Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Bir ruhun otopsisi Özge Lena, “Otopsi”de bunalımlı bir kadını anlatıyor: Sevmediği bir adamla evli, istemediği bir çocuğu doğurmuş ve benimsemediği bir işte çalışan kadının tek arzusu yazar olmak; kendisini Kuzey’de kar fırtınasının ortasında izole olmuş bir taş eve kapatıp hikâyesini yazmaya çalışıyor. F ransız feminist yazar, felsefeci ve tarihçi Elisabeth Badinter “Kadınlık mı? Annelik mi?” (Çev: Ayşen Ekmekci, İletişim, 2011) adlı kitabında, son otuz yılda değişen annelik konusunu ele almış ve büyük yankı uyandırmıştı. Kusursuz anne olmayı hedef hâline getiren günümüz medya ve siyasetine karşı bir savaş açmıştı âdeta. Kadının toplumsal rollerinin kapitalizm ve muhafazakâr siyasetçiler tarafından nasıl yönlendirildiğini zaten biliyorduk, yirmi birinci yüzyılda bunlara bir de doğa korumacılığı adı altında yeni bir baskı daha eklenmişti. Badinter kitabında bu abartılı ekolojik yansımaların toplumsal etkilerini anlatıyordu. Badinter aslında ilginç bir kadın: 1944 doğumlu yazar, babasının kurduğu reklam şirketinin yöneticisi ve Fransa’nın en varlıklı kadınlarından biri. Ayrıca Mitterand’ın Adalet Bakanı olmuş Robert Badinter’in de eşi ama onu daha çok medyada yarattığı kadın hakları ve türban tartışmalarıyla tanıyoruz. Annelik konusunda özgürlüklerin gerilemesine neden olan üç eğilimden söz ediyor Badinter. Bunlardan birincisi, daha ekolojik bir hayat özlemiyle sunulan ilkel yaşam tarzı; ikincisi hayvan davranış bilimlerinin anneliğe yüklenmeye çalışılması; sonuncu olarak da öze dönüş hareketi olarak sunulan abartılı emzirme dönemi ve ilaçsız doğal doğuma övgü. Yazar, bu akımların sadece iş dünyasında kendine yer edinmeye çalışan kadına değil, kusursuz annelik imgesi yüzünden başarısızlık duygusu altında ezilen tüm kadınlara zarar verdiğini öne sürüyordu. YENİ PATRON ÇOCUK Badinter, geniş bir açıdan toplumsal eleştiri sunuyor kitabında, baba ve koca otoritesinden kurtulduğunu sanan kadın yeni bir efendinin, yani doğurduğu bebeğin, hizmetine girdiğinin farkına varmıyordu. Gerçekten de bebek imparatorluğu, varlıklı toplumların varlıklı vatandaşlarının tüketim, eğitim, sağlık, çalışma koşulları, aile düzeni ve cinselliğini etkileyen bir unsur olarak da görülebilirdi fakat annelik konusunda öylesine güçlü bir tabu yaratılmıştı ki bunu dile getirmek kolay olmuyordu. Badinter, aslında Amerikan tarzı Özge Lena anneliğe karşı çıkıyordu ama yine de tutucu kesimlerden ağır eleştiri aldı. Bazıları onun hamilelere sigara ve içki tavsiye ettiğini söyleyerek karikatürize etti, bazıları da anneliği inkâr etmekle suçladı. Aslında çocuk ve torun sahi bi 74 yaşında bir kadın Badinter. Sarsıcı tartışmalar yaratması toplumsal baskıların çeşitliliğini bir kez daha ortaya koydu. Medya, sinema, televizyon, basılı yayınlar, reklamlar, dergiler vb. hep tek kadın tipi üzerinden yola çıkarak doğru annelik örneği sunuyor. Sinsice bütün alanları işgal eden bir dünya görüşü çıkıyor ortaya ve kadınların buna karşı direnmesi olanaksızlaşıyor. Ayrıca anneliğin “kutsallığı” deyiminin tutucu politikacılar tarafından nasıl kullanıldığını yıllardır görüyoruz. Bu hafta okuduğum Özge Lena’nın Otopsi (Can, 2018) romanı, Badinter’in kitabını düşündürdü yeniden ve bu yüzden yazıya Badinter ile başladım. Otopsi’de yazar bunalımlı bir kadını anlatıyor: Sevmediği bir adamla evli, istemediği bir çocuğu doğurmuş ve benimsemediği bir işte çalışan kadının tek arzusu yazar olmak. Kendisini Kuzey’de kar fırtınasının ortasında izole olmuş bir taş eve kapatıp hikâyesini yazmaya çalışıyor. Ev git gide karlara gömülürken kadın daktilonun başında yazıyor. Metin iki farklı fontta basılmış bölümlerden oluşuyor.Biri kadının içinde bulunduğu ortam; yazı masasında daktilo başında çalışan kadın, öteki ise kâğıda yazdıkları. Aslında anlatacak ilginç bir hikâyesi yok kadının. İlerleyen sayfalarda kendine biçilen rollerin dışına çıkmayı başaramayan, sürekli ezilen ve ağlayan bir kadın olarak görüyoruz onu. Hayatını değiştirme gücüne ya da cesaretine sahip değil ve asıl burukluğu bundan kaynaklanıyor. “…içten içe biliyor. O aslında ‘ğ’ harfi. Asla bir kelimenin başı olamayacak. Tek başına hiçbir anlamı yok (…) Kadının bir kimliği yok. Kimlikleri var. Sahte benlikleri. Üzerine yapışan kimliklerden, etiketlerden, maskelerden sıyrılmayı aklına bile getirmiyor. Kadın artık yapay bir yanılgı. Ailesinin, işinin ve herkesin ona dayattığı her şeyi kabul ediyor, hepsine boyun eğiyor.” MEDEA Edebiyat tarihinin en korkunç kadın kahramanı kuşkusuz Medea’dır. Euripides’in Medea’sı, cadılardan ya da Lady Macbeth’ten bin kat beterdir çünkü kendisini aldatan kocasından intikam almak için çocuklarını öldürür. Lena’nın kahramanı da Medea’ya benziyor. “Evlenerek yaptığı hatanın, çocuk yaparak karesini aldı (…) kendine acıyarak ve çıldırarak ağlıyor. Çocuğunun ölmesini dileyerek.” Bir türlü sevemediği kızının ölümünü çok kereler diliyor “… ağlayarak tüm yaşamını talep eden, her şeyini istila eden, benliğini mahveden bu ufak yaratığa karşı bir yakınlık hissedemiyor bir türlü” diye açıklıyor duygularını. Ayrıca kocasının ölmesini de çok kereler arzuluyor. Ona göre çoğu kadın bu arzularını söze dökmekten çekiniyor, yalan söylüyor. Tam bu noktada Badinter’in öne sürdüğü annelik eleştirilerini dile getiriyor Lena ama böylesine sarsıcı bir temanın temellerini hissedemiyoruz romanda. Anlatı hep benzer duygular üzerinden ilerliyor. Depresyon, intihar girişimi ve kıskançlık krizleri hep aynı mutsuzluk kaynağından çıkıyor. Hayatında tezat yaratan başka duygu yok kadının. Fiziksel acı çekiyor, dudaklarını kanatıyor, elleri acıyor ve çok sık ağlıyor. Çevresinde sevdiği kimse yok, olanların da ölümünü arzuluyor, aynı kendi ölümünü arzuladığı gibi. Neden bu duyguları taşıdığı ise okura yansımıyor. Metin tek sesli bir anlatıya sahip olduğu için okurdan duygu desteğini bulamıyor. Metinde genelde bir romandan beklediğimiz diyalog, betimleme, gerilim, şaşırtma, karakter analizi yok, sadece özetleme tekniği kullanarak yazılmış bu da gelişmiş duyguları anlatmak için yeterli olmuyor. Lena’nın muhtemelen ilk romanı, biyografisinde çeşitli dergilerde öykülerinin çıktığı yazıyor ama ben daha önce okumamıştım. İlk romanları fazla sert eleştirmemek gerekir diye düşünürüm ama bu kadar kısa bir metin için fazla tekrar var. Bazı hatalar da ilişti gözüme, örneğin “Şu an dünyanın Kuzey Yarımküre’sinde sabah olabilirdi” gibi. n 6 10 Ocak 2019 KItap