25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

süreç içine girmişti. 1974’te sola akan kitleler, 197980’e gelindiğinde soldan, daha doğrusu siyasi çatışmalardan kaçmaya başlamıştı. Örgütler bunu göremediler. Sadece kendilerine gelen on kişiyi gördüler, kaçan yüz kişiyi göremediler. Darbeden sonra da yine örgüt bencilliği ile içlerine kapandılar ve direnmediler. Buna cuntacılar bile şaşırdı. Hani bir yumruk atarsın, yarısı boşa gider ya, öyle oldu. Sayısız insan işkencedeydi, herkesi dağıttılar da öte yandan. Elbette ama solun güçleriyle bağlantılı bakarsan yine de bir direniş olabilirdi. Sol ona, yüze bölünmüştü. Bölünmenin çok etkisi var, fakat en azından o anda bunu geri planda tutabilirlerdi. Bir araya gelmek için bile bir çabaları olmadı. “SUAT, HER ÜÇ DÖNEMİN DEVRİMCİ PROTOTİPİDİR” Bu noktada Suat nasıl bir simge? Avrupa’da okumuş, babası büyükelçi. Burjuvaziye karşı, bu nedenle ailesini bile reddediyor. Suat, her üç dönemin de, 60, 70 ve 80’lerin devrimci prototipidir. 1960’larda büyük idealler peşindedir ve müthiş bir atılım içindedir. Militanlaşan entelektüeli temsil eder. 70’lerde büyük bir dönüşüm geçirdiğini zanneder, militan, parti önderi, illegal çalışmalar içinde popülist bir parti önderi haline gelir. Entelektüellik değerden düşmüş, işçicilik ve popülizm her yanı kaplamıştır. 1980’lerde ise hayal kırıklıkları içindeki bir entelektüele dönüşür yeniden. Tabii bir de 1980’lerde artık örgütlerin tekeli kırılmaya başlamıştır, kapalı devre okumalar sona ermiştir. Suat, olumlu ve olumsuz yönleriyle bu değişimleri temsil eder. Sorgulamalar ve örselenmeler kişilerin salt benliğinde değil sağlıklarında da beliriyor, başta Suat mesela. Bir devrin ve kuşağın durumuna da işaret ediyor adeta. Çok doğru. Yaşamayı unuttuğunu düşünüyor. Asla teslim olmuyor ama devrimi sorguluyor. Proletarya diktatörlüğünü sorguluyor, ‘Pek çok şeyi körü körüne yaptık. İlkelliği sosyalizm sandık’ diyor mesela. Hep tek kaynaktan beslendiklerini, beyinlerinin yıkandığını düşünüyor. Orada bir çözülme yaşıyor. Tabii bir insandan her zaman çok ideal davranışlar da beklememek lazım. Mevsimler’deki hiçbir karakter ideal değildir. Yani gerçek hayattaki gibi. “ÖRGÜTLER İLE İDARE ARASINDA BİR ANLAŞMA VARDI” Örgüt tecriti de devlet tecritinden farksız. Hatta ben örgütler ile idare arasında zımni bir anlaşma olduğunu bile düşünüyorum. Mesela romandaki olayda ışıkların sönmesi. Niye o anda söndü, kim söndürdü? Örgütler şu teoriyle hareket ediyorlardı: “Bizden kopan karşı tarafa gider.” Yani idarenin adamı olur. Cezaevlerinde örgütlerden kopan bağımsızlar vardı, onları hiç istemiyorlardı. Çünkü bağımsızlar örgütlerin o teorisini zayıflatıyorlardı. Örgütten kopmuşlardı ama idarenin de adamı olmamışlardı, itirafçı olmamışlardı. O nedenle, bağımsızlar idareye gitmek zorunda kalsınlar diye büyük baskı yapıyorlardı. Yani C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I “Ev (19461954)”, “Yarılma (19541972)”, “Havariler (19721983)”, “Sapak (19831992)” ve “Sığınmacılar (19902000, Londra)” adlı kitaplarından oluşan otobiyografik beşlemesini de konuştuğumuz Gün Zileli, bu yapıtlarında yaşamının ilk yıllarından başlayarak ailesini, çocukluk mahallelerini ve sol mücadele içindeki gelişimini paylaşıyor. 12 Eylül’den sonra Aydınlık hareketi içindeki bölünmeleri ve kendisinin anarşizme varışını da anlatan Zileli, kendi “sapak” noktalarını da bu kitaplarla açımlıyor. örgütler itiyor, idare de çekiyordu, işte aralarındaki zımni anlaşma buydu. Aytekin Yılmaz kitaplarında bunları çok net anlatır. Sol, sağa karşı mücadelesine harcadığı enerjinin daha fazlasını kendi içindeki mücadelelere harcadı. Sağda, soldaki kadar örgüt içinde infaz olduğunu sanmıyorum. Bu Stalin’in paranoyasıyla kökleşen o katı gelenekten geliyor yine. Hep söylerim; Stalin, Hitler’den bile daha fazla komünist öldürmüştür. Şunu da ekleyeyim: Stalin’in öldürdüğü Stalinistlerin sayısı Troçkistlerin sayısından bir hayli kabarıktır. “BU KESİNLİKLE SİYASAL BİR ROMAN DEĞİLDİR” Siyasal bir roman olarak nitelemiyorsunuz “Mevsimler”i. Siyasal olaylar içindeki insanlar etrafında gelişse de kesinlikle siyasal bir roman değildir. Çünkü siyasal romandan bir nevi siyasi bildirimler veya mesajlar falan anlaşılıyor. Siyasi romanda bireylere, hayatlarına yeterince önem verilmez. Mevsimler ise bireyi merkeze alıyor. Bütünüyle bir devrin kamera arkasıdır. Kamera arkasında görünen, örgütlerin yıkımının altında kalan bireylerin trajedisidir. Mesela diğer roman kahramanlarından farklı olarak yoksul bir aileden gelen Sibel karakteri çok önemlidir. Sibel, bence örgütsel baskıyı en ağır tarafından yaşamış bir karakter. Kendini nasıl savundu, nasıl bir yaşam sürdü? Bence romanın esas önemli yanları bunlardır, cansız ve renksiz fraksiyonların örttüğü ölü toprağının içinden ışıldayan gerçek insan karakterleridir. Sırları dökülen fraksiyon ve örgütler aynasından artık sahte yansımaları değil, sırları dökülüp cama dönüşmüş aynanın ardında, bugüne kadar saklanmak istenmiş hayattan insanları görüveririz. 1286 “SOLUN İŞÇİ MİSTİFİKASYONUNA KOŞMASI BÜYÜK HATAYDI” Peki, Halis o dönemin ruhundan neyi temsil ediyor? O dönemde işçinin nasıl idealleştirildiğini, gerçek hayatta olmayan işçi kahramanlar yaratıldığını anlatıyor Halis karakteri. Daha doğrusu, entelektüeller ve örgütler, diğer insanlardan insani zaaflar ve özellikler bakımından pek bir farkı olmayan Halis’ten “işçi önderi” bir Halis yaratırlar. İşin esasında bu bir ideolojik mistifikasyondur. Her örgüt bir ideolojiye, her ideoloji bir sınıfsal idole ihtiyaç duyar. Oysa gerçek hayattaki işçiler, diğer sınıflardan insanlar gibi birçok insani zaaf ve özelliklere sahiptir. Elbette sömürülen bir sınıfa mensup olmaktan gelen birçok olumlu özellik (dayanışma ruhu, mücadelecilik, paylaşımcılık vb.) barındırabilecekleri gibi, yine sömürülen bir insan olmanın getirdiği birçok olumsuz özelliğe de sahip olabilirler (patron yalakalığı, sınıf atlama özlemi, baskı karşısında çabucak boyun eğme, kültürden yoksunluk gibi). Geçmişte solun en büyük hatalarından biri de işçi ya da işçi sınıfı mistifikasyonuna doludizgin koşmasıdır. Bunun yarattığı hayal kırıklıkları da az değildir. Sanırım Halis, bu hayal kırıklığının tecessüm etmiş hali. “EV”, “YARILMA”, “HAVARİLER”, “SAPAK”, “SIĞINMACILAR”... Beş kitaptan oluşan otobiyografik kitaplarınızı da konuşmak isterim. Ev’’e başlıyor. Ev’de doğumumla İstanbul’a taşındığımız 1954 arası dönemi, ailemi, yakınlarımı, çocukluk mahallelerini anlattım. Yarılma (19541972) İstanbul’a gelişimizle başlar. Çocukluğumun Arnavutköy’deki geri kalanını anlattıktan sonra 1960’ların fırtınalı yıllarına yelken açar. 9 E K İ M ‘Yarılma’ adı, fraksiyon bölünmesinin adeta canlı bir organizmanın bir balta ya da satır darbesiyle ortadan derin ve keskin bir biçimde yarılmasına işaret etmektedir. Bunun sol mücadeleye verdiği zarara ve sol mücadele içindeki gelişimine odaklanır ve Denizler’in idamıyla biter. Havariler (19721983)’de de hizipler meselesi vardır. 1974’te tüm fraksiyonların temsilcileri dışarı çıktılar ve sol’a müthiş bir yöneliş olduğunu gördüler. Her fraksiyon toplum denizine attığı ağla karaya çok sayıda taraftar çekti. Bunu yaparken, elbette öldürülmüş “peygamber” ya da “aziz”lerin izinden giden havariler olduklarını kanıtlamak zorundaydılar. Gerçekte öyle olmasa da. Sapak (19831992), 12 Eylül sonrası, Aydınlık hareketi içindeki bölünmeleri ve benim anarşizme varışımı anlatır. 1992’nin sonlarında tüm bu fraksiyon meseleleri, genel olarak sosyalizm sorunları üzerine derinlemesine düşündüm. 1980’lerde, romandaki Suat’ın yaptığı sorgulamalara benzer sorgulamaları ben de yaptım. Yine de hep Marksizm içinde bir yenilenme olur umudundaydım. Sonunda, I. Enternasyonal’de Marx’la Bakunin arasında devlet konusunda cereyan eden tartışmada Bakunin’in haklı olduğuna karar verdim ve anarşist oldum. Bu benim “sapak”ımdı. Sığınmacılar (19902000) ise Londra’daki göçmen hayatımın on yılını anlatır. Londra’ya gidişimle başlar ve milenyum ile biter. “GEZİ, SOLDA ÖNEMLİ BİR KIRILMA NOKTASI” Günümüzdeki solu nasıl değerlendirdiğinizi sormadan bitirmemeli. Gezi isyanı solda önemli bir kırılma noktası oldu. İnsanlar özgür toplumun küçük bir modelini Gezi Parkı’nda gösterdi. Sol fraksiyonlar gördüler ki “öncü” partinin önderliği olmadan da insanlar pekâlâ alanlara çıkabiliyor, çok güzel dayanışmalar kurabiliyor. Sol da artık bunu değerlendiriyor bence. Solda şu da bir gerçek ki “eski” ile “yeni” hem iç içe ve hem mücadele halinde. Bu bir süre devam edecektir. Bir de 1980’lerde de olmuştu şimdi de oluyor; sol genel olarak özgürlüklerin değerini 12 Eylül darbesiyle kavradı. Ondan önce sınıf meselesinden hareketle ‘sömürüyü kaldıracağız’ inancını öne çıkarır, özgürlükleri ise geçiştirirdi. Ne zamanki 12 Eylül’le birlikte her türlü özgürlük kaybedildi ve ağır baskıya uğrandı, o zaman özgürlük solun gözünde değer kazandı. Stalin’in sorgulanması da bu temelde başlamıştır. 12 Eylül’den sonra, önceleri solun asla yüz vermediği feminizm, LBGT gibi akımlar solda kendilerine ifade olanağı bulabildiler. Türkiye’de hiçbir zaman kendine alan bulamamış olan anarşizm, bundan sonra parladı. Bugün de AKP iktidarı, aynı 12 Eylül’den sonra olduğu gibi diktatörce yönelimleriyle solda özgürlükçü değerlerin yükselmesine katkıda bulunmaktadır. Her şerde bir hayır vardır. n gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Mevsimler/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/355 s. 2 0 1 4 n S A Y F A 1 7 Fotoğraflar: Kaan SAĞANAK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear