25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

6.27 Treni JeanPaul Didierlaurent, “6.27 Treni”nde kitap sevgisini yoğun hissettiriyor. Romanın başkarakteri Guylain hayatını, yitirilen güzelliklere karşı bir direniş şeklinde yaşıyor. Dünyada her gün kaybedilen onca güzellik için yazılmış bir övgü, belki bir anma. Nesli tükenen güzelliklere bir saygı duruşu. D ünyada her gün yüzlerce, hatta belki binlerce yeni kitabın basıldığı çağda, bir yazarın ilk romanıyla edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmesi kolay değil. Kuşkusuz Batı dillerinde yazanlar için durum daha avantajlı ama Fransa’da 2014’te yayımlanan 6.27 Treni (Çev.: Aysel Bora, Can Yayınları) romanının başarısı, reklamcılıktan yazarlığa geçen JeanPaul Didierlaurent’ı bile şaşırtmış. Roman, yılın en iyilerinden biri seçilip birkaç ödülle onurlandırılınca ilgi doğal olarak artmış. Hemen başta söyleyelim, hepsini hak eden bir ilk roman. 6.27 Treni’nin başkahramanı Guylain Vignolles, harflerle oynandığında “hain kukla” anlamına gelen komik adı yüzünden, zor bir çocukluk geçirir. Duyarlı ve ince ruhlu Guylain, saldırgan ve duyarsız dünyada içine kapanmış, yalnız yaşayan otuzlarında bir gençtir. Kitapları çok sever ama kâğıt geri dönüşümünün yapıldığı bir şirkette çalıştığı için sevdiği kitapların her gün yok edilmesine tanık olur hatta katkıda bulunur. Kitapları önce dişleriyle parçalayan, ardından asitle hamur hâline getiren dev makineden “Şey” diye söz eder. GÜNLÜĞÜN SAYFALARI Guylain’in hayatta iki dostu ve bir kırmızı balığından başka kimsesi yok. Doğduğu kasabadan uzakta yaşadığı Paris’te, işe her gün 6.27 treniyle gider ve bir gün önce işte parçalanan kitaplardan birkaç sayfa kurtarıp onları trende kendisiyle birlikte yolculuk yapanlara okur. Bunlar rastgele sayfalardır. Bazen bir yemek kitabından kopartılmış çorba tarifi, bazen bir şiir kitabından yarım bir şiirdir ama her gün başı sonu olmayan sayfaları yüksek sesle okuyarak biraz vicdanını rahatlatır biraz da sonsuza dek unutulacak bu kitapların unutulmamalarını sağlar. Bir gün yine banliyö treninde her zaman oturduğu koltuğun altında bir taşınabilir bellek bulur. Evine gider gitmez USB’yi açıp içindekileri okumaya başlar. Julie adında bir genç kadının günlüğüdür bu. Julie günlüğünde, işinden, bilge halasından, en yakın arkadaşı kuaför JeanPaul Didierlaurent Josy’den, beyaz atlı prensi bekleyişinden söz eder. Guylain okudukça Julie’yi merak etmeye ve zaman içinde kadına âşık olmaya başlar. Roman bundan sonra Guylain ile Şey’in hain dişlilerine bacaklarını kaptırmış, şimdi tekerlekli sandalyede hayatını sürdüren arkadaşı yaşlı Guiseppe’nin dedektiflik yaparak Julie’yi arama sürecidir. Bu arada belki yeniden aynı trene iner umuduyla, artık kopartılmış kitap sayfaları yerine her gün Julie’nin günlüğünden parçalar okumaya başlar yolculara. MAKİNELERİN RUHU Didierlaurent’in yarattığı dünyada makineler canlı gibi; kendi iradeleriyle dünyanın kötülüğünü ve duyarsızlığını artırıyor. Şey’in kitapları nasıl yuttuğunu “(e)tçil bir bitkinin, üreme organının kokusuyla sinekleri çekmesi misali, huni de onları kendine çekiyordu” diye anlatıyor. Aynı şekilde kitapları taşıyan ve Şey’in ağzına bırakan ruhsuz kamyonlar da canlı gibi; “otuz sekiz tonun verdiği güçle” dünyayı umursamayan tavra sahipler. Roman boyunca hem dünyanın makineleşmesine hem de bu makinelerle çalışmanın insanların ruhlarını nasıl yıprattığına sık sık değiniyor yazar. “Şey’in belki de basit bir makineden daha fazlası olduğu ve o bedbaht fareler gırtlağına tırmandığında, gecenin bir yarısı kendi kendine çalışmaya başladığı” şüphesini taşıyor kahramanlar. Cansız nesneleri canlandırma sadece kötü anlamda yer almıyor Didierlaurent’in kurgusunda, bacaklarını kaybetmiş Guiseppe’nin kullanılmayan terlikleri de “ayaklara kavuşmaktan memnun olmuşa benzeyen iki öksüz” olarak betimleniyor. İnsanlar da bu nesneleşmeden nasiplerini alıyor. Tuvalet temizlikçisi olarak çalışan Julie, tuvalete gelenler için “onun gözünde, ben sadakasını fırlattığı porselen tabaktan azıcık fazla bir şeyim” diye anlatıyor insanların bakışını. Guylain de kendini en bunaldığı anlarda küçük akvaryumu içinde dolanıp duran kırmızı balığı ile özdeşleştiriyor. “Başı yastıkta, Guylain, Rouget’nin akvaryumunda dönüp durmasına bakıyordu. Böyle hiç bıkmadan dönüp dururken hangi hayali kovalıyordu acaba? Kendi yüzüşünün bıraktığı ize başını daldırarak kovaladığı kendisi miydi yoksa? Birkaç günden beri Guylain de sadece bir yanılsamanın peşinde koşuyor olmaktan korkuyordu. Tıpkı Rouget’nin, sudaki tek bir izin varlığıyla, akvaryumunda bir yabancının olduğuna inanıp gün boyu onun peşinden sürüklenmesi gibi onun da Julie’nin gerçekten var olduğuna inanmasının tek sebebi yazdıklarıydı.” Bütün bu ruhsuzluklar tabii aşkla başka bir boyuta geçer. Birden dünya başka bir parlamaya, gezegen aydınlanmaya, havuzlar ayrı bir melodiyle şırıldamaya başlar. Guylain’in iç sıkıntısının dağılmasının anlatıldığı satırlar romanın da en güzel bölümleri. JeanPaul Didierlaurent bu küçük romanda kitap sevgisini yoğun hissettiriyor. Guylain hayatını, yitirilen güzelliklere karşı bir direniş şeklinde yaşıyor. Dünyada her gün kaybedilen onca güzellik için yazılmış bir övgü, belki bir anma. Nesli tükenen güzelliklere bir saygı duruşu. n 6 31 Ağustos 2017 KItap
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear