Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Sezgin Kaymaz’dan “Deccal’in Hatırı” ‘Cinsellik ruhun organıdır, koparıp atarsanız ağrır’ Sezgin Kaymaz’ın yeni romanı “Deccal’in Hatırı”, Sevinç Kuşları üçlemesinin ilk kitabı. Aşk ve ölüm üzerine rengârenk, şiddetli, hüzünlü “acayip” bir roman. Delidâhi doktorlar, polisler, “mafyacılar”, “homoseksüalist”ler, transseksüeller, orospular, komünist abiler, rantiyeler... İlaveten, “insaniyet meselesinde orospuluğu olsun, ibneliği olsun mesele yapmayacak kadar insaniyetli” Deccal. Hatta, Freddie Mercury bile araya giriyor bir yerlerde. Özetle “ruhuna kakıştırılan ezberi reddeden, kendi repliğini yazabilen” kahramanlar. Kaymaz, son romanında öyle “fantastik” âlemlerden bildirmiyor. Ama bu, kahramanlarının “fantastik” özellikleri olmadığı anlamına gelmesin. Roman fena halde gerçekçi, hatta toplumcu gerçekçi bile sayılabilir. Aynı zamanda da “mistik.” Kaymaz’la kitabı üzerine sohbet ettik. r Türey KÖSE liminde donup kalan çocukluğundan geliyor ve bütün ölümcüllüğüne rağmen kolunun uzandığı her yere fisebilullah serpip döküp saçtığı sevinçten. Sertliği ise “Öz amcam bana bunu yaptıysa kim kime neler yapmaz?” şüpheciliğinden geliyor gibi ve bir biçimde, her bir insanın güç yetirdiği her bir diğer insanı fırsatını bulduğu anda kendi emrine zevkine, hizmetine inanışına âmâde bir yaratığa çevireceğini görme bilgeliğinden. Bu yüzden kendisi olmakla yetinip ötekilerin hayatlarına bulaşmayanlarla başı hoş Deccal’in. Onlara gülümsüyor sağ gözüyle. Enteresan bir adam, evet. Ben de tam çözemedim henüz. Ne yaparsınız, bir Deccal kolay yetişmiyor. Ben bu kitabı büyük bir aşk romanı gibi okudum. Siz nasıl görürsünüz? “Aşk romanı” yakıştırması büyük iltifat. Keşke olmuş olsa. Bari bir ta iye “üçleme” oldu? “Sevinç Kuşları” ve “Deccal.” Bu sözcükler yan yana zor gelir gibi geliyor ama gelmiş. Kitap üç tane bir’den oluşan bir üçleme, üçü de kendi halinde birer roman ama üçü bir araya geldiğinde bir başka roman. Yazmaya başladıktan sonra gerisine karışamadığım için zaman zaman oluyor böyle kazalar; her köşeden bir kahraman çıkıyor, iş büyüyor, onlardan da çıkıyor benden de. Mecburen yazmaya devam ediyorum çünkü onlar oynamaya devam ediyor. Yoksa harfleri bol bulduğumdan değil. İsevi inanışa göre Deccal, bizi kışkırtacak, ayartacak, dünyevi yolun sonuna götürecek olan. Tüm inanışlara göre de yolun sonu başından yazılmamış mı? O halde Deccal kışkırtıcı falan değil, görevli. Gittiğimiz son durakta bir elimizi belimize koyup bir elimizle de onu gösterip “Ama o kışkırttı” dediğimiz zaman, “Kışkırmayaydın!” diyecekler, gık diyemeyeceğiz. Romanda Deccal bazılarını kendi kıyametlerine götürüyor, evet ama kimse onun davetine icabet ettiği için gitmiyor, başka, daha büyük bir Deccal’ın hükmü altında o gidenler. Onun davetine uyuyor, buna çarpılıyorlar. “NE YAPARSINIZ, BİR DECCAL KOLAY YETİŞMİYOR” Sizin Deccal’iniz “Robin Hood’la Prens John arası, iyiyle kötünün arasında duran” çekici bir karakter. Resmi adı “Celal” de bu ikiliği anlatmıyor mu? Bir yandan “şiddetli”, diğer yandan “büyük, ulu.” İyi ile kötü arasındaki mesafe o kadar kısa mı? Deccal her ne kadar Deccal olmayı kendi seçmeyen Celâl gibi görünse de bana sanki bin defa daha dünyaya gelse Deccal olmayı Celâl olmaya yeğleyecek bir Celâl gibi görünüyor. Çekiciliği, amca zulmüne çarpıldığı o zaman diS A Y F A 1 2 n 2 7 N necik bir aşkın romanını yazabilmiş olsam ama nerdee? Kim yazabilmiş ki? Mevlânâ bile pes etmiş de “Aşkı tefsir et desek, aciz beşer/ Aşkı etse etse aşk tefsir eder” demiş. Muazzam bir kişilik devrimi aşk. Kendinden çıkıp başkasında yaşama, hürriyeti esarette bulma, belki de hiç açılmayacak bir kapının eşiğinde çöküp yüz bin sene bekleme hali. Bunu nasıl anlatacaksın? İlk kez bir romanınızda cinsellik bu kadar geniş yer tutuyor. “Aşkın cinsiyeti olmaz” derken heteroseksüellerin yanısıra gayler, lezbiyenler, trans bireyler giriyor romanınıza... Herkesi olduğu gibi yazdım ben; hiçbir şeylerine karışmadım, müdahale etmedim. Aşksa aşk, cinsellikse cinsellik. Bir kazada bir organınızı kaybederseniz vücudunuz ve ruhunuz bunu kabul etmekte zorlanır. Kopan parmağınız kaşınır mesela, ampute edilmiş ayağınıza kara sular iner. Zaman zaman da o olmayan organınız felaket ağrır. Buna tıpta fantom ağrıları derler; hayalet ağrı mânâsına. Homoseksüellik eskilerde saçmalık, sapkınlık gibi görülmüyordu; bu paranoyalar sonradan, hegemonların toplum mühendisliği denen ruh tecavüzleri yüzünden icat edildi. “Benim doğru dediğime sen de doğru diyeceksin” dayatması ille de elde kılıçla yapılmalıdır diye bir şey yok. Günah, ayıp, yasak dersiniz, aynı şey. El, kol nasıl vücudun organıysa cinsellik de ruhun organıdır. Koparıp atarsanız hep ağrır. Yok şöyle, yok böyle, yok homoseksüalist, yok kızlı erkekli diyerek sosyal bünyeden koparıp attığınız her can toplumunuzun fantom ağrısıdır aslında. Yapmayın. Herkesi olduğu gibi sevin. O zaman herkes göründüğü gibi olur. “BAŞINI SONUNU BİLDİĞİM BİR ŞEYİ NİYE YAZAYIM?” Epigraflarda yine Mevlânâ var. Toplumuzda Mevlânâ ne ölçüde gerçekten kavrandı, ne ölçüde yarım yamalak alıntılarla popülerleştirildi? Hicri üçüncü asırda İslamın muazzez peygamberine atfedilen hadis sayısı bir buçuk milyondan fazlaydı. Oysa zayıf, sahih, gayri sahih, mütevatır, kudsi, kavi, mürsel, müsned vesaire, hepsini toplayıp en ciddi kaynaklara onaylatın, hakikatte beş bin hadis ya var ya yok. Mevlânâ’nın başına gelen de budur. Aferin almak, taraftar toplamak, hava atmak, çok biliyormuş gibi görünmek, duygu insanı sınıfından sayılmak mı istiyorsun, “Mevlânâ demiş kiiii...” diye başla. İnanan çıkıyor. Üzülerek fakat emniyetle söyleyebilirim, Amerika’da Türkiye’de olduğundan daha iyi bilinir bugün Mevlânâ. Bir söz uydurmaya kalkamazsınız çünkü hemen “Dur bakayım, nerede yazıyormuş” derler. Bizde ise “O bir din âlimiydi” diyen softalar o tarafa, “Bizi de görün!” diye yırtınanlar bu tarafa, edebiyatçılar şu tarafa, popülaristler beriye çeker, sufizm düşmanları öteye iteler dururlar Mevlânâ’yı; ona ait olan olmayan milyonlarca söz, gazel, şiir, hikâye, mesnevi, rubai söyleyip uydurarak. Sekiz yüz yıl önce “olduğu gibi” kabul edilmiş bir adam, bugün ne yazık, “kabul edilmek istendiği gibi” oldurulmaya çalışılıyor. Elif Şafak’ın Aşk romanında olduğu gibi. Çok üzücü. “Kurgu” sözünden hazzetmiyorsunuz. K İ T A P S A Y I 1254 Fotoğraf: Necati SAVAŞ “Herkesi olduğu gibi yazdım ben; hiçbir şeylerine karışmadım, müdahale etmedim. Aşksa aşk, cinsellikse cinsellik” diyor Sezgin Kaymaz. Ş U B A T 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T