05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

ğin güçlükler barındırdığını gösterirken bu yönde bir izlek takipçisi olduğunu da ortaya koyuyor aynı zamanda. Çünkü “içsavaş”lar, “devrimler”, “[v]ahşi ve kör sarhoşluk anlarıdır” (s. 69) bir bakıma. Bu nedenle hep “endişe” (s. 81) ile geçen ömür sürüyor denebilir öykü kişileri. D Dünyayı öyküyle kuşatmak... Dünyanın her köşesinde yazılmış ya da yazılmakta olan öyküler, bitki, hayvan çeşitliliği dağılımına benzer zengin yayılış, birbirinden farklı yapıda açılım sergiliyor. Dünya, bu haliyle ilginç bir öykü müzesini andırıyor aslında. Kaleme alınan öyküler ise bu müzede kendilerine yer bulurken dünyayı kuşatıyor. A.S. Byatt, Matisse Öyküleri (Çev.: Ayşe Nihal Akbulut, Can, 2014) başlığıyla, Matisse’le onun resimleriyle ilintili birbirinden ilginç üç öykü sunuyor. Bir kadınla berberin Matisse resminden kaynaklanan ve giderek bir yaşam serüveni kılavuzuna dönüşen ilk öyküde, berberin sorusuna kulak kabartmamak elde mi: “Sanat denen şeyi nasıl öğrenebilirim ben?” (s. 19). Ya “sanatçı aile” (s. 43) nasıl olur peki? Karakterler aracılığıyla olaylara tanıklık yapılırken bir açıdan sanatla ilişkilenişin farklı boyutlarına sızılarak bu bağlamda artalana açılan geçenek de oluşturuluyor. Renkler, desenler, imgeler, biçimler bizi buraya doğru sürüklüyor hep. Bir yanı sanatta bir yanı kadında olan öyküler de denebilir ama bunlara. Nitekim Byatt’ın farklı bir biçemle kurduğu anlatı, metnin sağladığı yabancılaştırmayla okuru, bir düşünce dağdağasının içine atıyor. Katherine Mansfield gibi iç ezen kısacık yaşamıyla Irène Némirovsky’yi okur, Pazar Günleri’nde (Çev.: Ebru Erbaş, Can, 2013) yer alan on dört öyküsüyle tanıma fırsatı yakalıyor. Némirovsky’nin karakterleri, içlerinde gezinen kişileri de koluna takarak bu evrende yol alıyor bir bakıma. Yazar, kuşakların, çatışmalara dayalı sınıfsal, ekonomik, toplumsal vb. beklentilerini aktarırken bireyin mutluluğunun, bu engellerin aşılmasıyla ortaya çıkacağını duyuruyor okura. Bu arada özellikle on beşyirmi yaşlarındaki yeniyetme ya da genç kızların bakışıyla aşkın, mutluluğun, bunlara dayalı evlili ünyamızda yapılıp edilenler kimin yüzünü güldürüyor, söyler misiniz? İnsanoğlu durmadan çoğalır ama bu arada milyonlar açlık, susuzluk, doğa kırımı nedeniyle yok olurken; savaş, terör, şiddet, taciz, çocuğa, kadına, gence yönelik suç, kazanma hırsı, hastalıklı iktidar tutkusu bir lağım taşkını halinde dünyaya yayılırken… Dönüp dolaşıp Shakespeare, Molière çağına mı varıyoruz yine? Oysa bir de Yunus çağı var yaşanan, “Mal da yalan, mülk de yalan” denilmişliğiyle… Bunları bir yana bırakıp hayal kuralım gelin. Doğu’dan Batı’ya her coğrafyada insanlar doğanın bağrına yayılıp açmış kitaplarını öykü okuyor sere serpe, bundan güzel manzara olur mu sözgelimi? Japonya’da örneğin Kenzaburo Oe (d.1935), Yeni Zelanda’dan başlayıp İngiltere ile Fransa’da süren okumalarla Katherine Mansfield (18881923), Mansfield’in ardından İngiltere’de A.S.Byatt (d.1936), Fransa’da Irène Némirovsky (19031942), Avrupa’ya geçtiğimize göre Macaristan’da Péter Nádas (d.1940), sonra ver elini kıta Amerika’sı, orada da Edgar Allan Poe (18091849) öyküleri… İşte size, dünyayı çepeçevre kuşatacak bir öykü çemberi! Poe ile Mansfield, gerek özgün kitapları gerekse pek çok seçkide yer alan öyküleriyle Türkçede yaygın bir tanınmışlığa sahip. Nitekim bu iki yazarın kitaplarında okur, bildiği kimi öykülerle de karşılaşabilir. Ama ötekiler arasında, kitapları yeniden baskı yapmış, başka yapıtları yayımlanmış olanlar kadar yenice tanınan yazarlar da var. Hadi şimdi bu bir avuç yazarın yeni yayımlanan öykü kitaplarına göz atıp dünyayı öyküyle kuşatmaya girişelim birlikte… okur önüne çıkarmayı başarıyor. Aç karınların pirinç lapasıyla yatıştırıldığı bir toplumsal gerçeklik üzerinde yükselen “Kurbanı Beslemek”teki anlatıcı şöyle diyor: “Uzak bir ülkede, koyun sürülerini, biçilmiş taze çimenleri önüne katıp götüren bir sel gibiydi savaş, asla bizim köyümüze uğramayacağını sandığımız” (s. 64). Ama savaş her an bizimle… Bu öykülerde insanın insanla savaşı kadar kendisiyle savaşı da geniş yer buluyor kendisine. Katherine Mansfield’in Bahtiyarlık ve Diğer Öyküler (Çev.: Nihal Yeğinobalı, Can, 2015) adlı yapıtında toplam on dört öykü yer alıyor. Çehov, nasıl okuru kucaklayan, karakterlerin sevilecek insanlar olduğunu fısıldayan bir iç ses yayıyorsa öykülerinde, Mansfield de içli bir şefkat duygusuyla sizi bütün bütüne etkisine alıyor her öyküsünün daha girişinde. Aile yaşantısı içinde kadınla erkeğe dönük bakış çerçevesinde artalan döşerken bireyi, özgürlüklerinden alıkoyan yanlar üzerine, karakterleri kendi gizemleriyle farklı açılımlarla getiriyor önümüze. On yıllar sonra Alice Munro öykülerini okurken de aslında Mansfield’i anımsadığımı düşünmeden edememiştim doğrusu. Bu arada Çehov gibi tıpkı Mansfield’in kişileri de çizgisellikten uzak, birer oyun karakteri havasında geziniyor anlatılarda. Nitekim “Bahtiyarlık”ta öykü kişisi apaçık söylüyor bunu, “nasıl bir Çehov oyununu çağrıştırdıklarını!” (s. 120). A.S. BYATT Irène Némirovsky gibi Péter Nádas’ın Ölümle Baş Başa (Çev.: Gün Benderli, Can, 2013) adlı öykü kitabı da “Can Öykü Şenliği” dizisinde yayımlanmış. İnsanda derinlere işlemiş, yılgıya yol açan bir korku söz konusu öykülerde. Neredeyse insanı bir başka varlığa dönüştüren güce sahip bu “güven” boşluğu. Yazarın kurduğu artalan, okuru, bilmediği bir toplumsal gerçekliğin içine götürüyor adım adım. Bu artalanda toplumun birbirine güvensizliğiyle yüz yüze geliniyor. Sonra kazanmış gibi görünenin aslında her adımda yenilgiye uğradığı, yenilenin de her adımla birlikte masal devi gibi yeniden doğrulup, bunların sürekli beslenerek toplumda, “bilinci(n) altında bir yerlerden gelip öne çık(tığı)” (s. 52), korkuya dayalı bir güvensizliğin egemen hale geçtiği görülüyor. O halde “beden”i anlamak için “[r]uhun belleği”ne de (s. 156) göz atmak gerekecektir. Edgar Allan Poe’dan “Seçme Öyküler” alt başlığıyla yayımlanan kitap, Kuyu ve Sarkaç (Çev.: Nazire Ersöz, Can, 2014) bir seçki. Poe ile öykü yan yana getirildiğinde bir ana damar olarak dünya öykücülüğüne kazandırdığı farklı açılımlar nedeniyle ne çok şey söylenebilir. İnsan aklının, sınırlarda gezinen uçlara dönük tutkusunu destekleyici öyküler olarak da bakılabilir bunlara. Poe’nun öyküleri okunurken “Kuyu ve Sarkaç”taki anlatıcının sözleri de anımsanabilir bu arada bir çalım: “yasaklanmış şeylerle uğraşan bir hafızanın cinneti” (s. 191). Gerçekliği kurmaca yoluyla yeni baştan yapılandırıp bunu, şaşmaz bir matematiksel kurguyla gerçekliğin temeline koyabilen yazar sayısının ne kadar az olduğu göz önünde tutulursa Poe’nun bu başarısı daha iyi anlaşılacaktır herhalde. Poe’nun kitabındaki ilk öykü, “Şişedeki Mektup” adını taşıyor. Hiçbir öykünün “şişede mektup” olarak alınamayacağı, güzelim dünyayı çirkinleştiren ne varsa bunların tümüne karşı sığınak olarak değil yalnız, sağlam bir yığınak anlamına geleceği de unutulmamalı. Öyküye devam o halde… Bu tuhaf çağda insanlığı kurtaracak etkinliklerin arasında, her zaman olduğu gibi sanat yine başı çekiyor çünkü. n PÉTER NÁDAS EDGAR ALLAN POE KATHERİNE MANSFIELD IRÈNE NÉMİROVSKY Kenzaburo Oe’nin Kurbanı Beslemek (Çev.: A.Volkan Erdemir, Can, 2015) adlı yapıtında üç uzun öykü yer alıyor. Oe, kitaba adını veren öyküsünde doğanın cangılında sıkışmış insana eğilerek onda ortaya çıkabilecek farklı yanlar üzerinde duruyor. Bu bağlamda öyküsüyle kimileyin Mişima’nın, David Vann’ın, Faruk Duman’ın anlatıları arasında bağlar kurulabilir. Oe, söz konusu öykülerinde, insanı, bütün giyindirilmişliklerinden soyundurup büyük anlatı ustalığıyla onu çırçıplak KENZABURO OE 22 21 Ocak 2016 KItap
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear