05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

>> özellikle öykü yazma isteği doğuran hâller, izlenimler, tanık olduklarım, kulağıma çarpan, gözüme ilişenler genellikle gündelik hayattandır. Tematik derlemeler için yazdığım öykülerde bile kâğıdı kalemi elime alıp bir şeyler karalamaya başlamam gündelik hayattaki bir ânın etkisiyle olmuştur. Şüphesiz bir yandan kafamın gerisinde alttan alta o temayla zihnim meşguldür ama o temanın ete kemiğe bürünebilmesi ancak gündelik yaşantıyla arasında bir temas kurabildiğimde mümkün oluyor. Şunu da eklemek isterim. Çok zaman göstermek istediğim bir resim ya da toplumsal manzara olmuyor, baştan bir çerçeve çizip içini doldurmuyorum. Gündelik hayattan bana çarpan bir şeyin öykü yazarak peşinden gitmeye çalışıyorum. Peşinden gidip büsbütün kavramak, önünü arkasını çepeçevre kuşatmak, altında üstünde ne varmış görmek de değil derdim; içeriyor ya da gizliyor olabileceklerini didiklemek. İkna edici mi, diye soruyorsunuz? Çok yerinde bir soru. İkna edici olmadığında daha güzel öyküler çıkıyor sanırım. Bizi büsbütün ters köşeye yatırmasın, hiç ikna etmemiş olmasın, böylesi oyunlar kurmayı pek yeğlemiyorum ama tam biz ikna olabilecek gibiyken bir şeyin fikrimizi çelivermesi ya da hiç ikna olamadığımız bir anda aklımızın yatar gibi olması hoşuma gidiyor. Bu gelgitli hâlin öyküye çok yakıştığını düşünüyorum. n Yolun Gölgesi’ndeki öykülerin en kuvvetli ortak teması göç, yersiz yurtsuz kalma, terk etmeye zorlanma... Berna Moran’ın “Edebiyat doğrudan toplumsal gerçekliği ve toplum olaylarını anlatmasa dahi toplumsal yapı ile ilgili olmak, ondan etkilenmek durumundadır” sözlerine katılıyor musunuz bu bağlamda? Özellikle bu kitap ve “göç” sorununu dikkate alarak soruyorum... n Yerinden yurdundan edilmek günümüz dünyasının temel sorunlarının başında geliyor. Bununla sadece mültecileri kast etmiyorum. Kuşkusuz onlar bu sorunu en derinden, en can alıcı biçimde yaşayanlar. Onları hor görüyor, istemiyoruz, günah keçisi ilan edip bütün sorunların, onların başının altından çıktığını düşünerek kendimizi rahatlatıyoruz. Bazen daha beter bir pozisyon alıyor, onları bizzat yaşadıkları yerden uzaklaştırdığımızda kendi rahatımızın, huzurumuzun sağlanacağı yalanına inanıyor ya da sarılıyoruz. Onların yola düşmesinin (ya da yola devam etmesinin) bizi rahata erdireceğini sanıyoruz. Oysa hiç farkında değiliz ama onların düştükleri yolun gölgesi bizim üzerimize de vuruyor. Onların başına gelenlere yüzümüzü çevirsek, gözümüzü mecazi ve sözlük anlamıyla yumsak bile neler yaşadıklarını, yaşayacaklarını biliyoruz. “Evlerden ırak” diye bir söz var, gezegende milyonlarca insan evlerinden ırak düşmüşse artık hiçbir şey kimse için evlerden ırak değil, üstelik daha beteri bizim seçimlerimizin de basbayağı etkisi var başkalarının yaşadığı trajedilerde. Yolun Gölgesi’ndeki öykülerde, bir ya da ikisi dışında, yaşanan trajedileri anlatmaya değil, başkalarının yaşadığı trajedilerin bizim üzerimizde nasıl bir etkisi olduğu sorusuna odaklanmaya çalıştım, hatta belki bir derece daha öteden bakmak istedim. Başkalarının trajedisine tanık olup onlar için bir şey yapamamanın acısını duyan birinin ruh hâline tanık olmanın, ona yakın durmanın. Berna Moran’ın vurguladığı nokta çok önemli toplumsal yapıdan çok farklı biçimlerde de etkileniyoruz, bazen de etkilenenleri görünce etkileniyoruz. Edebiyat insanı araştırdığı için onun da etkilenmemesi mümkün değil. “HAYAT SADECE BİZE AİT DEĞİL” n Yurt, kimlik, kök... Edebiyatın en temel meselelerinden biri mi sizce de? Ya da sizin edebiyatınızdaki nasıl bir yer kaplıyor? n İnsanlar yurtlarından sürülüyor, kimlikleri inkâr ediliyor, köklerinden kopup savruluyorlar; onlar için yurt, kimlik, kök başat meseleler. Edebiyatın, insanın başat meselelerinden uzak durması beklenemez. Uzak durmayıp çözüm getirmez kuşkusuz, bu meselelere insanların dikkatini çekmek gibi bir misyonu da yoktur, olmamalıdır, böyle bir misyon o metni edebi olmaktan çıkarır ama başka bir iş görür, görebilir edebiyat. Gezegendeki her şeyin birbiriyle bağı var, hayat dediğimiz şey sadece bize ait olup da başkalarında olmayan bir şey değil ama biz, ne tuhaftır ki kendimizi çok zaman bağsız, bağlantısız hissediyoruz, içimizi derin bir kopukluk duygusu kaplıyor. Bizi önce kendimize (kendimizden de kopmuş gitmiş hâldeyiz), sonra da başkalarına ve giderek gezegenin bütününe bağlayacak bir kavrayışın edebiyatla mümkün olabileceğine inanıyorum. Bazen bu kopukluğa duyulan yasın ifadesidir edebiyat, bazen de bu bağın varlığını sezer gibi olduğumuz anlarda parlayıveren ışıltıdır. n Bir yandan çocuk ve gençlik kitapları da yazıyorsunuz; burada durum nasıl? Az önce konuştuğumuz meselelerin yansıması nasıl oluyor bu tarzdaki kitaplara? n Bu konuştuklarımız güncelliğini, yakıcılığını sürdürdükçe her yere gölgesi düşecektir, çocuk kitapları da bundan muaf değil. Geçen sene yayımlanan Çantasızlar Kampı’nda kentsel dönüşüm meselesine de değen bir hikâye anlatmaya çalıştım. Bu da bir yerinden yurdundan edilme meselesi değil mi? Şehirler hızla değişirken biz hiç yerimizden kımıldamasak bile kendimizi yerimizden yurdumuzdan edilmiş hissetmiyor muyuz? Ya da eski binaların bahçelerini yurt edinen kediler, köpekler bu binalar yıkılıp yenilendiğinde nereye gidecek? n Son olarak şunu sormak istiyorum: Her kitabın okurunda bıraktığı bir iz vardır. Peki Yolun Gölgesi nasıl bir iz bıraktı sizde? n Kitaptaki öyküler söyleşinin başından beri konuştuklarımızın bende bıraktığı izlerin etkisiyle, itkisiyle yazıldı. Bunları yazmak, itiraf ediyorum, yazıldığı günlerde o izlerle baş etmeme yardımcı oldu, birazcık da olsa. n Yolun Gölgesi / Behçet Çelik / Can Yayınları / 136 s. KItap 1711 Mayıs 2017
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear