25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Edebiyatın taşra kolu Özünde “dünya vatandaşı” olan edebiyatta, “taşra” da, “metropol” de varlığını hep duyuran renkler olagelmiştir... Taşra bazen yerelde yazgı ortaklığı biçiminde, bazen metropolde modernizme bile renk katarak ya da içeriğe ilişkin taleplerle belirmiştir. 1940 ’ların başında, Zonguldak’ta, üç genç edebiyatçı, bekledikleri biri olmasa bile, gelen her vapuru karşılamaya giderlerdi. Rüştü Onur’un 1942’de ölümü üzerine yazdığı yazıda, Muzaffer Tayyip Uslu, “Onunla aynı hastanede, aynı hastalıktan” yattıklarını da anımsatıyor. Sonrasında, o da, diğer arkadaşları Kemal Uluser de veremden öldüler. Yani aralarında hemşerilikten başka, bir de “veremdaşlık” ilişkisi vardı. Kuşkusuz şiirleri “bir örnek” değildi, sadık dostları Muzaffer Soysal, aslında birbirlerinin şiirlerini pek beğenmediklerini, ama kavga da etmediklerini yazıyor. Soysal’a göre, Onur daha saf bir şiirin ardında ve daha dingin kişiliktedir, Uslu ise hırçın ve kavgacıdır. Öte yandan, Zonguldak, geçen yüzyılın başında kömür madeni sayesinde oluşmuş genç bir şehir olduğu için, orada haliyle köklü bir edebiyat birikimi sözkonusu değildi. TAŞRADA DOĞUP İSTANBUL’DA ÖLMEK Yahya Kemal, 1923’de çıkan bir yazısında, Fuzulî’yi unutarak ve “Makarrı irfan İstanbul iken, Türkçeyi biri Erzurumlu ve biri Urfalı iki taşralı, yani Nef’î ile Nâbî, başka bir hale koydular” rivayetine değinerek, “Bugün hâl eskisi gibi değil, bilakis İstanbul taşralılara, Erzurum’un ve Urfa’nın çocuklarına kendi zevkini vererek kendi dilini söyletiyor” demekte. Gerçi üstad yanına birinin (hele de Ahmet Haşim’in!) eklenmesini asla kabul etmezdi ama modern Türkiye şiirini de iki taşralı, o ve Ahmet Haşim kurdular. Daha genç ve İstanbullu bir şairin, Nâzım Hikmet’in de sonradan bu kuruculuktan pay edinmiş olduğunu unutmadık elbette. “Balkanlar üzerinden gelen” ve “milli edebiyat”ı başlatan etkiler ise, cumhuriyeti kuran irade ile paralel ve “Avrupalı” olduğu için, pek “taşralı” sayılmamıştır. Yahya Kemal, Urfalı Suud Saffet’in Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatlarını anlatan Kelebeğin Rüyası (2013) filminin başrol oyuncuları Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ... şiir kitabıyla ilgili yazısında, Alphonse Karr’ın “Şairler taşrada doğarlar ve Paris’te ölürler” sözünü andıktan sonra, eklemişti: “Epey senelerden beri bizde de böyle, taşrada do ğan şairler İstanbul’da yetişiyor, seviyor, yazıyor ve orada bitiriyorlar. Halbuki eski Türklük’te Bağdad gibi, Diyarbekir gibi, Urfa gibi, Antakya gibi, Bursa gibi, Edirne gibi, Fener Yenişehri gibi irfan merhaleleri olan şehirler vardı; o şehirlerde yetişen şairler o yerleri severler ve benimserlerdi, adlarını o yerlere izafe etmekle öğünürlerdi. O vakitler Türk şiirinde bir diyar zevki vardı. Bir asırdan beri yalnız İstanbul var ve bütün gençler yalnız ondandırlar.” Bu sözler, Balzac’ın, Paris’teki taşralı edebiyatçıları anlatan Sönmüş Hayaller üst başlıklı üç ciltlik romanının, neden bizlere de hayli “aşina” gelmiş olduğunu açıklıyor. “BABA OCAĞI” TAŞRA Aslına bakılırsa, bunların yazıldığı yıllarda, “matbaa” denilen büyülü gereçle birlikte taşrada da edebiyat ivme kazanmıştı. “Vilayet Matbaaları”, resmi niteliklerine rağmen, kalem erbabının kümelendiği kurumlardı. Gazetecilik ile edebiyatçılık, her yörede hep iç içe oldu. Ziya Gökalp bile, bir ara “baba ocağı” Diyarbakır’a dönüp, Küçük Mecmua’yı orada yayımlamıştı. Derginin yazıları hemen İstanbul gazetelerine de aktarılıyor, Gökalp’ın “Diyarbakır’dan ülkeyi yönettiği’ rivayetlerine yol açıyordu. Cumhuriyet döneminde iş imkânları, yüksek okullar, basın yayın kurumları, sanat mekânları, edebî çevreler gibi olguların metropolde yoğunlaşması, bir çekim etkisi oluşturdu. 1930’lardan itibaren şair ve yazarların halklaşması sürecine bağlı olarak, bu kez “taşra” İstanbul’a “kendi zevkini vererek kendi dilini söyletir” olmaya başladı. Nâzım Hikmet, şiiri Anadolu’ya kalkan trenlere bindirerek, “sınıfsal” bir pencere de açtı. Sadri Ertem, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Ahmet Naim bunun hikâye ve roman tarafındaki öncüleridir. 1950’lerde köycü yazarlarla ivme hızlandı. İş öyle bir noktaya vardı ki, sözgelimi 1970’lerde, bir yanı Avrupalı Sevgi Soysal bile, şiveli hikâyeler yazmaya özendi. Kuşkusuz taşranın İstanbul üzerindeki etkisini “şive”ye indirgeyemeyiz. Sözgelimi, edebiyatımızın Adana kolu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi yazarlar, “dil”den daha öte olarak “sosyoloji”den “edebi olan”a geçişin sentezini ürettiler. Kapitalizm, erken yurtlandığı her şehirde, “şehirleşme”nin de göstergeleri olarak, tiyatroyu da, sinemayı da, edebiyatı da (bu arada futbolu da) etkileyen imkânlar doğurdu. İzmir’de, Bursa’da, diğer başka şehirlerde olduğu gibi. Taşranın sadece gerçekçi edebiyata giden yolları açtığı sanılmasın. “Folklor şiire düşman” sloganıyla ünlenen Cemal Süreya, aslında folkloru modernist şiire en çok taşıyan şairlerden biri. Bir başka doğulu, bir “Karacadağlı”, Sezai Karakoç, bu konuda onu yalnız bırakmamıştır. İlginçtir, metropol insanının yalnızlığını konu edinen 1950 kuşağı modernist hikâyecilerinin büyük bölümü de taşra kökenlidir ve metinlerinde oraya da uğramadan edemezler. TAŞRA RENKLERİ Sezai Karakoç, önceleri, öteki İkinci Yeni şairleri gibi, dünya görüşü ile değil, şiirdeki etkisi ile tartılmıştı. Aslında hep koruduğu (Cemal Süreya’nın tanıklığına göre, öğrenci harçlığını Necip Fazıl’a aktaracak kadar koruduğu) dünya görüşünü daha belirgin kılmaya başlayınca; şiirindeki modernist öğeler, “manzume”den yakasını kurtaramamış İslami çevrelerce önceleri yadırganacaktı. İmdadına “taşra kolu” yetişti: 1960’larda Maraş’ta dergiler çıkarmış, sonraları İstanbul’da buluşup Mavera ve Edebiyat Dergisi ile devam etmiş bir grup edebiyatçı (Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Alâeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, M.Akif İnan, vd.), muhafazakâr / İslami düşünceyi modernizmle buluşturma bayrağını devraldılar ve Karakoç’u tek kalmaktan kurtarmış oldular. Başka boyutlar da var: Örneğin, Cemal Süreya’nın geçmişinde de trajik rolü olan kıyımların yol açtığı travmalar ve bunun hukuk talebi biçiminde belirişi, edebiyat üzerinde ayrı bir dinamizm oluşturmuştur. Ahmed Arif’in “Otuzüç Kurşun” şiirinde soy bir ifadesini bulan bu talep, Kemal Burkay ile ve sonrasında bereketli Dersimli genç şairler damarıyla da süregelir. Özgün E. Bulut’un Dersim Şiirleri başlıklı antolojisinde yer alan şiirlerde travma, yas ve özlem aynı diyalektik bağıntıda buluşur. Kuşkusuz özünde “dünya vatandaşı” olan edebiyatta, “taşra” da, “metropol” de varlığını hep duyuran renkler olagelmiştir... n 10 29 Ağustos 2019
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear