Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K asallarımız, geçmişle geleceğimizin toplumsal gergeften geçirilip farklı bir biçemle önümüze getirildiği bir yazınsal tür… Bunu tamı tamına anlayabilmek için gelin bir masaldan içeri girelim, birkaç satırla: “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarken eski hamam içinde, var varadan, sür süreden. Manisa’dan Tire’den, Mehmet Efem dedim düştüm yola. Mehmet Efe çıkmış dağa, silah atar sağa sola. Mehmet Efe’nin atları kıyır kıyır kişniyor, arpa buğday istiyor. Sus Mehmet Efe sus, masal başlıyor.” “Adı sanı bilinmedik bir zamanda bir padişah varmış. Genç yaşında geçmiş başa, hükmünü yürütmüş dağ ile taşa. Ne var ki işlediği hayır, yaptığı kötülüklerin yanında devede kulak kalırmış.” “Allah böyle bir padişahtan memleketi korusun. Böyle bir insan başta iken insanlarda ne huzur kalır, ne mutluluk.” “İnsanlar yaşadıkça (…) padişah yaşlandıkça huysuzluğu artmış, huysuzlandıkça halkı canından bezdirir olmuş./ Sabahleyin daha kargalar gak demeden uyanır, vezirini yanına çağırır, ipe sapa gelmez buyruklarını sıralamaya başlarmış./ ‘İki kişinin bir araya gelmesi yasak! Buyruğum tezden halka duyrula!’” “Yiğitsen iki kişi bir araya gelip bir çift söz konuş. Kolcular yakanıza yapıştığı gibi haydi zindana… Artık oradan nasıl, ne zaman çıkılır, Allah bilir. O ülkede dışarda gezenden çok içerde yatan varmış. Zindanlar tıklım tıklım insan doluymuş…” Bu satırları, Hasan Lâtif Sarıyüce’nin yaklaşık yirmi yıl sonra yeni basımı yapılan Anadolu Masalları (Kapı, 2010) adlı görkemli yapıtından aldım. “Mavi Kahkaha Çiçeği” (57, 58) adlı güzelim masalının girişinden… Aslında bu hafta birkaç kitabıyla Gülten Dayıoğlu’nu konuk edecektim “Kitaplar Adası”na… Ama baktım, 19 Mayıs’a gelmişiz… Elimde olmadan bir soru döküldü dudaklarımdan: “19 Mayıs bir masal mıydı?” Hani Oktay Akbal, “bunları yaşadık mı?” gibisinden sorular üretir ya güzelim yazılarında, onun gibi bir şey… O zaman işte, Sarıyüce’nin Anadolu Masalları’nı açtım, okumaya koyuldum… Masal başka bir havaya sahip. Okumak için çocuk olmak gerekmiyor ille. Hangi yaşta olursanız olun, masal dünyasının sizi çeken bir yanıyla karşılaşabiliyorsunuz çünkü… MASAL, YAZAN İÇİN YAZARLIĞIN NAKIŞI... Masalı, yazınsal tür olarak kültürler arası, diller, dinler, ırklar, ülkeler, metinler arası bir üst metin olarak alabilmek olası… Şimdilerde küresel emperyalizmin insanlığa bir “alicengiz oyunu” olarak yutturmaya çalıştığı kazık bağlamında giderek geri çekilmiş, etkinliğini, gücünü yitirmiş görünse de insanoğlunun birikimsel anlamda taşıyıp getirdikleri arasında önemli yer tutuyor masallar. Bu çerçevede tüm yazarların değil yalnız, sanatla içli dışlı olanların tümü için de birinci elden yararlanma kaynağı… O halde masalların bir sanat türü olarak okunması, alımlanması ayrı, işin erbabının bir ustalık türü olarak masaldan yararlanmaya yönelmesi çok ayrı… Nitekim Hasan Lâtif Sarıyüce, kaleme aldığı “Önsöz”de bu doğrultuda önemli bir vurgu getiriyor: “Masalların bize özgü bir anlatım dili bulun(ur)… Bu çok özgün dili, masal analarının dizi dibinde dinlememiş olanlar, büyük bir fırsatı kaçırmış sayabilirler kendilerini. Yazarlarımız (Yaşar Kemal müstesna) bu dilin varlığına dikkat edebilmiş olsalardı, anlatımlarına doyulmaz yeni tatlar katar, yeni kanatlar takabilirlerdi.” Gerçekten de Nâzım Hikmet’ten Aziz Nesin’e, Yaşar Kemal’e “külliyat” oluşturmuş yazarların itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA M Masal masal içinde ‘Anadolu Masalları’... masala da uzanmış olması üzerinde ne denli durulsa yeridir. Sözü, Sarıyüce’ye bırakıyorum yine: “Toplumlar nerelerde doğdular, nerelerde var oldularsa, masallar da oralarda doğdular, oralarda var oldular. (…) Yerleşim odaklarıyla hiçbir ilişkisi olmayan bir köyden derlenmiş bir Türk masalının aynısına Almanya’da rastlanıyor.” “Pertev Naili Boratav, şöyle (söylüyor): ‘Bir masal, diliyle, masalcının diliyle Türk, Fransız, Arap… masalıdır.’” “Sözlü masal dilimizin zenginliği, kelime toplamından değil, anlatım ve sözdizimi çeşitliliğinden kaynaklanır”. “Türkçe, en zengin anlatım biçimine masallarda erişir. (…) Masal, duruk, gramer disiplinine fazla uyumlu bir anlatımla yazılamaz.” “Derlediğim masalları elimin altında tutarak yirmi beş yıl sonra yazmaya başladım ancak. Bu uzun bekleyiş aslında benim için bir kayıp değil, kazanç oldu.” “Derlenmiş bir masalı, yazar özenli bir anlatımla yeniden yazmış, yeniden kurgulamış, yeni yeni motifler eklemişse masal halk kökenli de olsa… bir edebiyat ürünüdür artık. Halk masalı olmaktan çıkmıştır. Sahibi de… onu yeniden yazıp yeni bir kişilik kazandıran yazardır.” Bizde hemen hemen bütün yazarlarımızın masal yazmaya eğilim göstermesi, buna cesaret edemeseler bile bir masal dilinden, biçeminden yararlanıp dönüştürerek başka türler içinde bunu değerlendirmeye girişmesi, bir açıdan masalın sanatlar için nasıl da doğurucu, doyurucu bir öz taşıdığını imlemiyor mu? Birkaç ay önce masal anlatıcısı “nağıl (nakil) neneleri”yle öykümüzü, öykücülerimizi ilişkilendirdiğim “Kitaplar Adası” yazısının (17 Şubat) bu bağlamda alınması gerekiyor. AÇILIN KAPILAR MASALA GİRELİM... Masallar da insanlar da değişiyor… Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi yürüyüp gidiyor. Karın tokluğuna deve çobanı oluyor. Gözü pek, karnı tok, amma velakin hayatta kendisinden başka kimi kimsesi yok… Bu nedenle Kerem gibi alev alıp tutuşabilir derdine yana yana… Olup bitenlerin üzerine bir tas soğuk su mu içilecek peki? Yok, ama kılavuzu karga olanın da burnu pislikten kurtulamaz herhalde… Bu nedenle insanoğlunun başından geçenler dağdan taştan daha çok değil mi? Oyun oyunda, köyü köyünde, suyu suyunda gerek öyleyse… İyi de azdan az, kurnazdan kurnaz olanların, saman altından su yürütüp de kimsenin haberi olmayanların, çeşme kurdursalar bile hiç kimsenin bakracına su doldurmayanların elinden nasıl kurtulacak âdem? Bir adım atarken bile kırk adım boyu düşünmek gerekmiyor mu? Şimdi ne etsin adam? Hangi diyara gitsin? Emekleri olmuş zay, vay amanın var… Görmeyen ne bilir, sürünün içinde hangisi sığır hangisi camış? Bakıyorsunuz, ayakları dilim dilim dilinmiş insanımızın. Yamalı entarisi yolum yolum yolunmuş. Ünlemiş: Sürün atlılar sürün, beni alın götürün kaldım düşman içinde. Yaz gitmiş güz gelmiş bağlar talan içinde. Ama gelimli gidimli dünya, ucu ölümlü dünya… Dünyaya kazık kakmış biri var mı aranızda? Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Günün birinde öyle bir ülkeye ulaşmışlar ki, kimse kimseye haksızlık yapamıyor. Gücüne güvenerek kimse kimseyi ezemiyor. Orada yoksul da bir tutuluyor zengin de. O ülkeye yerleşip kalmışlar… Gökten üç elma düştü diye bitirelim sözü; gözleri zorluktan yılmayan, yorulup yolda kalmayanlarla hak gözetenlerin başına üçü de… Masal diline dayalı bu aktarımları Sarıyüce’nin Anadolu Masalları’ndan alıntıladım hep. Evet masallar da, insanlar da değişiyor. Masalın da insanın da bir doygunluk noktasına varacağı düşünülmemeli bu nedenle. Siz, istediğiniz denli değişin, değiştim deyin, sizi değişime uğratacak bir neden gelecektir ille de önünüze. Masallar da öyle. Biri ötekine ulanıp duracak, Binbir Gece Masalları gibi sonu gelmeyecektir bir türlü. İnsanımızın masal düşkünlüğü, dünya çocuklarının masala yatkınlığından daha mı azdır? 19 Mayıs da böyle değil mi? Bir masal mıydı yaşadıklarımız? O halde gelin yeni bir akış verelim masallarımıza… Eğer Anadolu deyince masalın, 19 masalcının dünyasına giriyorsak boşuna değil. Masalcı neneleri, masalcı anaları, anlatıcılar, meddahlar, seyirlik oyunların oyuncuları Anadolu’yu bu masalların yurdu yapan ruhun üfleyicileri belki. Ama asıl sahipleri, halkları da… Aydınlanma için de geçerli bu. Tamam, aydınlandım dediğinizde, karanlık kuşatmaya başlayacaktır çevrenizi, akşam alacası düşmüş bir koyu gecenin başlangıç lekeleri halinde. 1789, 1917, 1923 bireysel, toplumsal haklarda, yurt haklarında akıp gidecek sürecin başlangıç tarihidir, bu bağlamda bir sıçramadır elbette, ne ki olmuş bitmiş, hep gidecek bir aydınlanmanın tarihi de değildir. Çünkü aydınlanma süreçtir… “MASAL BİR HAYAL DİSİPLİNİ”... Melek Özlem Sezer, bir masal dünyasında gezindirircesine çağıltılı, renkli Masallar ve Toplumsal Cinsiyet (Evrensel, 2010) adlı eleştirel incelemesinde en başta söylüyor diyeceğini: “Masal, bir hayal disiplinidir.” (11) Sezen, “simgelerin peşinden gidilip ideolojik altyapısı çözüldüğünde, kurduğu gerçekliğin ve kurnazca altbene işlediği iletilerin, yarattığı hayallerden çok daha şaşırtıcı olduğu”nu söylediği masalların “fantastik yapısı, içerdiği tutku, coşkulu yanı ve elbette romantik dalgalanmalarıyla “dikkat dağıtıcı” olduğunu vurgulamaktan geri durmuyor. “Nereden bakarsak bakalım, dişi bir konu, doğurganlığı sınır tanım(ayan)” “masal güldürür, ağlatır; tutkuya, aşka, erotizme dair ne varsa alevlendirir; özellikle fabllarda hayat dersi verir; arkadaşlığı, iktidarı, yaşamı irdeler; düşünme eylemi nin sınırlarını genişletir; bazen de hele ki klasik masallarda düşünme araçlarını yok etmek üzere çalışır. Ayrıca özgürlüğe açtığı kapıların niteliği ve arzuları yalnızca kendi türünün sağlayabileceği bir dürüstlükle ifade etmesi de hayranlık verici özelliklerindendir.” (11, 12, 13) Bu çerçevede Sezen’e göre masalın, “daha çok halk anlatı geleneğine dayandığı için yaşamaya devam etmesi toplumsal kabule bağlı” nitelik taşıyor. Bundan ötürü de “iktidarı sorgulayan değil, ona destek olan, fon ne kadar fantastik olursa olsun aşk ve aile ilişkilerinde bir kalıbı sağlamlaştırmanın ötesine geçmeyen, cinsiyetçi masallar daha fazla yayılmış ve kemikleşmiş” bulunuyor. (15) Nitekim “LombardiSatriani, folklor ürünlerinde çok sık rastlanan ‘zengin’ ve ‘yoksul’ kategorilerinin Marksist terminolojinin temel kavramları olan sömüren ve sömürülen kategorileriyle aynı anlama gelmediğine dikkati çek”iyor. (Aktaran: Ahmet Oktay; Popüler Kültürden TV Sömürgesine, İthaki, 2009, 17) Melek Özlem Sezer, “genel olarak klasik masallarla Yeşilçam’ın siyah beyaz dönemindeki kimi klişe filmler arasında bir köprü” de kuruyor: “Anadolu masal geleneği, Külkedisi gibi evrenselleşmiş masalları da bünyesine alarak, kendini bu dönemdeki filmlere aktarmıştır. Bazen hikâyeyi doğrudan alarak, bazen de işlemiş olduğumuz altyapıyı, tiplemeleri, bu tiplemelerin özellikle iyiliklerini ya da kötülüklerini açıklayan yan hikâyeleri kullanarak…” (22, 23) İleriki haftalarda Sezen’in yapıtına bir başka açıdan yeniden döneceğim. Şimdilik tadımlık olarak yetineyim… Ama asıl önemli yan, bir “hayal disiplini” olarak aldığımızda masal gerçekliğiyle yaşam gerçekliği arasında kurulacak kolanda yatıyor kanımca… İster okur ister yazar olun, Oğuz Tansel ile Hasan Lâtif Sarıyüce’nin tüm masallarını okuma tadından mahrum etmeyin kendinizi… Ama Melek Özlem Sezer’in Masallar ve Toplumsal Cinsiyet adlı çalışmasını da gözden ırak tutmamak koşuluyla… Yazınsal tür olarak masal gerçekliğiyle yaşamdaki olgusal gerçekliğe değindim. Buradan kalkarak bir soru size… Ne oldu, neler yaşandı da bir olgu konumundaki 19 Mayıs, gide gide masal gerçekliğine dönüştü? Ama gökten elma düşmüyor ki… CUMHURİYET KİTAP SAYI 1109 MAYIS 2011 SAYFA 29