25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Borges’in izinden Duyulardan birinin eksikliğinin diğerlerini daha güçlü kıldığı düşünülür. Örneğin gözleri görmeyen biri, sesleri, kokuları ya da dokuları diğer insanlardan daha kolay ayırt eder. Aynı şekilde insan duyma yetisini kaybetmeye başlayınca konuşulanları görerek anlamaya çalışır. Hakan İşcen, “Borges Çetesi” romanını doğuştan kör bir adamın dünyayı algılayış biçimi üzerinden kurguluyor ve roman boyunca bizi onun dünyasına sokuyor. Borges Çetesi (Everest Yayınları, 272 s.), birinci tekil şahısta ve geriye dönük özetleme formunda gelişiyor. Anlatıcı; kendisini, hayatını ve çevresini nasıl algıladığını, nelere değer verdiğini ya da öfke duyduğunu “sen” diye hitap ettiği okura, mektup formatında aktarıyor. İlk cümlesi, “(b)en bir körüm” romanın tonunu hemen başta veriyor: “Doğduğum günden beri. Ama emin ol, onlardan daha çok şey görüyorum. Sokakta, evde, işte, dünyanın neresinde olursa olsun, onlar sadece gözleriyle özensiz bakıyorlar hayata, bense onların hâlâ keşfedemediği duyularla. Belki de haklılar; görmek cesaret ister.” Altı yaşındayken anne ve babasını bir kazada kaybettikten sonra, ona yalnız yaşayan teyzesi bakmaya başlıyor fakat o yaşa kadar aşırı korumacı bir ortamda büyüdüğü için onu engelli çocukların yollandığı özel bir yatılı okula veriyor ki hayatın gerçeklerini öğrenebilsin. Hayatın gerçeklerini öğreniyor o da. Sadece erkek çocuklardan oluşan bu okulda kavga ve şiddet ile zor bir İşcen, mekân ve zamandan bağımsız bir şekilde kurguladığı romanda, kültürel bağlardan kopuk ve tamamen soyutlanmış bir adamı anlatıyor. ergenlik geçiyor. Tek arkadaşı “Göz” adını verdiği sağır ve dilsiz bir çocuk. Aralarında anlaşmak için kendilerine özgü bir işaret dili geliştiriyorlar. Göz, telleri bükerek yaptığı minik heykellerle büyük ve uzak şeyleri de tanımasını sağlıyor arkadaşının. Biri görmeyen diğeri duymayan bu iki çocuk, birlikte kendilerini tamamlanmış hissediyor ve okuldan kaçıp gezmeye, dolaşmaya başlıyor. En çok da böyle öğreniyorlar. Okulda sadece bir tek çok güzel olduğunu hayal ettiği edebiyat öğretmenini seviyor, diğer çocukları ve öğretmenleri aptal ve kötü buluyor. Ona Borges’in bir kitabını veren ve onu yazmaya yönlendiren de yine aynı öğretmeni. ÇETE ÜYELERİ Anlatıcı şimdi artık kırklarında bir adam. Okuldan sonraki yılları pek anlatmıyor ama Borges hâlâ en sevdiği yazar. Bir gün Borges üzerine bir seminerde gittiğinde bir grup insanla tanışır. Konuşma iptal edildiği için rastlantı sonucu bir araya gelen bu grup, birlikte takılıp sohbet eder ve daha sonra düzenli olarak toplanmaya edebiyat ve kendileri hakkında konuşmaya başlar. Zamanla bu yedi kişi sırlarını, korkularını, en acı veren anılarını anlatırlar. Ortak hiçbir noktaları yoktur, farklı yaşlarda ve kişiliklerde bu insanların tek ortak konuları sevdikleri yazardır. Kendilerine Borges’in öykülerinden esinlenerek “Kum”, “Gölge” ve “Labirent” gibi takma isimler verirler. Anlatıcı, ilerleyen yaşında gözleri görmeyen yazarla kendisinin ortak noktasından dolayı Georgie adını alır (Borges’in çocukluğunda aile içindeki takma adı). Aslında romanda olaylar bu noktadan sonra başlar. Öncesinde, hem başkahramanı hem de diğer çete üyelerini tanıtmak için konu çok dağılır; yan öyküler ve her karakterin temadan uzak hayat hikâyesi odaklanmayı zorlaştırır ancak çete olarak ortak bir eylem girişiminde bulunduklarında roman ivme ve gerilim kazanır. ACIMA DUYGUSU Georgie’nin anlatısında hep bir öfke hissederiz. En sinirlendiği şeyin insanların ona acıması olduğunu söyler ve galiba bu yüzden herkese kızgındır. “Dünyalılar” diye andığı, dünya nüfusunun neredeyse tamamı, dünyayı yanlış algılıyordur, herkesin algısını yarım yamalak ve üstün körü bulur. Görmediği hâlde ya da daha doğrusu görmediği için daha doğru algıladığını sık sık tekrarlar. Bir zaman sonra buna gerçekten inandığı için mi yoksa kendisini inandırmaya çalıştığı için mi tekrarladığını düşünmeye başlar okur. Ayrıca kendisinin diğer erkeklerden daha duyarlı bir âşık olduğu konusunda da iddialıdır Georgie. İşcen, mekân ve zamandan bağımsız bir şekilde kurguladığı romanda, kültürel bağlardan kopuk ve tamamen soyutlanmış bir adamı anlatıyor. Ne nereli olduğunu ne de hangi dilde konuştuğunu, hangi yemekleri sevip hangilerini sevmediğini biliriz. Kültürel kodlardan kopuktur karakterler. Aynı şekilde “şehir” ve “kasaba” diye anlattığı mekânların da adı yoktur, tıpkı insanların da olmadığı gibi. Örneğin, yatılı okulda öğrencileri “turta”yla ödüllendirirler, bu bize okulun nerede olduğu hakkında bilgi vermez. Yazarın bunu özellikle yaptığını, engelliliğin bireyi toplumdan kopartabileceğini, kültürel ve sosyal bağların farklı algılanabileceği üzerinde durduğu için özellikle böyle yazdığını düşünebiliriz. Romanda sadece Borges’in ölüm yeri olan Cenevre ile doğum yeri olan Buenos Aires var ama bu iki şehrin de adı geçmiyor; sadece mekân olarak anlatıldığından anlıyoruz. Tek gerçeklik olarak doğduğu ve öldüğü yerleri vererek romanın da başını ve sonunu bir gerçekliğe, bir mekân ve zamana bağlıyor ama bu iki zaman arasında sonsuz boşluk hissediyoruz. Aynı roman kahramanının hissettiği gibi bir kaybolma duygusu. n 6 31 Ocak 2019 KItap
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear