24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Ş Ü iir Atlası CEVAT ÇAPAN Yosif BRODSKİ/ Şiirler/ Çeviren: Ahmet Emin ATASOY nlü şair, çevirmen, eleştirmen, denemeci, tiyatro yazarı ve 1987 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Yosif Aleksandroviç Brodski, 24 Mayıs 1940’ta Leningrad’da doğdu. Kendi beyanına göre, ilk şiirlerini 16 yaşındayken yazdı. 1963 yılı başlarında Leningrad yönetimiyle arası açıldı, çünkü hem yazdığı Sovyet karşıtı şiirler, hem de sergilediği özgürce davranışlar, iktidar yanlısı ideolojik çevreleri çileden çıkarıyordu. 1964 şubatında Edebiyat Asalaklığı Üzerine başlığı altında kendisine yönelik bir karalama yazısının yayımlanmasından sonra Brodski tutuklandı, 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve cezasını çekmek üzre Arahangelsk ilinin Konoşkıy yöresine sürüldü. 1965’te, süresinden çok önce, serbest bırakıldı. Daha sonra gidip yerleştiği ABD’de gereken saygıyı buldu ve normal çalışma olanaklarına da kavuşmuş oldu. Amerika’da, 10’dan fazla kitaba imza attı. “Geniş kapsamlı edebiyat uğraşları, şiirindeki düşünce enginliği ve şiirsel derinlik”ten dolayı 1987’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü (o, bu ödülü hak etmiş en genç şairlerden biridir). 1995’te, şairin 50. doğum yılı dolayısıyla, St. Peterburg’ta çıkan Zvyozda (Yıldız) dergisi onun yaratıcılığıyla ilgili olarak uluslararası bilimsel konferans düzenledi. M. B. Zarif vücuduna sarıldığımda gördüm arkadaki bildik tertibi: duvar şavkıyordu beyazlığında sehpa sanki ona ekli gibiydi. Lamba aydınlığı yoğun ve soğuk zorluyordu yaşlı ev eşyasını – köşede derisi soyulmuş koltuk parlatmıştı sarısının hasını. Bomboş bir masa. Parke ipince. Kararan bir soba. Şık çerçevede donuk bir manzara. Büfe sadece bir canlı gibiydi bu ıssız yerde. Birden bir kelebek uçtu odada ve bakışım ona takıldı müthiş. Bir hayalet varmışsa da burada, o, bu evden çekip gitmiş. Terk etmiş. *** Tanrı köşelerde yaşamaz öyle zevzek köylülerin sandığı gibi. O tüm varlıkları kutsar sevgiyle ve bölüşür elindeki ekmeği. Köy yerinde çok sık rastlanır O’na cumartesi günü mercimek haşlar, mahmurlu, dans eder ateş başında, beni tanık sayıp şakaya başlar. Duvarlar örer O. Ormancıları kızlarla everir. Kimi kere de şakadan şaşırtır ters avcıları saldırırken yabanördeklerine. Gariptir seyretmek içten ve tutkun Koşan yaprakları güzün önünde. Yaşanması bu türden bir duygunun Mümkündür salt bir ateist köyünde. *** F. W. Kadran üzerinde yelkovanla akrebin tam saat on ikide buluştukları gibi, biz de Praçeçnıy Most’ta buluşup birkaç günlüğüne değil de, sonsuza dek ayrılmak üzre vedalaştık ya seninle, şimdi Praçeçnıy Most’ta narsizm hastası bir balıkçı, anlaşılan mayosuz olduğundan bile habersiz, su üstünde titreyen suretine kafa tutuyor. Irmak onu kâh genceltiyor, kâh yaşlandırıyor, ergenlik çizgilerini geri getiriyor kimi, kimi de alnına kırışıklıklar serpiştiriyor. Bizim yerimizi almış o. Üstelik haklı. Belli bir süreden beri, yalnız olan her şey başka bir zamanın simgesi haline geldi ve kendi mekânını aramakta kendince. Varsın o da bizim sakin sularımıza baksın doyunca ve tanısın kendini. Onun yasal hakkıdır bundan böyle bu ırmak, tıpkı içinde aynası bulunan, ancak yaşayanı olmayan bir ev gibi. İBRET’TEN VI Gece çölde kalacaksan, taştan ok yap kendine, çünkü CUMHURİYET KİTAP SAYI 1142 ‘Gerçek, gerçek olmaktan çıkmaktadır akışıyla zamanın’ birdenbire uyandığın zaman yürümen gereken yönü tek ondan öğreneceksin. Geceleri çölde cinler yolculara zulmederler. Ve onları dinleyenler kolayca yitirirler yolunu: Tek yanlış adım ve sonra… elveda. Hayaletler, ruhlar, kötücüller – ev sahibi sayılırlar burada. Sen de emin olursun kum hışırtısının bu esrarından, ta ki burada senden de geriye bir ruh kaldığı zaman. VII Hiçbir zaman hiç kimse kesinlikle bilemez hiçbir şeyi. Rehberinin sapasağlam sırtını seyrettikçe, sanki geleceği görüyormuşsun gibi bir duygunun avuntusuna da kapılsan mümkün olduğunca ondan mesafeli durmaya çalış. Yaşam aslında mesafelerden ibarettir çünkü… bugünle dünün arasında olduğu gibi, üstelik… yarının da. Yürüdüğün yolda adımlarını sıklaştırman, peşinden gelen şeye bağlı, o, bir katil, bir hırsız, kendi geçmişin gibi bir şey olmalı N. N.’İN RUHUNA Seni unutur gibi olsam da, girişteki sıvayı tam unutmuş değilim hâlâ, kaburgaları anımsatan kabarıkların üzerinde isiliklerce dizili “içeceğim ben” ya da “seni öldüreceğim” türü soyadlarını içeren kapı zili levhalarıyla dolu ısıtma borularını, asbestin sedef hastalığını ve ayrıntılarını… kuşatma günlerinin artığı elektrik sayaçlarından saçılan tehlikeli salgın, nasıl silinir anılardan. Sen öldün. Ama onlar kaldılar. Bahtsız prenses Stenka gibi kendini sulara atıyor yıllar, tıknefes. Şirket tabelaları farklı, dönen paralar farklı, yeşeren filizler farklı, ayrıca leşler var, farklı. Peki, yaşadıklarımızı ne yapalım şimdi? Hypothalamusun içeriği düşünmeye hiç değer mi, örneğin kişnemeyi ve onun gürleyişini, Truva’dan uzakta kalan kahramanlar anlamaz hiçbir zaman. Ne o? Neşeli olmam yönünde mi uyarıların? Bulutlara mı yönelteyim bakışlarımı? Onların yüzleri de, tüm çizgileri de, büyük olasılıkla, Hollanda danteli astarlı bir cekettir. Paraşütle geçmişe atlanamaz şimdi, ne de tramvay marifetiyle, ne açık damarıyla nehrin, ne deterjan ikidilliliğiyle savaş sonrası görüntüsüne dönmek mümkün: dinamitlenen onlarca yıla karşılık, bugün o on bir metrekare beyninde sinir hücresi gibi büzüldü bir yere ve canlandırdı hemen tornanın dibindeki o pazen battaniyeyi, hani üzerinde sürekli sunuyordun kendini başı kasketli delikanlıya. Bulutlara bakınca – paçavralardan ibaret bir dünya Görüyorum darmadağın, tıpkı o karedeki gibi, zor bir soruyla birlikte: bu kayba gözler alışabilir mi? Değmez, güzelim. İklimsel şaşırtmacalar dışında varlığını sürdüren başka ne var? Zaman başka, reverler, tavırlar, dogmalar başka. Ve şimdi, bu yüzyılın sonu yaklaştıkça, seni bütünüyle anımsayan tek benim zamanının dışında. Çırılçıplak bedenin, çarşafın üzerinde hep öyle. Görünen o ki, beden iyice yitirince o ateşi, özündeki, anılara direnir oluyor galiba. Kendini gerçekten varoluşunun en güzel kısmından vazgeçen, bir günahkâr erkin kurbanı sayıyor belki, üstelik de gelecek adına. Görüyorum ki, meleklerin sivriltilmiş kalemlerinden çıkan: endam, kalçalar, baldırlar, omuzlar, ihtişam… hep şöhret adına ve her şey o sarılmanın bedelidir Ve sonuçta bu… heykelin felaketidir. Ne ki seni kurtarmak için çok geciktim ben. Senin saf Pompei’nin üzerine aniden benim unutulmuş Vezüv’üm yüklenmekte: hakaretleri ve çılgınlıklarıyla birlikte mekânsal değişimler, Asyalar, Avrupalar, sorumluluklar; günler, yıllar ve daha ne kadar şeyin oluşturdukları kalabalıklarca, felakete kovulan ilişkiler ve duygular. Ve sen işte bu lavın altına gömüldün. Bu şarkım bile benim eski bir kazıtın – ‘gerçek!’ diye bağırmak istediğim – bir uygarlığın değil de, senin gömülmenin bir uzantısıdır, kalbimin içindeki. Elveda, sevgilim. Unutur gibi oldum seni. Hiçliğin kenevir bezi, her dokuya yakıştığı gibi senin yüzüne de çok, hem de çok yakışıyor. Ve yok etmeye değil, sende seni korumaya çalışıyor – örneğin yüz ifadeni esirgemiş itici donukluktan – yaşatarak o sıcaklığı, patlayış anında oluşan. ANI Je n`ai pas oublie, viosin de la ville Notre blanche maison, petite mais tranquille. Charles Baudelaire Ev, dilsiz ve sağır bir parkın yeşilliğine atlayıvermiş bir geometriydi ve o parkın heykelleri – anahtarsız kimseler – başıboş geziniyorlardı çiçekli bahçelerde, dümdüz ve geniş, ışıyana dek, o hangisinin kimin olduğu belirsiz, pencereler. Yaprak hışırtısı, kadere tevekkül olanaklarının her birini (genelde akşam karanlığı çökerken) iyi hesaplamıştı anlaşılan ki ustaca kullanıyordu lambaların bakış açısı eğiklerini ve buydu onlardaki volframı son hadde dek korlaştıran. Ama panjurlar kapanmıştı. Kumlu çakıl taşları, çıkardıkları sakıngan ve tekdüze gıcırtılarla bir konuğun gelişini değil de, etraftan toplayıp getirdikleri yosun yüzlü evsiz barksızlıkları gururla duyuruyor gibiydiler sanki. Gece yarıları geçtiğinde, belirsizlik, kim bilir belki de sadece dikbaşlılık, öğreten en yüksek okullarda özellikle yetiştirilmiş bulutlar, çırılçıplak uzayı, düz açıların o vahşi birleşmelerinden, yumuşacık döşeğiyle, tıpkı bir baba gibi, korumaktaydılar. SONRAKİ YÜZYILDA Gerçek, gerçek olmaktan çıkmaktadır akışıyla zamanın. Kalemin yazdığı bu sözcükleri okuyunca sen, – tıpkı karıncanın ağaca çıkışması türünden – onu tembellikle suçlayacaksın. Unutma ki: insanlar evlerini geçerli bir nedenle bırakabilirler ancak. Bunun için ya kira artışı, ya konut krizi gerek; kısacası huzurlu olmayı amaçlayan ‘gelecek’ sahiplerden hep uzak olmayı yeğler. burçları ele alalım örneğin: dava dosyaları yönünden bakıldığında, ışık hızı eğer bir felaket demekse, onların varlığı yokluğun ta kendisiyse, demek ki yokluk – varlık için tek neden. İpuçları, zaman geçtikçe, daha önemli oluyor suçtan ve günlerimiz daha eğlenceli yaşamın kendisinden; ses noktalama imine dönüşmekte. Oysa ne teleskop uman, ne de bir anı bekleyenler var senden. SU DOLU BARDAK Önümdeki bardaktaki suyum, sucağızım benim, musluktan kaçırılmış gözlerle bakıyorsun bana ki onların parlaklığında, kesinlikle eminim, sadık koruyucunun ikiz eşi par par yansımakta. Ve biliyorsun ki senin geleceğinim ben: huni, capcanlı bir direk, perspektif orantısızlık; iç organların lifleri, atardamarlar bekliyor seni, hatta onların içindeki o anlatılmaz karanlık. Ama sen sakın korkma. Hapishane köşelerinde eşsiz koşullar vardır evsiz barksız özdekler için – özgürlük gibi örneğin parmaklıklar içinde ama gerçek özgürlük, mutlak ve kesin. Sen bensiz olabilirsin elbet. Ama ben kendi sonumu oyaladıkça, daralmış olacak senin de olanakların camlar arkasında bir yağmur olmak için delidolu ve perdahlamak için bensiz yüzünü sokakların. ? 5 OCAK 2012 SAYFA 25 ?
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear