretimi yapan bir atölyedir burası. Gençilişkisi yok mu? İmkânsızlıkları lerin derdi ve hevesi işçiler ile bir paylaşım kurabilmek ve onların çalışma koşullarını deneyimlemektir. Bu deneyimdaha görünür kılan bir buluşma lerini üretimlerine taşıma ereğindedirler. İş bu saiklerle, bu. Okuyun ve aralarına katılın! bir ay periyodik ziyaretlerde bulunurlar atölyeye… Bu satırların yazarı ve fotoğrafların sahibi de, söz konusu sürecin gözlemcileridir. Patron, gençleri tanıştırırken “sanatçılar” sıfatını kullanır. Bu, uzaklığı derinleştirir. “Bu insanların burada ne işleri vardır? Caka mı satmaktır dertleri?” Beri tarafta, karşılıklılık esaslı pedagojik bir ilişki kurmaktır amaç. Ama, ne mümkün? Bir yanda; iyi kötü bir eğitimden geçmiş, kültürel ve sanatsal ilgilere zaman ve para ayırabilme şansına sahip, belki diğerlerinden farklılıklarını ortaya koymak için fırsat kollayan gençler… Diğer yanda; üç kuruşa günde en az 10 saat çalışan, zorunlu eğitimi bile tamamlama şansını zor bulmuş, yılda bir kere bile Taksim’e, “sanatın ve yaşamın merkezi”ne gidemeyen, “ilaç gibi radyo”nun müdavimi insanlar… Gelin de bu dünyalar arasında samimi bir ilişki olabileceğine inanın ve kolaysa, “postmodern politik durum"un, kitleler ile pedagojik bir ilişki kurmaya dönük her girişimin bir güç istenci, bir iktidar kurma arzusuna karşılık geldiği savını çürütün. Ne derseniz deyin, her ilişki aynı zamanda bir iktidar ilişkisi. Astüst, haklıhaksız, doğruyanlış karşıtlığı… Böyle bakınca, bir tür aydınlanmacı kültür misyonerliği çağrışımı yapıyor gençlerin eylemi. Peki, ayrı dünyalar arasında geçişkenliğe dair ufak umut yok mu? İlk akla gelen Yeşilçam melodramları hatta klasik edebiyat aldattı mı yıllar yılı bizi?.. Fırat Esener ile Altuğ Coşkun’un verdiği müzik dinletisinden bir kare... Fotoğraf: Kadri Erdem N V buraları, gidin başka işler bulun’ dediler.” Ortak bir dilleri olmadığının farkındalar genç “sanat cepheliler”. İngilizce öğretmeni ve tiyatro ilgilisi Neslihan, “Başta, orada bulunmamızın, insanlara uzaktan bakmamızın anlamlı olmayacağını düşündüm; ama uzaktan bakmadık. Onlarla çalıştık, içlerine karıştık, sohbet ettik, sırdaş olduk hatta” diyor. Ama kurdukları paylaşımın sınırlarını da yine kendi cümleleri ele veriyor: “Düşünemiyorum! 1214 saat çalış. Sonra evine git yemek yap. Ev işleri ile, çocuklar ile ilgilen… Hiçbir sosyal hayatın olmasın…” “Aramızda uçurum olmadığını düşünüyorum” diyor Altuğ. Ona bunu söyleten ve imkânsızlıklar üzerine düşünmesini önleyen ahlaki tutkusu belki… Söz yine Altuğ’da: “Uzun şaçlı ve küpeli olduğum için ekstra bir ürkekliğe sahiptim. Öğle yemeği arasında dinletimiz oldu. Arabesk ezgili müziklerden hoşlanıyorlar. İşçilerin çoğu Adıyamanlıydı. Kızılırmak’ın Adıyaman şarkısını söyledik. Kazım Koyuncu çaldık. Metin Kemal Kahraman’dan Kürtçe de söy Bir tekstil atölyesi. Öğle arasında bir gitar ve flüt sesi duyuluyor. Kıymet Coşkun’la Turgay Fişekçi’nin özenle hazırlayıp yayımladıkları (şairin yaşamöyküsündeki belirgin dönemlere göre bölümlere ayrılmış ve her bölümün girişinde bir sunuş yazısının bulunduğu) albümde, çok bilinen fotoğrafların yanı sıra ilk kez gördüğüm ve öyle sanıyorum ki gün ışığına ilk kez çıkan fotoğraflar da var. 1928’de Ankara hapishanesindeki fotoğraf belki de bunlardan biri. Cezaevi arkadaşları arasında yine beyaz mintanı ve ışıklı alnıyla göze çarpan çok genç bir Nâzım... Arada bir yargılanmalar ya da tutuklanmalarla kararıp kesintiye uğrasa da, 1938 öncesindeki mutlu, verimli 30’lu yılların fotoğrafları... Piraye Hanım’lı fotoğraflarında, hem sanki koruyucu bir annenin kanatları altında güven içinde ve mutlu hem de koruyucu bir Nâzım Hikmet… Sonra bu mutluluk fotoğraflarının nasıl bir anda karartıldığını biliyoruz. Bunu görmek için, Heybeliada ya da Mithat Paşa Köşkü fotoğraflarının ardı sıra, 20 Mart 1938’de, “Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi” avlusunda çekilmiş bir fotoğrafa bakmak yeter... Ne kadar süreceği belirsiz bir yolun henüz başında, sıkıntılı, bezgin bir Nâzım Hikmet. Ve sonra birbiri ardına cezaevi fotoğrafları. Kapaktaki fotoğraf bunlardan biri. “Sol memenin altındaki cevahir” karartılamamıştır. Fakat 15 Temmuz 1950’de yürürlüğe giren Af Yasası ile, yani tam on üç yıl beş ay süren tutsaklıktan sonra serbest bırakılışla 17 Haziran 1951’de ülkeden gizlice ayrılış arasında geçen 11 aylık sürenin fotoğraflarındaki yorgunluk, kaygı, keder anlatımları çok belirgin. Bu fotoğrafları tek tek, ayrıca “okumak” gerekiyor. Sadece onları değil, yaşamının bütün dönemlerini yansıtan fotoğraflarındaki Nâzım yüzlerinde değişen ve değişmeyen anlamları... Meraklı bir kitap gibi baştan sona okunması gereken bu albüm bana ilk kez düşündürdü bunu... Bir fotoğraf albümünün okunabileceğini... Giriş yazısında İlhan Selçuk “Bu kitaptaki fotoğraflar bizi geçmişin acılı, hüzünlü, duyarlı günlerine götürürken olmuş bitmiş bir yaşamın kapanmış defteri gibi algılanırsa yanlış yorumlanır… Nâzım Hikmet’in fotoğrafı geleceğin resmidir” derken haklı. Çünkü en büyük evlatlarından birinin yaşamının fotoğraflarla öyküsü olan bu kitap sadece onun yaşamının değil Türkiye’nin de öyküsü gibi okunmalıdır. Hem de sadece onun yakın sayılabilecek bir geçmişini anlatmakla yetinmeyip, bugününe ve geleceğine de ışık tutan bir kitap gibi… ataolb@cumhuriyet.com.tr “GİDİN BAŞKA İŞLER BULUN...” Somuta dönelim biraz. Müzik öğretmenliği öğrencisi Altuğ ve konservatuvar öğrencisi Fırat, öğle arasında müzik dinletisi veriyorlar. Herkeste bir ürkeklik. Sessizce yanaşıp soruyorum bir işçiye. Acaba, içinden ağzına geleni savuruyor mu? “Hayır” demeye gelen bir şeyler söylese de, soru karşısındaki şaşkınlığı ve heyecanı durumunu ele veriyor. Bu tepkiselliğin izleri, gençlerden Barış’ın aktardıklarında da var: “Güler’e kaç yıldır bu işi yaptığını sordum. Öyle ters bir yanıt aldım ki, niye oradayım, bu atölyenin amacı nedir gibi sorular kafamın içinde döndü durdu. Açıkçası yadırgadılar. Genelde orada olmaktan kendileri de mutlu değildi çünkü. Uzun süre, ‘Boş verin siz ledik. Birbirimizin dünyasına girmenin olası olduğunu düşünsem de bu haftada birkaç saatlik birliktelik ile olmaz.” Fırat’ın anekdotu ise genç bir kent yoksulunun ruh haline dair: "İbrahim vardı, benimle yaşıt. Konuşmaya başladık. ‘Nerelisin?’ dedim. ‘Kürdüm’ dedi. Tekrarladım, ‘Nerelisin?’. Cevap aynı, ‘Kürdüm’. ‘Hangi coğrafi bölgedensin?’ dedim. ‘Kürdüm ben’ dedi. Ne tür müzik dinlediğini sordum. ‘Kürtçe müzik’ dedi. Kimleri dinlediğini sordum. ‘Kürtçe müzik işte’ydi cevabı. Sonra başka bir arkadaşımız geldi ve benzer sorulara başlayınca, ‘Kürt olduğumu söylüyorum ya’ dedi. Onun kimliğine dair tek ifadesi Kürtlüğüydü. Bize anlatabileceği bir şey yoktu sanki. Belki Kürt olmasının bizim için bir sorun olabileceğini düşünüyordu. Dinlediği müzik grubunu sorduğumda, ‘Sen bunları dinlemezsin’ dedi. Nereden böyle bir kanıya vardığını sorduğumda ise, ‘Kıyafetlerinden bile belli’ dedi.” ...... Evet belki her kültürün kendi içinde değerlendirilmesi gerektiği, baştan bir hiyerarşiye tabi tutulamayacağı savı güçlü dayanaklara sahip, ama eşitsiz gelişimin giderek derinleştiği çok daha güçlü ve karşı çıkılmaz bir gerçek… Bunu vurgulamak, aydınlanmacı totalitarizm savunuculuğu yapmak değil. Diğer tarafta, “pedagoji” sözcüğünü bile alerjik bulan postmodern çoğulcu konsensüs, kantarın topuzu biraz fazla kaçmıyor mu? Bağlayalım… Bu bahiste de iki seçeneğimiz yok. Ara konumlar üzerine düşünelim. Yitirilenleri geri kazanmak... Aylin Kotil Y azılarıma gelen okuyucu mektuplarını okuduktan sonra vardığım ilginç bir sonuç var: Modernizm ve teknoloji almış başını giderken, insanlar birbirinden çok uzaklaşmış görünürken, zamanın büyük bir bölümü iş için harcanırken, asansörde, iş yerlerinde veya bir yere girerken birbirimize selam vermezken aslında hepimizin içinde kalan bir duygu var: İnsan ilişkileri… Meğer birbirimizle olan ilişkilerimizi ne çok önemsiyormuşuz. Meğer dost olmaya, birbirimize güvenmeye ne çok ihtiyacımız varmış. Modernleştikçe yalnız kalan insanlar aslında ilk çağlardaki gibi ateşin etrafında toplanıp sohbet etmeye hasretmiş. Nereden mi anladım tüm bunları? Sizlerin bana yazdığı yorum mektuplarından. Arada kendimi tutamayıp siyaset yazacak oluyorum, hiç kimseden ne bir mektup geliyor ne de yorum yapılıyor. Apolitik mi olduk, politikacılara güven kalmadığından siyaset konuşmaktan mı bıktık bilemiyorum ama, kadınerkek ilişkileriyle ilgili bir yazı yazacak olsam hemen yüzlerce posta alıyorum. İnsan ilişkileri, insani duyguları yazacak oluyorum üşenmiyor yazıyı tarayıp birbirinize gönderip paylaşıyorsunuz. Demek ki hissettiklerimi sizler de hissediyorsunuz. Farklı hayatlar sürüyor gibi gözüksek de aslında hep benzer hayatlar sürüyoruz. Şikâyetlerimiz aynı, mutluluklarımız da. Hepimiz özlüyoruz birbirimizi ayrıca. Sohbetlerimizi, sevmeyi, sevilmeyi… Peki, bunu sanallıktan kurtarıp birbirimize dokunabilmeyi sağlayacak olan unsur ne acaba? Bunu düşünürken oyalandım epeyce ben. Sanırım şüphelerimizi yenemiyoruz. Çoğumuz birbirimize güvenmek istiyoruz, ama teknolojinin ve gelişmişliğin yanında getirdiği, şüphe ve güvensizlik duygusunu bir türlü yenemiyoruz. Sanırım hepimiz de ilk adımı önce karşı taraftan bekliyoruz, kendimizi sağlama almak için. 2007 ülkemiz için gerçekten zor bir yıl olacak. Bu gazeteyi eline alan okuyucular için de sanırım endişeli bir yıl olacak. Ancak böyle zamanların güzel bir yanı da vardır; böyle zamanlarda daha çok birbirimizi hatırlar, daha çok birbirimizi önemseriz. Tıpkı deprem zamanlarında olduğu gibi. Acı çekmeden olgunlaşılacağına inanmayanlardanım. Siyasi depremlerin de bize olgunluk katabileceğini düşünüyorum. Ayrıca bu dönemde tekrar birbirimizi hatırlar, birbirimize güvenir ve kopukluklarımızdan uzaklaşabilirsek, hem modern çağa bu anlamda yenilmemiş oluruz hem de bu tür depremleri, bir olup tersine çevirecek etkiye sahip olabiliriz. Sizler, birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu bana bir kez daha öğrettiniz ve hatırlattınız. Bence şimdi sıra dağdan yuvarlanan bir kar topu gibi bunu aşağıya bırakmakta. 2007’de kötü gözükenleri düzeltmek ve yitirilenleri tekrar geri kazanmak umuduyla… aylin@kotilsarigul.com