Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Gürol Sözen’den “Kederi Dağıtan Mavi” ‘Hayatın yalancısıyım, kitabımla günah çıkarıyorum!’ Ressam, yazar ve sanat tarihçisi Gürol Sözen, uzun yıllardan izini sürüp kitaplaştırdığı müze eserleriyle binlerce yılı karşılaştırarak belgesel filmlerini gerçekleştirdiği Anadolu coğrafyasını, ‘sanat ve hayata dair’ notları eşliğinde “Kederi Dağıtan Mavi” adlı denemeanı kitabında okurlara sunuyor. Sözen’le “Kederi Dağıtan Mavi” adlı kitabı üzerine söyleştik. r Gamze AKDEMİR nadolu, İstanbul, kadim tarih, mimari, sanat, estetik ve yağmacı bezirgânlar bir potada. Tarih içinde bir yol hikâyesi Kederi Dağıtan Mavi düpedüz. Hem de nasıl… Tanımladığın gibi Anadolu topraklarındaki kültür, sanat ve toplumsal olgunun izini süren “tarih içindeki bir yol hikâyesi.” Bir ekleme yapayım “tarih” derken 12 bin yılın tortusu da bu yolculuktaki gizem... Kederi Dağıtan Mavi’ye bir aile fotoğrafından kalan toprakların demlenmiş durak yolları da denebilir. Tanık olarak birebir adımladığım doğa; tatlı ve tuzlu sular, ayağımıza takılan bezenmiş taşlar, tabii ki insanoğlunun hallerinin özlettiği bir “mavi” de var işin içinde. Şiiri, şarkısı, coşkusu, sevdası, hüznü, söylenceleri resmetmesi, anıtsal heykelleri, mimarisi ve hayata bakışları ile sarıp sarmalanmış ve “ne halin varsa gör” denip gökyüzüne fırlatılmış bir masaldan arta kalanlar… Hiçbir coğrafya, birbiri peşi sıra gelip bu nimeti yaşamadı, Anadolu coğrafyası gibi. Ne büyük nimet değil mi? Şimdi ki dedimdedilere göre ‘Nimet’ geneleve düşmüş!.. Kepçelerle söküp attığımız bir kimliğin içimizi acıtan sessiz çığlığı mı Kederi Dağıtan Mavi? Belki de “kırk yıl oldu kaynatırım kaynamaz” halleri. Karar, okuyucunun... “TEK DERDİM TANIK OLDUĞUM GİZEMİ ÇÖZMEK” Sorular soran, okura yorum hakkı bırakan, didaktik olmayan bir biçemle yazıyorsunuz. Teşekkür ederim bu tanımın için. Ben aktarıcıyım; şamarı iyi yedim, yemeye de devam ediyorum Uslanacağımı da sanmıyorum! Nedeni de, önce kendi kendime sorduklarım. Bir alışkanlık: İçinden çıkamadıklarım ve birebir tanık olduğum gizemi çözebilmek tek derdim. Ne var ki bu topraklardaki her belge ya da anıt gözünü açarak önce bana yöneltiyor sorusunu. “Ben, binlerce yıldan beri bu gökyüzüne tanık oldum, altında yaşadım, uğruna savaşlar verdim, hissetS A Y F A 6 n 4 lanmış pet şişesiyiz. Yıllar önce, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikolog olarak çalışan dostum, delilerin tedavisine yardımcı olması için yazı ödevi vermiş. Küçük ve buruşturulmuş bir kâğıdı anımsıyorum: “Hayallerin işsizliğine, akıl hastalığı diyorum ben.” Kitabımda soruyorum: “Hayallerimiz gerçekten işsiz mi?” Şimdi, bu tanımı değiştirebilir miyim?” Hayallerimiz çürüğe çıkarıldı artık. ÇİZGİNİN PEŞİNDE BİNLERCE YIL Anları zamanlararası yorumlayarak yazıyorsunuz. Kitabın büyük bölümüne referans alarak işli, bezeli, Tanrılar, uygarlıklar, tarih, sanat. Dev bir kayıp ve antik zaman içinde gövde gösterisindeler adeta. Yazıtların, elyazmalarının, sütunların, bezemelerin, efsanelerin üzerinden ayrı ayrı hikâyelerini anlatıyor. Bu notları nasıl bir simgesel dil kurarak paylaşıyorsunuz? Uygarlıkların derinliğinde öylesine metinler var ki alıp sizi sürüklüyor. İster istemez karşılaştırmalar yapıyorsunuz. Doğadan esinlenip çizgilerle simgeleştirdikleri her şey günümüzde de sürüyor. Buna, çizginin peşinde binlerce yıl bile diyebiliriz. Tanımladığın gibi mermerler, yazıp pişirdikleri tabletler ve parşömenlere kadar öylesine yalın bir dil kullanılmış ki! Ağıt mı, yakınma mı, savaş ve barış metni mi, tanrılarla hesaplaşma mı, sevda sözcükleri mi, buyruklar mı, yoksa masallar mı? Binlerce yıl, dün gibi anlatılıyor. Diğer kapsamlı kitaplarımda da kullanılan bu dil böylesine, kendiliğinden oluştu. Uygarlıklar kopya vermiş olmalı! Her resim şiir gibi her şiir doğadan esinlenmiş ve uygarlıklar bu kumaşı dokumuş. Gılgamış Destanı’nda, “Aydınlığın gücü varsa, karanlık kaçar,” denmiş ve “yolun hikâyesini” onlar yazmış ise bana aracılık düşmez mi? Ben bir aktarıcıyım o kadar ya da yalnız kalmamak için okur ile paylaşmak istedim düşündüklerimi. “KUTSANAN YEŞİL, CEHL KEFENİYLE BİZE HÜKMEDİYOR” Güzelliği kutsanan doğadan da hareketlenen metnin renklerle özellikle de “ölüm fermanı boynuna asılı” dediğiniz yeşil ve mavi olanıyla ve hele ki siyahlailişkisini anlatır mısınız? Bir zamanlar yeşil topraklarımızın da kaynağıydı; suların da. Ana tanrıçayı, Kibele’yi, Artemis’i ve Afrodit’i yaratan topraklarda renklerin boynuna ölüm ilmiğini geçirmekle meşgulüz. Kutsanan yeşil, cehl kefenine sarılmış bize hükmediyor. Aslında yeşilin bu tonu doğada yok. Yeşilin ölümü, beyazın ve siyahın kiri ve karasından uygarlık çıkmaz. Siyah, karalar bağlıyor bugün! Boğaziçi’nin erguvan çiçekleri uygarlığın simgesiydi; binlerce yıldan beri. Farkında mıyız? Fenikeliler, Kleopatra, Truvalı Helen, Büyük İskender, Neron, Bizans soylularının ve Osmanlı’nın “mor” düşkünlüğü yaşayan bir efsane. Hayata aydınlık bakabilmemiz için bir gerekçe. Kederi Dağıtan Mavi’deki umudu yeşertecek cam göbeği mavinin peşine takılmayı öneriyorum. Bu arada bezirgânbaşının duası ile bilim, bilgi, sanat ve onur için de tanrıdan rahmet diliyorum ama “mavi”, nazar değmesin, “tü tü” deyin tek kurtuluşumuz!.. n gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Kederi Dağıtan Mavi/ Gürol Sözen/ Tarihçi Kitabevi/ 280 s. K İ T A P S A Y I 1294 A “TANRILARI BİZLER YARATTIK, HAYALLERİMİZ ÇÜRÜĞE ÇIKTI!” Düş kurucu metinler de okuyoruz. Kişisel an ve anılarla bütünleşerek dışa vuruluyor genellikle. Böyle diyebilir miyiz? Evet, diyebilirsiniz ama sorunuza bir soru ile yanıt vererek: Düşlerin olmadığı yerde uygarlık olabilir mi? Hiç gökdelenlere konan bir kumru, güvercin ya da serçe gördünüz mü? Ben görmedim. Çoktanrılı dönemi yaratanların düşleri olmasaydı görkemli heykeller, resimler ya da günlük hayatın güzellemesi nasıl yaratılırdı? Bir örnek: Günümüzden 2 bin 700 yıl öncesi. Dostum Talat Halman’ın Türkçesi ile Terpandros sesleniyor. Kime? Kendi yarattıkları tanrılar tanrısı Zeus’a. “Zeus sana bir armağanım var/ Şiiri, şarkıyı ben başlattım.” Buyurun bakalım! Kabacası, fazla sesini çıkarma Zeus, seni yaratan benim, diyor. Kitabımda var. Yani siz tanrıları bizler yarattık ve şimdi de yarattığımız tanrılara tapıyoruz. Fazla celallenme diyor. Yani işin farkındalar. Ya bizler? Med ve cezir içinde gidip Gürol Sözen’in yeni kitabında anı ve deneme iç içe, somut kişisel anlarla bütüngelen petrole buleşiyor anlatı. 2 0 1 4 tiklerimi dillendirdim ve resmettim. Sen kimsin?” diyor. Sahi ben kimim bu cavalacoz yaşamın içinde? Kin ve ihanetin yüzünden binlerce yıl boşuna mı geçti? “Güzeli arayış” adına yola düşenler neyi öğrenmişlerdi önce ve günümüzde, altınla tıka basa doldurulmuş küpün üstüne tünerlerken tünemeyi hayal ederken neden yoksuluz hâlâ? Hiç duydunuz mu kara uygarlık tanımını? Meraklısına soru: Ege ya da Akdeniz güneşi altında parlayan yivli bir İyon ya da Korent başlı sütunun üstündesiniz. Yandaki komşu bahçesinin duvarından sarkan, “yol hakkıdır” diye kopardığınız üzüm salkımını birbirinize sunuyorsunuz! Hiç sordunuz mu kendinize; “Bu topraklara konup göçenler, onca zahmete girip İyon ya da Akantus yapraklı Korent başlığını yontmaya neden gereksinim duydu? Nedenini ben de bilmiyorum. Belki on üçüncü yüzyıldan gelen bir yanıt bizlere yardımcı olur: “Güzel tektir. Sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır.” Gel de çık işin içinden! Anı ve deneme iç içe. Salt soyut doğa çağrışımları değil, somut kişisel anlarla yer, yer biyografik bütünleşiyor anlatı. Hatta daha çok anı bile denilebilir sanırım. Ben hayatın yalancısıyım; günah çıkarıyorum bu kitabımla! Neyi yaşadımsa onu yazmaya çalıştım. Neyi yazmaya çalıştıysam da onun derinliğinde yaşamayı seçtim. İnanın hep kuşku içindeyim; o denli güzellik karşımda gülümsüyor ve içim acıyor; alıcısı olmayan bir coğrafya (hatta bundan yakınıp akçelerinin üzerinde göstermelik yakınan okumuşları da katıyorum işin içine) burası. Ne yazık ki bu görkemli coğrafya da görkemli uygarlıklar emekli aylığı ile geçiniyor! Bu nedenle, ortak arıyorum denemelerime, aktardığım anılarıma. Bir Mısır şiiri ise öncelikli ortağım; günümüzden 4 bin yıl öncesi yani... “Kimlere dert yansam bugün/ Geçmişi anmıyor kimsecikler” demiş. Bu nedenle anı olarak sığınağımda büyük ustaların tanıklığına ihtiyacım var yazdıklarımda. Onların arkasına saklanıyorum. “Bakın, onlar da farkındaydı” demek istiyorum. A R A L I K C U M H U R İ Y E T Fotoğraf: Vedat ARIK