Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K ıllardır öykülerle süsleyip de karşılıyorum şubatları; 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün önündeki, ardındaki haftaları allı pullu giydirmek, benim için kış ortasında bahara göz kırpmak anlamına geliyor… Öykü, genç yazarlarla kadın yazarların ya da yazmaya heves eden gençlerin yakınlık duyduğu yazınsal türlerin başında geliyor. Öteki tür için şiir denebilir belki. Dilimiz bizi bir açıdan böyle yönlendiriyor sanki. Şiire, öykülemeye yatkın bir dilin törel göreneğiyle yetiştiriliyoruz çünkü… Nitekim öykü sanatı hayatın içinde gezinmiyor mu? Sözgelimi kullanmalık bir dile, iletişim diline dayandığı halde düğünden doğuma, doğumdan ölüme birbirimizle ilişkilerimizde, dedikodumuzla söylenimizde, derdimizi anlatmakta ya da başkalarını dinlemekte vb. hep öyküden yararlanmıyor muyuz, öyküleme diline başvurmuyor muyuz? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öyküde gettolaşmak mı duvarları yıkmak mı? çok büyük heyecan dalgası halinde süren öykü günü etkinliklerini düşünelim… Bunun eski gücünü koruyamadığı çok açık… Geçmişte Memet Fuat’la başlayan Özcan Karabulut’tan Adnan Özer’e, Semih Gümüş’ten İlknur Özdemir’e, Feridun Andaç’a, Hasan Özkılıç’tan Kadir Yüksel’e, Aysu Erden’e çok geniş bir yelpazede mutlaka anılması gereken yazıncılarla birlikte göndere çekilen bir alan bütünlüğünden de söz edilemez herhalde. Adamöykü gibi görkemli öykü dergileri yok artık… İzmir’i saymazsak, büyük bir sokak hareketine, nerdeyse nümayişe dönüşen Ankara Öykü Günleri gibi etkinlikler de yok ortada… Oysa biliyoruz ki bu iki büyük etkinlik, insanlığın zaman zaman yolunu kesen bir tarihseltoplumsal güce benzer bir “zor” halinde öykünün büyük ivme kazanmasına yol açmıştı geçmişte. Öykü, içinde hapsolduğu bendi yıkmıştı bir bakıma… Niteliksel bağlamda 1950 Kuşağı öykücülerinin sağladığı büyük gelişmeden yaklaşık yarım yüzyıl sonra, öyküde ikinci büyük gelişme çığırının ağırlıklı olarak kendini duyurduğu 19952005 tarihlerine özgülenebilecek bu süreç elbette yeni evrilişlere doğru yol alacak. Ama bu arada öykücülüğümüzün görece sürtünme yaşadığı, ağırlaştığı da bir gerçek. Böylesi olumlu gelişmelerin yükselen bir ivmeyle sürgit akması düşünülemez elbette. Bütün doğal, tarihsel olgularda gözlendiği gibi bunda da bir alt kıvrım, düşme eğrisi, duraklama ya da geri kalma olası elbette. Ancak söz konusu evrede gelişmiş bir öykü anadamarı ileriye giderken bir başka damarın geride kalması, ileriye yönelmiş damardan koparak kendi üzerine kapanması önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu da ortaya koyuyor. Nitekim öykü, kuvöze alınmışçasına kozasına çekilirken kendi içine kapanık yalıtılmışlıkta, adeta öykü gettosunda yaşamaya koyuluyor görece. Yazınımızda tüm öykü kamuoyunun aynı gelişmeyi eşit paydaşlık çerçevesinde yaşaması, yeni deneylerle zenginleşmesi, bunları ileriye taşıması beklenemez elbette. Ne ki öykü alanında özellikle eskiye oranla çok daha belirgin biçimde ortaya çıkmış görünen söz konusu iki farklı kavrayışın birbirinden kopuk halde varlığını sürdürmesinin de öykücülüğümüzde nice zarara yol açacağının öngörülebilmesi gerekiyor. Özellikle anakentlerde ya da Anadolu’da dar çevreli dergilerle belli gruplar odağında bir araya gelişlerin öyküdeki gettolaşmayı daha ileriye taşıyacağı, öyküdeki tenhalaşmanın sürebileceği, öykü sanatının kör bıçak gibi kesmezleşeceği konusunda duyulacak kuşkuyu, kaygıyı da yabana atmamalı. Bu çerçevede İzmir’de Kadın Yazarlar Derneği üyelerinin başı çektiği EKYAZ (Egeli Kadın Yazarlar Platformu) ile Ankara’da Öykü Teknesi dergisi ile Kanguru Kültür Merkezi çevresinde bir grup öykücünün ürettiği, Anadolu’nun pek çok yeriyle bağlantılı olarak yükselen bir öykü erkesinin gettolaşmayı kırıcı yanıyla öne çıktığı da ileri sürülebilir eğer yanılmıyorsam. ÖYKÜ TÜRÜNÜ GETTOLAŞMAYA DAYANMADAN YAŞAMAK Yukarıda aktardığım veriler dikkate alındığında kimi yazarların verimlediği öykü kitaplarının getto koşullarında üretilmiş yapıtlar olduğunu düşündürtecek pek çok ipucuyla karşılaşılıyor. Ama yine de yazınsal türler içinde gettoda üretilmediğini ele veren, tersine yerel, ulusal, uluslararası öykü değerleri yönünde, öykü estetiğinin evrensel değerleri temel alınarak üretilmiş pek çok kitapla buluşuyoruz denebilir. Ülkemizde roman, şiir gettosunda üretildiği kuşkusu uyandırabilecek çok daha fazla sayıda kitapla karşılaşıyoruz aslında. Hem ilk kitap olarak hem de yazarların süreğen verimi konumunda. Diyeceğim öteki alanların yazarlarına oranla çok daha fazla sayıda öykücü getto dışına çıkmayı başarmış görünüyor kanımca. Bu çerçevede önceki haftalarda masama aldığım ilk öykü kitaplarına yer açmayı sürdüreyim istiyorum. Filiz Bilgin’den Öykü Sokağı (Kanguru, 2010), Çağnam Erkmen’den Aniden ve Hepsi Birden (Hayal Et, 2009), Murat Darılmaz’dan Yola Düşen Gölge (Kanguru, 2010) bunlar arasında. Filiz Bilgin, hoş, sıcak, duygulu öyküler kaleme alan bir yazar izlenimi bırakıyor. Yine de “Kayıkta Üç Adam”, onun ustalıkla giriş yaptığı öyküyü sonradan nasıl sıradanlığa kaptırdığını da gösteriyor. Bir güzel düşten uyanıp olan biteni bir anda anlatıvermeye dönük bir anlatıcı tutumundan kendini kurtaramadığı için… Böyle olunca öykü yükseklik yitirmez mi hiç? Bu, öykünün taşıyabileceği gerilimi, merak güdüsünü hakkıyla yansıtmanın da önüne geçiyor yazık ki… Gerekli soyutlayım, dönüştürüm yapılmayınca da eksiltili, örtük bir dolaylı anlatıma, anlamlandırmaya gidilemiyor, bunun yerine dıştan birebir anlatılarak kurulmuş bir öykü çıkıyor karşımıza… Kimi öykü öngörüleri, yanısıra dil, söylem isyanları da getirebilmeli oysa yazar. Sözgelimi nasıl olur da “bayan” (14, 15) der öyküsünde Filiz Bilgin, hem de bir “kadın” yazar olarak? Üstelik “olasılıklama” (29) gibi bir sözcük de kullanmışken? Oysa “Koşu”, bütün bu sıkıntıları aşmış, gerekirlikleri yerine getirilmiş bir öykü. Filiz Bilgin’in bu soluğu koruması gerekiyor verimlerinde. Böyle bir yeteneği olduğu görülebiliyor ayrıca. O zaman, “Ha gayret!” demek düşüyor bize… Gettoyla yan yana yaşarken gettoya yenilmek yok! Sonuçta Öykü Sokağı, öykü gettosunun soluğunu duyurmakla birlikte gettonun dışında verimlenmiş bir ilk öykü kitabı olarak alınabilir pekâlâ… Çağnam Erkmen, işin başında özenli, seçici dil yaklaşımıyla dikkati çekiyor ilk öykü kitabında. “Sudoku Annesinin Kızı” başlıklı öykü insanın içini ısıtan bir verim örneğin. Ama bu arada hoş, eğlenceli havasına karşın satır araları bir ölçüde çizgisellikle doldurulmuş öyküleri, kahramanları da var yazarın. Kimileyin de şaşırtmacalarla geliştiriyor Erkmen öyküsünü. “Adım Kadir”, “Hepimizin Bir Yeri Var” vb. bu yönde örneklenebilir. Sonra kara anlatıya yaslanan bir alaysamadan da yararlanıyor yazar. Diyeceğim, başlangıç için iyi bir adım Erkmen’in ilk öykü kitabı. Belki de onun, asıl içselleştirmesi gereken konu, öykü sanatının kendi iç yasasına yönelik ipuçları. Pek çok yazarın da düştüğü bir tuzak bu; öykü sanatını, yalnız anlatım biçimiyle örülü, buna dayalı yazınsal tür biçiminde almak… O zaman yazar, öyküyü kendi iç yasası çerçevesinde zorlayıp kendiliğindenlik ilkesini görmezden geliyor bir bakıma… Aniden ve Hepsi Birden, yine de sevgiyle karşılayıp kucaklayacağımız öykülerden oluşuyor denebilir. GETTOLAŞMADAN ÖYKÜ UYGARLIĞINA KATILMAK... Murat Darılmaz, Yola Düşen Gölge başlıklı ilk öykü kitabında, anlatacağını örtüksaklı tutmayı öğrenmiş, gerekenleri yeri, sırası geldiğinde anlamlandırarak kendine güven kazanmış bir yazar izlenimi bırakıyor. Bu yargıyı zedeleyici örneklere rastlansa da yazarın genelde bu yönde başarı gösterdiği savlanabilir. Bu çerçevede yalın söyleyişi, öykülerine bunu yerleştirme hüneriyle öne çıkıyor denebilir. Eksiklik bırakılmayan, ama fazlalık da barındırmayan bir öyküleme bu. Gereksiz yere konduruluvermiş tek tümceye rastlanmıyor neredeyse. Buna karşın yazarlık zanaatında kimi eksiklikler de barındırmıyor değil tuhaf biçimde. Gerçi klasik, bildik bir öyküleme bu, ne var ki bunu öylesine yüksekte götürüyor ki yazar, biçemsel değişiklikler, biçim oyunları beklemek gereği duymuyoruz bu nedenle. Öte yandan düşünsel yoğunlukla, içkinlikle öykülerini yapılandırması farklı kılıyor bu verimleri. Soyutlayımın, dönüştürümün düzeyinden kaynaklanıyor kuşkusuz bu. Öte yandan öykü kişilerinin ruhsal yapısını yansıtmakta da başarılı yazar. Öykülerini bilinmezlerle örüntüleyip öyle yapılandırıyor Darılmaz. İyi bir öykücü mayasıyla karşımıza çıktığı söylenebilir onun. Yaşamöyküsünden öğrendiğimize göre yıllara yayılan bir şiir emeği var Darılmaz’ın. Öyküler okunurken anlaşılabiliyor bu. Nitekim imgelem derinliği, bütün bunları gizemle örtüşü, ilk kitabını yenice yayımladığı halde işini enikonu bilen bir yazarla karşılaştığımız izlenimi bırakıyor. Bütün bunlardan ötürü Filiz Bilgin’i, Çağnam Erkmen’i, Murat Darılmaz’ı ilk kitaplarıyla tanımaktan mutluluk duydum. Evet bir öykü yazarını bekleyen en büyük tehlike bu bence; öykü gettosunda kalarak bir tuhaf gururlanma duygusu içinde yaşamayı sürdürmek… Getto dışına çıkmadan, çıkıldığında tehlikelerle karşılaşılabileceği gibisinden bir korkuyla sözümona öykü yazmak! Getto, öykünün fare kapanı oysa… Öykü ise, gettolaşmaya karşı geliştirilebilecek manifestonun ta kendisi! Y Ne var ki öykülemeyle öykü sanatı arasında birebir ilişki kurmak da bir o kadar yanlış… Hoş, öykü sanatını böyle anlayan, öykülerini böyle verimleyen, ötesinde çalakalem öykü üreten azımsanmayacak sayıda öykücü olduğunu kestirmek zor değil! Genç yazarların öykü türünde direnip kendini kanıtlamaya çabalamasının, alana erke taşıyıp türe yönelik katkı koymaya can atmasının örneklerine sıkça rastlanmıyor belki, ama bu alanda kalem oynatmaya koyulan hemen her yazar adayının bir an önce kitaplanıp kanatlanıvermek konusunda dizginlenemez biçimdeki o baskın dürtüyü alt edemeyişinin azımsanmayacak örneğiyle karşılaşılabiliyor yine de. Bu çerçevede öyküde kalem oynatan Türkiye’ye dağılmış iki bin dolayında yazar gösterilebilir sanıyorum. Bunların tez elden kitap yayımlamak için can attıkları, öykü sanatında varlıklarını göstermek, bu alanda kendilerine yer açmak için çabaladıkları gözlenebiliyor ilk ağızda… Demek ki bir kasaba nüfusuna denk öykücümüz var. Buna sevinilmez mi? Ne var ki bu övüntüyü şöyle bir soruyla karşılamanın da sayılamayacak yararı olmalı… Öykü türünde bu anlayışla kalem oynatan genç, erişkin, kadın, erkek acaba öykü sanatının kendisiyle, buradan kalkarak yazın sanatlarıyla, giderek sanatın öteki dallarıyla gerçekte nasıl bir ilişki içinde acaba? Konuyla ilgili ciddi kuşkulara kapılmadığımı söyleyemem. Bu, bende öykünün zaman zaman gettolaşma eğilimi içine girdiği gibisinden hazin bir duygu da uyandırıyor ayrıca… GETTOLAŞMAK; KENDİNİ DIŞLAMAK... Bir dönem yayımlanan öykü dergilerini, SAYFA 20 3 ŞUBAT 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1094