Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K T ÜYAP Kitap Fuarı’nın eli kulağında, geri sayım başladı bu müthiş buluşma için… Yaşayanı, yaşamayanı dünyanın yetmiş iki milletinden binlerce yazar bir kez daha boy gösterecek… Fuarın birebir çağrılı olanları değil yalnız, kim olursa olsun, okurun uzandığı her kitabın yazarını da, konuk olarak almak gerekmez mi? Üç bin yıldır okuduğumuz Homeros’tan tutun, Yunus’a, Mevlana’ya, Shakespeare’e tümü de okurun ilişkisini sürdürdüğü yazarlar değil mi? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Yazarın yaşamından yazınsal yolculuğa... Gerek Peter Ackroyd, gerekse Bernhard Zeller, yazarların yaşamöyküsünü, tıpkı roman yapılandırırcasına kaleme alıyor. Bunun için yazarlar, verileri dikkate alıp bunlara dayanmakla birlikte söz konusu olgusal gerçeklikler ışığında, bu yaşamöyküsüne sıkı sıkıya bağlı kalarak ama bu arada yeniden kurgulamayı, bu çerçevede ister istemez farklı bir gerçeklik temelinde bunları topluca yeniden işleyip yapılandırmayı yeğliyor anlatılarında. Bu yanıyla birebir roman biçemiyle karşılaşılmasa da belgesellerin insanı kışkırtan kurgulu gerçekliği ile yarı karanlığa inen huzmesi eşliğinde yol almak insanı büyüleyen yan taşıyor yine de. Poe da Hesse de daha çocukluklukta kendisini ele veren parlak birer yetenek. Nitekim bu, ilk ağızda görülebiliyor hemence. Sözgelimi Poe, “dünyada ebedi bir yetim”dir. (15) Onun “doğuştan şair”liği (21), çok geniş bir ilgi alanının bulunuşu, şaşırtıcı anlatı dehasının göstergesi olarak alınabilir… Ama yine de o, çelişik duygulara dayalı davranışlar sergilemekten geri durmayacaktır hiçbir zaman. “[H]ayatında birçok kez yaşayacağı reddedilmeler” de (12) onu biçimlendiren önemli bir etkendir kuşkusuz. Biz, tıpkı kendi yarattığı karakterlerin benzeri bağlamında, ona koşut bir karakter olarak heyecanla okuyoruz Poe’yu Peter Ackroyd’un satırları eşliğinde. Poe’nun, kendine özgü bir yazarlık büyüsü yaratmadaki başarısının altında yatan mayalanma nedenlerinden biri de yaşamında tiyatro sanatının kapladığı yer gösterilebilirmiş gibi geliyor bana. Bizde yazarların hep göz ardı ediyor göründüğü bir eksiklik bu… Bernhard Zeller ise Herman Hesse’yi, anlatısının girişinde şu satırlarla tanıtıyor bize: “…Hesse’nin yaşam serüveninin izlenmesinde ek kaynaklara gereksinim yoktur, yapıtları yazarın dış ve iç yaşamına açılan kapıyı aralar önümüzde, hatta Hesse’nin yaşamıyla örtüşür.” (9) Yazarların kendi yapıtlarına denk, neredeyse onların verimlediği ölçüde yakıcı metinler ortaya koyabilmek, bunları kaleme alanların işlerini ne ölçüde ciddiye aldıklarını, ama böylelikle de başarıya ulaştıklarını gösteriyor. KURMACA KARAKTER OLARAK YAZARLAR... Kafka çok değil, zamanımızdan yüz otuz yıl önce doğmuş, bu kısacık süren ziyaretinde dünyamızı, yaşadığı onca acıya karşın olabildiğince renklendirerek öyle veda etmişti bizlere… Gerd Schneider’ın Kafka’nın Bebeği’nde onu bir roman kahramanı bağlamında okuyoruz… 1923, artık Kafka’nın son dönemleri… Hep öksüren, hep yazan biridir o: “Çalışmayan, geceleri yazı yazan Praglı esrarengiz yabancı!” (36) Git gide kötüleşen sağlık sorunlarıyla toplumsal çözülüş, çöküş arasında ezilen, bunalan bir Kafka. Bu arada yüksek enflasyon altında yoksulluk çeken, umarsız, kederli Almanlar. Buna göre toplumsal artalanıyla da gün gün değişen, ama bu arada yine de “güçlü bir el” (46) gereksinimi duyan insanlarıyla Kafka’nın içinde yaşadığı toplumu da tanıyoruz. Yazarın bu bağlamda bir toplumsal dokuyu romana başarıyla yaydığını söylememek haksızlık olur. Ya Kafka? O nasıl biri. Schneider, romanının bir yerinde şöyle konuşturuyor onu: “Ben bu hayatımda tek bir kopya bile satamayacağım.” Ardından şunları söyletiyor: “Benim derdim satmak değil ki! Benim derdim yazmak ve yazdıklarımın iyi olması. Önemli olan bu.” (62, 63) Buna göre “Hikâyelerin peşine takılmış bir deli”dir (81) o. Gerçekten de Kafka için, “yazarın özgürlüğü sınırsızdı(r), olasılık dışı olayları yaratmak gibi bir hakkı, hatta görevi vardı(r)” onun. (90) Roman kişisi Kafka, bu yazarlık anlayışıyla küçük bir kızla buluşup ona yitik bebeğinden mektuplar taşırken aynı zamanda kendi yazarlığının tragedyasına doğru da koşar. Bu çerçevede acı bir öykü; içli bir roman olarak okunuyor yapıt. Bunun gençler, çocuklar için bir değişkesi yapılabilir diye düşünmeden edemiyor insan bu nedenle. Hatta ötesinde başka yazarlardan kalkılarak bu türde kitaplar da yazılabilir. Bizde Selim İleri’nin pek çok yazarımıza dönük değerbilir tutumunu anımsamamak elde mi? Kafka’nın Bebeği’ndeki çocuk genç duyarlığı, kendini bir çalım çizgi roman biçemiyle duyuruyor anlatı boyunca. Ancak bir çizgi bandı gibi olduğu da düşünülmemeli yapıtın. Gerek Kafka, gerekse öteki kişiler tam anlamıyla birer roman karakteri olarak çıkıyor karşımıza çünkü. Yaydığı havayla da bizi kıskıvrak yakalamayı başarıyor. Kitabın belki de tek kusuru, zaman zaman bir duygusallık ardına sığınıyormuş izlenimi bırakması, lirik bir hüzünle örüntülense de… Böyle bir kusur Lorent Seksik’te de göze çarpmıyor değil. Görece ortaya çıkan bu melodramatik havanın Kafka’nın da Zweig’ın da birer Yahudi olarak insanlığın yaşadığı gelmiş geçmiş bütün acılar için “kurban” simgesine dönüşmüş olması gösterilebilir belki… Hoş Poe’yu ayırmanın olanağı var mı bu ikisinden? O da bir “kurban” değil mi sonuçta? KAFKA’DAN ZWEİG’A... Şimdi bir diğer acılı anıt olarak Zweig’ın son altı ayının anlatıldığı Stefan Zweig’ın Son Günleri adlı romandan adım atabiliriz… Yazar Lorent Seksik, Gerd Schneider’in yaptığı gibi özgür kurmaca yerine belgesele dayalı kurmacayı yeğliyor. Öyle ki, romanın sonuna azımsanmayacak kaynakça bile ekliyor bu çerçevede… Seksik, kendi ağzından şöyle düşündürüyor, daha yolun başında 1934’te ülkesinden ayrılıp Londra’yı seçen ünlü yazar Zweig’a: “Almanya’da haşarat, Büyük Britanya’da vebalıydılar.” “… [İ]blisler adaya musallat olmuşlardı.” “Reich’ın ve Britanya Tahtı’nın Düşmanı. Bir paryaya dönüşmüştü. Ateşli hümanist Zweig, insan türünün düşmanı olmuştu./ Sürgünü şerefsizliğe tercih ettiğinden, Londra’dan ayrılıp New York’a gitmişti. Ondan sonra New York’tan da kaçmıştı. Kaçmak, onun dünyadaki yaşama tarzıydı. SalzburgLondra, LondraNew York, New YorkRio. Peki ya Brezilya’dan sonra, ötesi neydi?” (42, 43); “Savaş her yerde yakalıyordu onu.” (24); “Savaş kaçaklarının ilki o olmuştu, korkakların önde gideni, insanların en adisi…” (38) Oysa o, “[d]ışına sürüldüğü halkın dilini yazıyordu. Kendi dilinde artık okunmaz olduğunda hâlâ bir yazar sayılabilir mi insan? Hayattayken artık yazmaz olduğunda hâlâ yaşıyor sayılabilir mi?” (22) Zaten “[y]azısının yegâne itici gücü geçmiş özlemi” değil midir onda? (37) 1941 güzüdür; Eylül. Astımlı karısı Lotte’ye iyi gelen Alplere benzer havası nedeniyle Brezilya’nın Petropolis kentindedirler. 1942 Şubat’ına yani karı koca Zweig’ların intiharına dek geçecek yaklaşık altı aylık süreye yayılıyor roman. Ancak savaş, Almanya’da yaşananlar, yıkımlar, kırımlar, cinayetler, vahşetler yakasını bırakmıyor Zweig’ın. Yardım ettiği dostlarına, ötekilere sevinemiyor bile Zweig, çünkü balçık artık her yana yayılmış, herkes bu bataklığa saplanıp kalmış gibidir. Acıların sona ermesi için yaşamı elinin tersiyle bir tarafa iten çevresindeki dostlarıyla birlikte her şey “parçalar halinde kayboluyordu(r)” adeta. (36) Yazarlar, müzisyenler, ressamlar, sahne sanatçılarıyla kurulmuş dostlukların kuşattığı bu heyecan verici yaşam, bir açıdan işkenceye dönüşmüştür Zweig için. Yakılıp yok edilmiş kitaplardan geriye kalan kırk kadarı yine de o güzel günlerin kokusunu yayarken bir anda bir kez daha gerçeklikle buluşturacaktır Zweig’ı, kavurucu bir ateş gibi. Zweig sürekli kendini sorgularken, o derin vicdani kaygıyla, ama insanlara yardım edememenin acısıyla yaşanan aşağılayıcı kederinden kurtulamaz bir türlü. Lorent Seksik, bu kısacık dönemde Zweig’ın içe sinmiş acılarını, içkinleşmiş hüznünü anlatmıyor yalnız, heyecanla okunan bir roman da sunuyor okura. Yalnız Kafka’yla Zweig mı, bu örneklerdekine benzer biçimde pek çok öyküde, romanda yeniden yaşamıyor muyuz yazarları? Birer roman kişisi olarak soluk soluğa izlemiyor muyuz onları? O halde tartışılması gereken belki de bu, söz konusu romanlar aracılığıyla… Bu, elbette, herhangi yapıtın aslı mı, kopyası mı gibi öteden beri sorulan, tartışılan bir konunun önüne getirmiyor değil bizi, ama olsun, ne zararı var? Öyküleriyle, romanlarıyla bizleri büyüleyen yazarlar bu kez de birer roman karakteri olarak anlatı evreni içinde gezinmiyor mu? Bu büyüleyici okuma yolculuğu az şey mi? O halde hadi kitap fuarına, yazarlarla kol kola dolaşmaya… ? O halde söz konusu bu binlerce yazar, okurun fuarda buluştuğu kitapların yanında yaşamöyküleriyle de bir biçimde çiçek açıyor denebilir. Nitekim yaşamöyküleri, bunları odaklayan monografi, kurmaca, belgesel, anı, anlatı vb. kitaplar da tıpkı bu yazarların kaleme aldığı şiirler, öyküler, romanlar, oyunlar denli heyecan verici, polisiye gibi insanı meraklandıran kitaplara dönüşmez mi? Yazarların duyarlılık haritasını ele veren, onları içli birer yontu gibi ortaya çıkaran bu hüzünlü, kederli, acılı, sıkıntılı yaşamöykülerini okurken insan, eşduyum eşiğini yükselterek onurunu ayağa kaldıran bir edim içine gömülüyor ister istemez… Şu sıra böylesi niteliklerle öne çıkan bir kucak romanla, anlatıyla yaşıyorum yine… Sıralayayım kitapları: YKY’nin okurla buluşturduğu Peter Ackroyd’dan Poe: Kısacık Bir Hayat (Çev.: Esin Eşkinat, 2011), Bernhard Zeller’den Hermann Hesse (Çev.: Kâmuran Şipal, 2011), Jason Wilson’dan Jorge Luis Borges (Çev.: Tonguç Çulhaöz, 2011), Herbert Kraft’tan Musil / Nitelikli Bir Adam (Çev.: Ali Nalbant, 2012), Kırmızı Kedi Yayınevinin Gerd Schneider’dan sunduğu Kafka’nın Bebeği (Çev.: Regaip Minareci, 2011), sonra Can Yayınları dağarındakiler: Lorent Seksik; Stefan Zweig’ın Son Günleri (Çev.: Sosi Dolanoğlu, 2012), Javier Marias; Yazınsal Yaşamlar /Ünlü Yazarların Gizli Yaşamları (Çev.: Pınar Savaş, 2011)… Tek bir yazıda bu kitapların tümüne birden göz atamasak da üstünkörü birkaçına dalarak, kitap adlarında adı geçen yazarların yaşamlarına sızıp kendileriyle kol kola bir yaratı serüvenine katılsak ne dersiniz? YAZARDAN ROMAN KARAKTERİ YARATMAK... Edgar Allen Poe, iki yüz yaşını aşmış bir yazar dostumuz. Herman Hesse de yüz otuz beşinde bir yazar delikanlı… SAYFA 24 ? 8 KASIM 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1186