Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Gülce Başer’den ‘Hanımefendi Kızıldır’ ‘Günümüz’lük hallerinden şiir çıkarmayı denedim’ Bir Delinin Güncesi isimli kitabından sonra Gülce Başer Hanımefendi Kızıldır‘la şiirseverlerin karşısında. Başer’in dizelerinde hesaplaşma ve yüzleşme kendini her zaman hissettiriyor. Başer’le yeni şiirlerini konuştuk. ? Nurduran DUMAN anımefendi Kızıldır ikinci kitabınız. Bir Delinin Gülcesi 2008’de çıkmıştı. Öncelikle şunu saptayalım: Siz bir yüzleşmenin/hesaplaşmanın şiirini yazıyorsunuz ve şöyle ki şair özne hiçbir eleştiride kendini dışarıda tutmuyor. Tanık olarak olsun o kusuru paylaşıyor, hatta yer yer bütünüyle üstleniyor. Bu şairin itirafı mı yoksa didaktik görünmekten kaçınmak için mi bu yola gidiyor? O zaman ben de şunu hemen açıklayayım: Elbette şiirde yaşanmışlıkların izi olabilir, önceden de söylediğim gibi. Yaşanabilme olasılıklarının da tabii ki… Yine elbette ki şiir bir günce ya da itirafname değil. Ancak şairin eleştirilerinde tenzih etmemesi gerektiğinden de eminim. Her durumun bir anlatısı var. Herkes her kusurdan sıyrılamaz ama her suçu da işleyemez. Burada yinelenmesi gereken klişe kimse hayal edemeyeceği bir suçu veya kusuru göremez ve imgeleminiz sizin hata ve suç potansiyelinizdir aynı zamanda. Bu nedenle kabul etmeliyim ki eleştirdiğim her şeye sahip çıkıyorum. Orada en azından bir noktaya kadar göz ardı etmek zorunda olduğum risk, hatanın normalleştirilmesi olabilir. Zaten ironiye ilişkin oldukça haklı bulduğum eleştiri de yine bu. Ancak şiirin şiirliğini bozmadan bir meseleyi ortaya koyma yöntemi olarak şimdilik bunu seçmiş görünüyorum. Kusuru karizmatik göstermekten daha dürüstçe buluyorum bunu. “KAZANKAYBET VAZGEÇİLMEZ BİR MESELE” Siz günümüz kadınını anlatıyorsunuz. İlk kitapta beyaz yakalı olmayı benimsemiş, buna göre kendine bir hayat edinmiş, iyi kötü kazanmış ve cinsiyet rollerinin bir tür mağduru olmuş bir kadındı bu. Hanımefendi Kızıldır ilk kitaptaki kadar “kazanan” kadının şiiri değil; “toz yutmuş”, “yürümek” zorunda kalmış, Ümraniye’de mutlu olamamış, “11:35”te “durmuş”, “mayalı kadınlar koğuşu”na “düşmüş”, hatta kocasından dayak yemiş… Yoksa bu kadın kaybetmeye mi başlamış? Siz, kaSAYFA 4 ? 5 TEMMUZ H zanmakaybetme meselesini de yoklayan birisiniz ne de olsa… Aslında, kaybetmeye yeni başlamamış, yalnızca ilk kitapta ucu verilen kaybedişi keşfetmeye başlamış bir kadın olabilir. Burada beklediğiniz cümleyi kuracağım: Kendine ait bir yaşantısı olmayan, ol(a)mayan kadın ve erkekler zaten kaybeder. Günümüzdeki bitmez mutsuzluğun elbette fiili koşulları da var: Çok daha güvenliksiz bir yaşam sürdürüyoruz, çok daha fazla çalışıp çok daha az kazanıyoruz, çok daha sert, çok daha öfkeli, çok daha güçlü görünmeye zorlanıyoruz. Bunlar yeni değil tabii ki… Yaşadığımız ülke ölçeğinde düşünürsek 1980’lerden itibaren somutlaşan gerçekler ve onların somutlaşma seviyesinde bir değişiklik belki vardır. Yeni olan ne? Artık kaybetmeler gizlenemez oldu. Şiddet ortalaması arttı. Daha çok duyulur olmasından öte bir şey artması. Burada kadın hanımefendi ve kızıl oldu. Kendine dayatılan yaşama biçimine bir direnç geliştirmek zorundaydı. Daha dürüst oldu. Elbette insanın kendine söylediği yalanlar bitmez ama biraz daha dürüst de olabilir. Biraz da sorunlarının ne kadarı dönem ruhu, ne kadarı kişisel, onu da belirlemeyi denedi. Kazankaybet meselesi, nedense dünyanın vazgeçemediği bir mesele… Bu şiire de uğruyor, bu konuyu çok düşünüyorum aslında. Ancak kendi adıma artık düşünmekten de yoruldum. Aşk, “uzun kirpikli”, “narsisist” bir sevgilide yüzünü göstermiş. Bir tür şairin kendine acı vermeyi sevdiği bir aşk çiziliyor burada: “İnsanın bile bile sevesi gelir/ Ben severim/ Yürür mü yürür aşkla gemi”… Kişilik sorunu olan biriyle aşk, kaybetmeye de yazgılı görünüyor aslında… ve kaybediyor. Bu da dönem ruhu mu? Yoksa bu aşk da şair öznenin dünyayı değiştirme olmasa da gidişata bir dur deme girişimi mi? Otto F. Kernberg, Aşk İlişkileri, Normallik ve Patoloji’de dönem ruhunun böylesi patolojik aşklara ne kadar elverişli olduğunu gösterirken Christopher Lasch de Narsisizm Kültürü’nde kapitalizmin getirdiği kültürü ve dönem kültürünün tetiklediği narsisist kişiliğin kurgusunu tanımlar. Bunlar tabii daha çok 80’lerin kitapları, ancak belki neoliberal ekonominin düştüğü kriz daha paylaşımcı ve daha vicdanlı bir kültürün gelişebilmesi için bir umuttur, diyorum ben de. Ancak henüz işleyişte bir değişim görünmüyor. Dahası narsisizme duyulan eğilimin biraz zamanaşırı insani bir sorun olduğunu düşündüğüm de oluyor. Belki bunu açmak gerek ama bu söyleşi için önemli olan böyle düşünme2012 min de bu kültürün etkinliğinin bir sonucu olabileceği… Kendi adıma kitap söyleşimde referans vermek istemesem de bu metinlerin getirdiği aydınlanmanın dönem ilişkilerini işlemede ne kadar yaşamsal olduğunu inkâr edemeyecek durumdayım. Bu kitabımın “daha aşklı” bir kitap olduğunu da inkâr edemeyeceğim gibi. Evet aşk, hep sorulan soru, sorunlarımızı çözebilecek bir şey mi? Değil. Ancak insanı kendinden sıyıran düzenden çıkabilmek ve olup bitene tepeden bakabilmek için iyi bir vesile aşk. Kaçış değilse de bence bir kurtuluş umudu taşıyor. Bu yüzden kişisel olarak aşkı ısrarla önemsiyorum. Tabii bu sürekli teşvik edildiğimiz narsi Gülce Başer, bu kitabında ilk kitabın diline göre daha az “teknik” bir dil tercih etmiş. sist kişilikten de vazgeçmeyi becerebildiğimiz sürece geçerli. Bunu düşünerek narsisist kişiliklerin aşkına odaklandım. Sonuçta mağdurun da masumiyetinden emin olamıyoruz söylediklerine bakınca. Acı çeken, acısını geçiremeyen bir olmak onu temize çıkarabiliyor mu, bilmiyorum. Açıkçası, bütün kitap üzerine konuşmam gerekiyorsa bir tür “günümüz”lük halleri tasarlayıp onun içinden bir şiir çıkarmayı denedim, yine. Bunu yapmayı seviyorum, şimdilik... “LİRİZMİ SÜRDÜREMİYORUM” İlk kitabınızda lirizmden kaçınmış görünüyordunuz. Burada da aşk acısının ortasından olimpiyat amblemi çıka biliyor ya da ofis toplantılarının ve dedikodularının ortasından, raporların içinden kıyamete dek beklenecek sevgili fırlayıveriyor. Gerçekten günümüzde lirik olana aşkta bile yer yok mu? Alaysılığın ulaştığı aşama savunduğunuz aşkın ciddiyetine gölge düşürmüyor mu? Bu sorunun yanıtını ben de araştırıyorum aslında. Kendimce en lirik şiirlerim bu kitapta yer alıyor ve bir daha bu kadar yumuşar mıyım, deyip duruyorum… Lirizmden kaçıyorum değil de, lirizmi sürdüremiyorum, demeliyim. Aşkın narsisist bir gösteriye dönüştüğü bir ortamda aşk acısı da kendini parodileştiriyor. Burada kurbanın kameraya poz veriyor olma olasılığını da kabul etmek zorundayım. O zaman soruyorum, hangi acı çekme türü gerçek? Siz, canınız yanarken kendinize verili birtakım acı çekme türlerini kullanıyor olup olmadığınızı sormuyor musunuz? Şair özne de kendi acı çekme şekliyle hesaplaşmak zorunda, çünkü gündelik olan ona oturup acısının yaşama fırsatı verecek gibi görünmüyor; toz yutan biri o, sürekli mücadele etmek zorunda. Kocasından dayak yese bile toparlanıp “kadına benzemek” zorunda… Bunu olumlu ya da olumsuz bulmuyorum, durum tespiti yapıyorum. Burada tabii başka açılardan geliştirilecek akıl yürütmeler de farklı nedenlerle aynı yere çıkmaya yatkındı. Örneğin narsisist kültürde beliren sadomazoşistik aşkların acısı da lirikten çok sarkastiğe yakışıyordu. Ya da kendine acımaktansa durumu karikatürize etme eğiliminin belirmesi… Demek istediğim, şair öznenin bir aşk şiiri yazdığını düşünüyor olabiliriz. O ise belki acısını karikatürize ediyordur. Aşk üzerinden toplum eleştirisi yapıyorsa acısı da belki gündeliğin dayatmasından özgürleşme değil de gündelik içinde kaçamak niteliği taşıyan, bencillik üzerine kurulu aşkta beliren sarkastik acıdır… Buradaki tehlike önce de söylediğim gibi benliksiz bencilliğin normalleşmesidir. Ancak risksiz tepki de yok bana göre… İlk kitabın diline göre daha az “teknik” bir dil tercih edilmiş. İlk kitap mı denemeydi, yoksa bu bir geri adım mı? Yoksa zaten salt “şiire yeni sözcükler katalım”dan başka bir amacınız mı vardı? Aslında ilk kitap sonrası söyleşilerde de bunu vurgulamıştım: Derdim, olmayan bir bilgisayarı zorla şiire sokmak değildi. O ara yaşamımda o vardı, o girdi. Bu kitaptaki cep telefonu gibi sözgelimi… Belli bir dönemde ya da bir kitap bütünlüğü sağlayacak konular çevresinde dönerken elinizde hazır birtakım nesneler oluyor. İster istemez o nesneleri metaforlaştırma olasılığınız daha güçlü oluyor. Kendi adıma antik bir vazonun hayatımda ve şiirimde yer alma olasılığı daha düşük. Belki bir başka dönem başka sözcükler getirir. İmge ve metafor kurmada hayatımda ya da kafamda olmayan bir şeyin sınırlarını zorlamayacağımı düşünüyorum. Belki gün gelir zorlarım. Asıl denediğim şeyse sözcüğü kendimin kılmak ve ona kendi yüklediğim anlamı kazandırmak olduğu için ne bu kitap bir geri adım ne de ilk kitap bir deneme sayılır. Sorduğunuz buysa evet, tam da bunu yapmaktı amacım; sözcükleri, deyimleri kendimce kullanmak ve kendime kısıtlama getirmemek. O kitapta denediğimi söylediğim şeyi bu kitapta da deniyorum, denemeyi sürdürüyorum zaten. ? Hanımefendi Kızıldır/ Gülce Başer/ Yasakmeyve Yayınları/ 40 s. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1168 Fotoğraf: Sena Ertam Ünsal CUMH