Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K Özellikle şu son on yılda İzmir’in yaydığı kentlilik olgusu, İzmirlilerin yansıttığı bilinç üzerinde ne denli durulsa, çalışma yapılsa yeridir herhalde. zmir’in toplumsal, ekinsel açıdan kent kimliği yansıtmaya koyulması elbette çok gerilere gidiyor. Nitekim İstanbul henüz tam anlamıyla böyle bir değere ulaşamamışken İzmir’in, 18. yüzyılda kültür kenti olma düzeyine ulaştığı pek çok veriye dayanılarak söylenebiliyor günümüzde. Bu bağlamda Cumhuriyet’le birlikte Ankara’nın da “ilk kent” olarak ortaya çıkıp anıtlaşması anımsanabilir. Ne var ki aynı Ankara 12 Mart 1971’te bu kez bir karşı kent saldırısının hedefi yapılmış, şunca yıldır yoğun biçimde sürdürülen bir yıkım için kollar sıvanmıştır… Buna göre son yıllarda gerek İstanbul’un gerekse İzmir’in, iki yandan koluna girdikleri Ankara’yı sanki bu dar zamandan çıkarmak için çabalayışına da tanık oluyoruz aynı zamanda. Oysa Mondros’tan Mudanya’ya akan dört yıllık süreç kuş bakışı da olsa tarandığında, kentlilik kavramı bağlamında şahlanıp diklenen İzmir’in bu tutumunun ne denli yerli yerinde olduğu kestirilebilir kolayca. Ernest Hemingway, yirmilerinde, duygusal açıdan Helen sever bir savaş muhabiri olarak İstanbul, Trakya yöresinde ucundan kıyısından tanıklığını yaptığı Ulusal Kurtuluş Savaşıyla ilgili haber yazılar gönderir gazetesine. Bunlardan “İkinci Truva Kuşatmasının Sonu” başlıklı olanında Mudanya silah bırakışması tanıklığını, şu satırlarla döker kâğıda: “Her bir yanı çamur içinde kalmış öküzlerin çektiği binek arabaları, tozlu yollarda gıcırdayarak ilerliyor. Askerlerin bir kısmı arabaların üzerinde serili giderken, bir kısmı da öküzleri boynuzlarından çekmeye çalışıyor. Arabaların önlerinde ve arkalarında askeri birlikler sürünüyor. Yunanlıların giriştiği büyük askeri serüvenin sonu bu./ Böyle olmasaydı, şöyle olurdu diye masallar okumak, gerçekten hazin bir şey. Yunan askeri serüveninin sonu da böyle hazin işte.” Bu haberin yayımlanış tarihi 3 Kasım 1922. Hemingway, 23 Ekim’de yani öncesinde, “Mudanya Antlaşması” başlığı altında da Mudanya’ya “barış istemeye, ya da koşullarını dikte ettirmeye değil”, “barış dilenmeye gel(en)” Batılılardan söz etmiştir zaten. (Ernest Hemingway; İşgal İstanbul’u, Çev.: M.Ali Kayabal, Bilgi, ikinci basım, 1988, 23, 16) Bunun önü ise 9 Eylül’dür… Ama Batılıların bir zamanlar “barış dilenmek için” geldiği bu Mudanya, yaşadığı onurun ardından seksen üç yıl sonra Yaşar Kemal’in Teneke oyununun yasaklanışına dönük bahtsızlık yaşamıştır kentlilik bilincine sürülen bir leke halinde. (Bak.: Cumhuriyet, 16.6.2005) 5 E Y L Ü L 2013 n S A Y F A itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA–9 Kentlilik bilincine dönük ölçüt: İzmirlilik Bağımsızlıktan nice sonra tersine kentliliği ele veren bir örnek… 9 Eylül’den sonra açılan bu temiz sayfayı İzmir’den, İzmirlilerden daha iyi kim bilebilir ülkemizde? Yine Hemingway, bu sürece değgin olarak, dosya halinde okuduğum, bu yakınlarda Bilgi’den yayımlanacak Kilimanjaro’nun Karları’nda öykü karakteri Harry’nin ağzından şöyle söyleyecektir: “Türkler dur durak dinlemeden akın akın geliyorlardı.” (Çev.: Aziz ÜstelNeşe Başman, Eylül 2013, 26) İşte İzmir’de “Kent Müzesi”, “Kent Kültürü” vb. oluşumlardan gazete, dergi, kitap yayınına, sahnelenen oyundan çekilen filme, öteki sanatların verimleriyle farklı üretimlere uzanan, bu geniş yelpazedeki hemen her etkinlik olgusu, yalnız İzmirlilerde değil artık tüm toplumda kendine karşılık buluyor. Buna sevinmemek elde mi? Neredeyse hemen her 9 Eylül’de ben de, İzmirlilik paydasındaki kitaplara özgüleyerek sürdürür hale geldim “Kitaplar Adası”nı… Nicedir üzerinde durmayı tasarladığım yazarlar, kitaplar olsa da insan arzusu yönünde yapılandıramıyor her zaman yazı masasını. Bu yılki 9 Eylül yazısını da, Zeliha Akçagüner’in “Kurtuluş Savaşı’nın Yürekli Kadınları”na özgülediği Kalpağı Gül Oyalılar (Altın, ikinci basım, 2008) adlı romanına ayıralım istiyorum… YAŞANANLARA ROMANCI GÖZÜYLE BAKMAK… Akçagüner, halk sanatının örneği bağlamında alınabilecek görevci bir roman çıkarıyor karşımıza Kalpağı Gül Oyalılar’da. Binnaz, Selanik göçmeni ticaretle uğraşan açık düşünceli bir ailenin iki çocuğundan biridir, Sorbon’da hukuk öğrenimi görmektedir. Ancak bu arada İstanbul işgal edilmiştir. Bir arkadaşının Türkiye’yi de yakından tanıyan diplomat yakınından bunları öğrenen Binnaz, etkilenmeyle okulu bırakıp Anadolu’ya dönmeye, gerçekleştirilebilecek olası kurtuluş mücadelesine katılmaya karar verir, döner İşgal İstanbul’una. Üzerine düşen, düşecek görevleri, bu anlamda neler yapabileceğini idadiden arkadaşının ağabeyi olan Binbaşı Şahin’den öğrenmek en uygun yol olarak görünür genç kıza. Onu Çanakkale’den döndüğünde tanımış, hayranlıkla dinlemiştir. Ne ki Şahin Bey’le ailesinin geçen bu “[ü]ç yılda yaşamları altüst ol(muştur).” (41) 14 vb. bir yapıta belgesel diyebilmemiz için söz konusu belgelerin, yapıtı verimleyenin bakışıyla “yeniden” biçimlendirilip yerleştirilmiş olması zorunlu. Bu ise söz konusu belgelerin (verilerin) kendi gerçekliklerinden koparılarak kurgusal gerçeklik kalıbına oturması, yani roman gerçekliğine dönüşmesi anlamına gelir Sonuçta edebiyat metnini, ötekilerinden ayıracak gerekli soyutlayımla dönüştürüme tam anlamıyla yer açılamamış olduğundan ister istemez yükseklik yitimiyle karşılaşılıyor. Hatta zaman zaman kimi tarihsel bilgilerin, hem de olduğu gibi korunarak roman evreninde yer aldığı da görülebiliyor. Ancak bu yanını bir tarafa bırakıyorum yapıtın. Çünkü böyle yapılandırılan halk romanında bir yazar, okuru bilinçlendirmek amacıyla kimi bilgileri roman kurgusu çerçevesinde “anlatmayı” işlevsel gereklilik olarak alabilir. Nitekim romanı okuyanlar, bir kurmaca kalıbına dayalı olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı tarihini kaba hatlarıyla süzebiliyor enikonu. Bu yüzden bunları bir yana bırakıp başka bir tarafından bakayım istiyorum romana. DİŞİL VARLIĞIN İZMİR ÖZELİNDEKİ GÜCÜ… Ötedir, İzmir’in bir “dişil kent” olduğu söylenmez mi? Bu çerçevede bana sorulursa güzeller güzeli “Gâvur İzmir”e dört bir yandan saldırılmasının, gizliden gizliye ona haset edilip alttan alta hınç beslenmesinin bir nedeni de bunu yapanların temelde birer kadın düşmanı olması bana göre… Kadını cinsel nesne bağlamında baskılayıp erkeğe tutsak kılanların İzmir’e düşmanlık duyması beklenen bir tutum o halde. Ancak böylesi yaklaşımlar, İzmir’in dişil kent yapısını, kentin bu yöndeki algısıyla İzmirlilerin bununla uyumlu tutumunu değiştirecek değil elbette… Nitekim “Kitaplar Adası”na konuk aldığım, almayı sürdüreceğim onlarca kadın yazardan oluşan o büyük dişil halkanın öykülerinde, romanlarında kurulan evrenlerdeki kadın karakterlerin hep bu yönde yapılandırıldığını görmemek için kör olmak gerek… İşte Zeliha Akçagüner de tıpkı Ferzan Güler, Gülseren Engin vb. kadın yazarlarımızın İzmir’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı paydasında İzmirlilik, kentlilik, kadınlık bilinciyle kuşatan anlatılarında gözlendiğine benzer tutumla işliyor yapıtında. Kaldı ki Akçagüner yine bir kadın karakterle yapılandırdığı, doğrudan kentlilik bilinci yayan bir başka romanıyla da anımsanmalı: Gölgesini Çiğneyen Kadın. (Altın, ikinci basım, 2005) İZMİR’İ KUŞATMAK, İZMİR’LE KUŞATILMAK… Binnaz, tam anlamıyla “Kalpağı Gül Oyalı” bir kadındır Ulusal Kurtuluş Savaşında. Banu da bağımsız varlığıyla “Gölgesini Çiğneyen Kadın”… Bu çerçevede, nice kadını simgeler onlar. İşte İzmir, böyle kadınların kenti… İzmirli kadınlar yalnız bu dişil kentin dişi varlıkları değil, yanı sıra yüksek düzeydeki entelektüel birikimleriyle, her türlü sıkıntıyı göze almış aydın tutumlarıyla, savaşımcı, eylemci kişilikleriyle dikkati çekiyor… Ben size deyivereyim, İzmir’e “Gâvur” diyenler, aslında İzmir’in dişil yanından, kadınlarından, özetle yaşamın kendisinden korkuyorlar… Ne var ki İzmir’i arzuları yönünde kuşatmaya kalkanlar, bir süre sonra İzmir’le kuşatıldıklarını da görüyor olmalı. Çünkü taa İyonya’dan bu yana böyle bu! Asıl kuşatmayı yapanlarsa binyıllardır Tanrıçaların esini, gücüyle yol alan İzmirli kadınlar! 9 Eylül’ünüz kutlu olsun efendim… n K İ T A P S A Y I 1229 İ Akçagüner, halk sanatının örneği bağlamında alınabilecek görevci bir roman çıkarıyor karşımıza Kalpağı Gül Oyalılar’da. Çanakkale’nin başarılı zabiti, bu kez Bağdat’tan yenilginin kederiyle dönmüş, İstanbul’da kangrenli bacağı da kesildiğinden gözleri, “dizinden aşağı sarkan boş pantolonu gibi bomboş bak(an)” (43) biri olup çıkmıştır. Ancak Binnaz azimlidir. Ondaki bu yılgınlığı, umutsuzluğu kısa sürede ortadan kaldırmayı, Fransız dostu aracılığıyla takma bacak sağlayıp “âşık olmaya” başladığı “genç adamı sakatlık saplantısından kurtarmanın yolunu bulma(ya)” (64) çalışacaktır. Şahin de Binnaz’a çok geçmeden “vatan ana” adını takacak (70), iki gencin birbirine beslediği gizli aşk da, olanca gücüyle açığa çıkmak için gün sayacaktır bu arada. Görüldüğü gibi belirli izlek yönünde görevci anlayışla geliştirilen romanlarda karşılaşılabilecek bir çatkıya sahip Kalpağı Gül Oyalılar. Bu demek değil ki, roman kişileri hepten çizgisel! Hayır, tersine Akçagüner, Ulusal Kurtuluş Savaşını roman evrenine yayıp bunu aktarırken üzerinde özenle durduğu Binnaz’la Şahin’i öylesine gerçekçi düzleme çekmeye çalışıyor ki, bu, hem romanı nitelikçe yükseltiyor hem de aktarılmak istenen kimi tarihsel bilgilerin okura geçmesini kolaylaştırıyor. Ancak böylesi oylumlu roman, kayıp giden okuma sırasında, okurun bildiğinin göz ardı edildiği kimi yinelemelerden ötürü tökezlemiyor da değil. Ayrıca halk anlatısı temelinde yapılandırıldığından bu tür romanlar, tefrika anlayışına benzer yaklaşımdan kendini kurtaramıyor bir türlü. Sözgelimi “Çalıkuşu”na benzer biçimde yapıtın yer yer gülümsetirken yer yer de duygulandırıp göz yaşartılarına boğması bunu gösteriyor. Bir “belgesel” denebilir mi roman için? Hayır. Çünkü belgeleri kullanırken bunlarda herhangi soyutlayım, dönüştürüm gözlenmiyor. Belgeler ya da tarihsel veriler, hiç değiştirilmeksizin bir yerde duruyor, kurgusal bağlamda yapılandırılan roman ise alıp başını gidiyor. Oysa anlatı, roman, oyun, film, resim C U M H U R İ Y E T