23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

9 TEMMUZ 2006 / SAYI 1059 Flamenkoya farklı bir tat getirip tüm dünyayı dansa davet eden İspanyol Çingene müziğinin en güçlü temsilcisi “Azucar Moreno” ikinci kez İstanbul’da. Toni ve Encarna Salazar isimli iki kız kardeşten oluşan grup, yeni albümleri “Bailando Con Lola”nın dünya turnesi kapsamında 5 Ağustos’ta Parkorman’da sahne alacak. İkili, bu albümlerinde de Çingene müziğinin coşkusu ve samimiyetini yılların tecrübesi ile harmanlamış. rinden ayırmak zor. Mutluluğumuzu onlara bölüp ölçmek kolay değil. Her biri bizi ilki gibi heyecanlandırdı. Zaten o heyecan olmasa buralarda olamazdık. İsteğimiz ve motivasyonumuz hiç eksilmedi. Bir anne çocuklarını ayıramaz ya, bu da öyle bir şey. İstanbul’a üç yıl önce geldiğinizde çok renkli bir konser vermiştiniz. Şimdi de 5 Ağustos’ta da yeniden İstanbul’da olacaksınız. Bu konser için farklı bir sahne şovunuz var mı? Encarna: Üç yıl önce burada yaşadığımız coşku hala aklımızda, hiç unutmadık. Şimdi de bu coşkuyu hissedeceğimizi biliyoruz. Bu da bizi çok heyecanlandırıyor ve bunu en iyi şekilde sizlere yansıtacağız. Dans ve müzik hepsi bir arada olacak. En sevdiğimiz şarkıları “Los Losada” flamenco grubu ve kendi orkestramız ile söyleyeceğiz. Fotoğraf: VEDAT ARIK Azucar Moreno yeniden İstanbul’da... Ali Deniz Uslu nları sinemadan da tanıyorsunuz, “Gitano” filminde, çingene rolündeydiler. Ama asıl başarılı oldukları alan elbette müzik. Azucar Moreno 80’li yıllardan beri Latin müzik adına başarılı işlere imza atıyor. Yeni albümleri “Bailando Con Lola”da tanınmış müzik adamı Adrian Posse ile çalışmışlar. Kültürler birbirlerine yaklaştıkça, farklılıklarının yakınlıklara dönüştüğünü düşünüyorlar. Bu bir sinyal de. Türkiye’deki müzisyenlerle de ortak bir projeye açık ve hazırlar. Konser öncesi İstanbul’a gelen “Azucar Moreno” ile müziği ve projelerini konuştuk. Yeni albümünüz “Bailando Con Lola” İspanyol, Latin ve dans müziği ile tarzınızın harmanı. Bu albümden biraz bahseder misiniz? Encarna: “Bailando Con Lola” bizim için çok önemli, çün KÜLTÜRLERİMİZ ÇOK YAKIN... Müziğin içine doğdunuz. Müzisyen bir aileden gelmeniz müzikal eğiliminizi nasıl etkiledi? Toni: Kendimizi bildik bileli müzik ve dans vardı. Hamurumuz böyle yoğruldu. Öyle olunca da müziğin dışında bir işte kendimizi hayal etmek zaten imkânsızdı. Sürekli müziği duymak çok farklıdır, onunla gelişirsiniz ve onunla büyürsünüz. Bunun da bizi bu günlere getirdiğini söylemek mümkün. 1990 yılındaki Eurovision maceranızda, “Bandido” şarkınız sizi dünya sahnesine taşımıştı... Encarna: Eurovision bize büyük imkânlar sundu, tüm kapıları açtı. Oradaki başarımız bir anlamda yeniden doğmamızı sağladı. Şimdi burada olmamızı o günlere borçluyuz. Dönüp bakınca çok güzel günler geçirdiğimizi düşünüyoruz. Türkiye’de çok iyi Çingene müzisyenler var. Belki şu an isimlerini duymadınız ama her an duyabilirsiniz. Onlarla bir proje yapmak istemez misiniz? EncarnaToni: Kültürlerimiz çok yakın, biz bunun farkındayız. Müziğimiz, dansımız, kara gözlerimiz, tavrımız ve coşkumuz ile birbirimize çok benziyoruz. Bu kadar yakınken niye daha güçlü bağlarımız olmasın ki? Bu yüzden biz Türkçe, tarzımıza yakın, sizin de kanınızı kaynatan bir parçayı söylemek isteriz. İlerde farklı projeler yapmayı da çok istiyoruz. İstanbul’u çok sevdiğinizi biliyoruz. Peki İstanbul dışında bir yeri görme imkânınız oldu mu? EncarnaToni: İstanbul’a ilk geldiğimizde ona vurulduk. Burası nasıl bir kent ise hemen kanınıza giriyor ve sizi sarıyor. Bir kere İstanbul, donuk değil. Her anında hayat var. İnsanların enerjisi, coşkusu, havanın kokusu bile farklı. Kaçamıyorsunuz bunlardan, biz de o yüzden konserler dışında yalnızca tatil için buraya gelip buranın keyfini çıkarmak istiyoruz. Ama Bodrum ve Çeşme’yi de merak ediyoruz... O kü 20 yılın ürünü. En verimli ve coşkulu dönemimizde gelen bu albümde tüm sıcaklığımızı ve hareketliliğimizi koruyup biraz da otantik tınılarla güçlü bir müzik yaptık. Zaten müziğimize ilgi gerçekten çok tatmin edici ve bu ilgi bizi, iyi müzik yapmak adına daha çok motive ediyor. Sinemada çok iyi işler çıkarmıştınız. Bu coşkulu döneminizde sizi yine beyazperdede görebilir miyiz? Toni: Sinemada çok keyifli işler yaptık, ama bizim işimiz şarkı söylemek ve dans etmek. Zaten filmlerde de şarkılarımızı söylüyoruz. Bu çok mutluluk verici. Ancak yakın dönemde bir sinema projesi görünmüyor. FARKLILIK ZENGİNLİKTİR... “Sinema ve müzik” desem ve gerisini sizin tamamlamanızı istesem? Toni: Sinema ve müzik bir ailenin iki üyesi. Birbirlerinin eksiklerini tamamlayan iki kardeş. “Titanic” filmi bu anlamda bence çok iyi bir örnek. Celine Dion’un harika yorumu ile “My Heart Will Go On” şarkısının filme kazandırdığı gücü kimse inkâr edemez. Kısacası birinin eksikliği diğerinin olmaması demek. Zaten sanatın tüm dalları da aynı ruha hizmet veriyor. Uzun yıllardır şarkılarınızda Çingene müziğini farklı tatlarla birleştiriyorsunuz. Şu aralar da etnik müzikler çok rağbet görüyor. Siz bu yönelişi nasıl görüyorsunuz? Encarna: Kültürler de insanlar gibi büyür. İlk bakışta hepsi farklı görünür, ama bir araya geldiklerinde farklı olmadıklarını anlarsınız ve hemen kaynaşabilirsiniz. Mesela oryantal size daha yakın, bizimki ise Çingene formunda, ikisi de ayrı ayrı özel, ama bir araya geldiklerinde çok daha çekiciler. Bu müzikal bir sinerji. Biz farklı kültürlerden bir araya gelenler her zaman çok zengin işler çıkartma potansiyeline sahibiz. Böylece daha samimi ve keyifli deneyimler yaşayabiliyoruz. “Mambo” ve “El Amor” en sevdiğim albümleriniz. Sizin “en özel” albümünüz hangisi? ToniEncarna: Pek çok albüm ve proje yaptık, onları birbi TARZIN SİHİRLİ GÜCÜ J ohn William Weller (bildiğimiz adıyla Paul Weller) 1973’te Londra’ya yakın ufak bir kasabası olan Woking’de, Rick Buckler ve Bruce Foxton adlı sınıf arkadaşlarını yanına alarak “The Jam”i kurdu. Punk’ın tek boyutsal kızgınlığına alternatif olarak çıkan grup, 70’lerin sonunda ulusal müzik sahnesinde “yeni akım” olarak kendisine yer edindi. Çalışan sınıfın etiğine uygun şekilde ürettikleri parçaların kalitesi, derin müziği ve dürüstlüğü ile dönemin punk gruplarından kolaylıkla ayırt edilen ekip 1982’de dağılana kadar çok ciddi bir hayran kitlesine ulaştı. Paul Weller elindeki cevherin farkında, hız kesmeden, üç aylık bir süre içerisinde yanına Mick Talbot ve on sekiz yaşındaki baterist Steve White’ı alarak, The Style Council adında yeni bir grup kurdu. Bu yeni oluşum 1984 yılında “Café Bleu” adında bir albüm çıkarttı. Caz, soul ve rap unsurlarını inanılmaz melodilerle eriten grup The Jam’den çok farklı bir kulvarda ilerlemeye başladı. 1985 tarihli “Our Favourite Shop” albümü, grubu tekrar The Jam’in şöhretine ulaştırdı. İngiltere listelerinde 1. sıraya kadar yükselen albümsayesinde grup “dünyanın en iyi canlı” ekibi olarak anons edilmeye başladı. Takip eden yıllarda “The Cost Of Loving” (çift albüm) ve “Confessions Of A Pop Group” adında pek ses getirmeyen iki albüm daha çıkarttı. 1989’da Polydor şirketine “house” temaları içeren beşinci albüm için gittiklerinde nazikçe reddedildiler. Bu ağır darbe ile Paul Weller, The Style Council’ı dağıttı ve iki yıllığına müzik dünyasından çekildi. Bu dönemde ailesiyle ilgilendi (WHAM’in arka vokallerinin sahibi Diane Sealey ile evliydi), arada sırada The Paul Weller Movement adı altında birkaç konser verdi. Britpop’un patlak verdiği 90’lı yıllarda Weller bir solo sanatçısı olarak tekrar müzik dünyasına geri döndü ve “Into Tomorrow” adlı ilk solo 45’lik çalışmasını kendi müzik şirketi “Freedom High Records”dan çıkarttı. Kritiklerden beklenen olumlu eleştirileri alan parça ve peş peşe verilen konserler sayesinde Paul Weller’in istediği sesi getirdi. Bunun vermiş olduğu cesaret ile bir yıl sonra “Uh Huh, Oh Yeh” adlı konser 45’liğini çıkarttı. Steve White’ın kusursuz perküsyon ve bateri çeşitlemesi ile süslenen ısrarcı metalik gitar tınılarından oluşan parça, Paul Weller’ın yeniden doğumu oldu. Böylece sanat yaşamının üçüncü ve en başarılı evresine geçti. İlk solo albümü “Paul Weller” 1992 yılında çıktı. Bu, keyifli ve ruh dolu albüm, sanatçının o anki kariyerindeki en doruk noktası oldu. Hem listelerde en yüksek sıralara yükseldi, hem de kritiklerin beğenisini kazandı. İkinci albümü “Wild Wood” ilk albümün başarısını gölgede bıraktı ve böylece sanatçı, başarısının geçici olmadığını gösterdi. Konser albümü “Live Wood”dan sonra gelen “Stanley Road” gelmiş geçmiş en başarılı çalışması olarak tarihe yazıldı. Adını sanatçının büyüdüğü sokaktan alan bu albüm sayesinde Paul Weller, İngiltere’de Brit pop’un öncüsü olarak kabul edildi ve bir idol mertebesine yükseldi. Sonra sırasıyla, 1997 tarihli “Heavy Soul”, 1998 tarihli “Greatest Hits”, 2000 tarihli “Heliocentric” (ki o dönem en son stüdyo çalışması olarak lanse edildi), 2001 tarihli konser kaydı “Days Of Speed”, 2002 tarihli altıncı albümü “Illuminations”ı çıkardı. Bunu 2004 tarihli Bob Dylan, Jimi Hendrix gibi sanatçıların yorumlarından oluşan “Studio 150” takip etti ve 2005 yılında en son çalışması “As Is Now” geldi. 90’dan itibaren çıkan tüm İngiliz grupları için bir öncü ve kahraman olan “Modfather” lakaplı Paul Weller, bu yılki Brits ödüllerinde “İngiliz Müziğine Olağanüstü Katkı” Ödülü ile onurlandırıldı. Yaklaşık otuz yıldan beri sahnede olan sanatçı arada sırada gelgitler yaşamış olsa bile istikrarlı müzik nabzı ile ayakları üstünde her zaman durmayı başardı. Kendi kuşağının Van Morrison’u olan sanatçıyı sahnede görmek kaçırılmaması gereken bir fırsat. muzik@tikabasamuzik.com Paul Weller bir idol. Lakabı ise “Modfather”. Müziğinde, caz kadar soul ve rap de var. Sololarıyla parlayan Weller, 13 Temmuz’da İKSV Caz Festivali kapsamında Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde. Zekeriya S. Şen CUMHURİYET 08 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear