Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Ahmet Büke’nin ‘Kumrunun Gördüğü’ üzerine ‘Yazarken ihtiyarlamıyorum gibi geliyor’ Akraba olan olmayan teyzeler, amcalar, kardeşler, nineler, dedeler, kocakarılar, hacısı, hocası, bıçkın ağır abisi, sümüklü şirin veletleri, tekir kedileri... Büyük bir ailenin fertleri... Yazarının içselinde konuşlu kalabalık aile duyumsayışı, kasaba ahalisinin birlik duygusu, sohbetler, buluşmalar, güçlü paylaşımlar şeklinde akan ortak hayatlar... Dingin gibi görünse de aslında ne fırtınalar yaşıyor ömür, ne fırtınalar esiyor... Yazıyor Büke birey birey... Bir tek kahramana yüklemiyor öyküleri. İniş çıkışlı, dalgalı bir biçem, teknik... Karakter imecesi tam anlamıyla... Uçmuyor, rüyalara dalmıyor, hayatın içinde ne varsa onu yazıyor. Cezaevlerinde örselenen arkadaşlarına da saygı duruşu, hayattan neşeli karelere de... Ahmet Büke ile Kumrunun Gördüğü adlı kitabını ve öykülerinin belkemiğindeki o gözlemci çocuğu konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR lk olarak yazma konusunda seni asıl öne koşan, öykülerinin belkemiğindeki o gözlemci çocuğu ve beldesini anlat bize? Küçük bir Ege ilçesinde doğdum ben. Manisa’nın Gördes ilçesi. Delilerin akıllılar kadar muteber olduğu bir yerdi. Hatta hâlâ Gördes’te deli birisini anlatmak için “o, biraz normal, idare et işte” derler. Yani delilerin normal olarak tanımlandığı bir yerde doğdum ve ilk gençliğimi geçirdim. Zaten bu bile, yazar olmak için yeterli bir neden sayılabilir. Dedem, babam ve babaannem büyük hikâye anlatıcılarıydı. Evimiz ve babamın manifatura dükkânı insanla dolar taşar; meraklı bakışların ve kahkahaların mekânı olurdu hep. Ben de küçük bir çocuk olarak bu temaşayı dinlemek ve izlemekle meşguldüm. Evde divanın altına saklanır ya da dükkânın bir köşesine siner, dulları, delileri, kız kaçıranları, dağları kesen eşkıyaları, mezarlıktan çıkan devleri, Rusya’daki yedi başlı ejderhayı, CHPAP kavgalarını, kadayıfın kızaran altını, Beşparmak dağlarında vurulan amcamın oğlu Ahmet’i, öldürülen gençleri, Dümbelekçi MelaAhmet Büke hat’ın deprem yaratan memelerini, Cip Hasan’ın tavuk karası gözleriyle ramazan davulcusu olup olamayacağına ilişkin günler süren tartışmaları bitmek bilmez bir iştahla dinlerdim. Bir de bizim ev ve dükkân delilerin Kâbe’si gibiydi. Soframızdan, avlumuzdan eksik olmazlardı. Onlar sayesinde birkaç kere başka mahallenin sıpalarından dayak yemekten kurtuldum. Beni korur kollarlardı. En güzeli Deli Osman Abi idi fakat. O Teksas’ta yaşadığını sanıyordu. Ben Rodi olurdum, Osman Abi de Çelik Bilek. Deli Hasan Abi’yi de arada ikna edip Profesör rolüne alırdık. Sonra ormanda Teksasçılık oynardık. Kimse de bize ne yapıyorsunuz demezdi. Bütün ilçe bizi izler, gülerdi. “ÇOK FAZLA KENDİNİ ANLATMAMALI YAZAR” Nasıl yazarsın, öykü nasıl dolar zihnine, tarzın nedir? Bir de geç başladın yazıya değil mi? İlk öykümü 32 yaşında yazdım. Biraz geç bir yaş edebiyat için. Ama başladıktan sonra yaşım durdu sanırım. Yazarken ihtiyarlamıyorum gibi geliyor bana. Öyle afili bir durum değil benim için yazmak. Yani büyük yaratım sancıları, ağrılar çekmem, cehennem hissetmem. Can sıkıntısını gidermek için yazıyorum ben. Bugün bir arkadaşım öldü, beni seven biri sevmez oldu, sular akmıyor, kedinin birinin kuyruğu ezilmiş, hadi iyileşeyim biraz diyorum kendi kendime. Yazdıkça daha bir insan ve iyi birisi olduğumu hissediyorum. Sonra oturup yazıyorum. Hayatı bulunduğu yerden algılayıp yorumluyor “Sarı Rüya Defteri” öykün, sonra büyük resimle de öyle başa çıkıyor sanki... Öykünün mekânında hayat dingin gibi görünse de aslında ne fırtınalar yaşıyor ömür, ne fırtınalar esiyor birey birey... Tepsisiyle darbuka çalan çocuk da, karşılarında göbek atan amca da, cenaze evine postu seren genç de öykünün taşıtında tanış yolcular gibi... “Sarı Rüya Defteri”, özel bir öykü benim Gamze Akdemir raz da yazarın üzerinden akıp geçen ve kendini geleceğe taşıyan bir gen gibidir. O bizi kullanır sanki. Yazanda da görece bağımsızdır. Onun bu bağımsızlığına halel getirirseniz kötü yazmaya başlarsınız. Sinema salonda ve karanlıkta izlenir. Gözleriniz size ait ama karanlık sinemanındır. “İYİ Kİ ÖLÜM VAR, YOKSA ANLAMLI BİR HAYAT YAŞAYAMAZDIK” Kumrunun Gördüğü’nün sloganı veya sloganları ne? Özgürlük sarhoşu Veysel’in “Yaşasın Hayat, Yaşasın Hayat, Yaşasın Hayat...” nidası bir tanesi olabilir mesela... Cezaevinde açlık grevindeyken operasyona uğrayan bir arkadaşım, bütün koğuşun “Yaşasın Ölüm!” diye bağırdığını söylemişti. Yani acı o kadar yüksek ki, ölüm bile daha iyi. Çocuklarına bu çığlığı attırtan bir ülkenin utançtan öleceğini düşündüğüm için tersini yazdım kitapta. Aslında asık suratlı yaşamadın dolayısıyla öyle de yazmıyorsun. Öykülerin epey yönüyle esprili de. Hayattan neşeli karelere de büyüteç tutuyorsun mesela namaz sırasında anne ve teyzesini kızdırıp namaz bozmaca oyunu oynayan iki veletin öyküsü. Bir de anımsıyorum daha önce anlatmıştın, kasabanızda erkekler erken ölürmüş, dul kadınlar toplanırlar, konuşurken uyuyakalırlar, sonra uyanıp kaldıkları yerden devam ederlermiş. Sen ve annen de gülerek izlermişsiniz. Bunun gibi anılardan ve öykülerindeki konuşlanışından birkaç örnek verir misin? En komiği şuydu galiba. Bütün kasaba çocukları gibi ben de yaz tatilinde camiye Kuran öğrenmeye giderdim. Genç bir imam abi atanmıştı bizim camiye. Futbol hastası. Caminin bahçesine kale kurup bize şut çektirirdi sırayla. Yani iki dua öğrenirdik sonra koşa koşa futbol oynamaya giderdik hep bir. O yaz dünya kupası maçları vardı ve tesadüfe bakın ki Ramazan ayına denk geliyordu. Bunda ne var diyeceksiniz ama teravi namazı saatleriyle maç saatleri çakışıyordu. İmam abi ve bizim için büyük sıkıntı doğmuştu birden. Sonra şöyle bir çözüm buldu. “Çocuklar” dedi, “En kısa sureleri seçtim, onları okutup hızla kıldıracağım namazı, hesaplarıma göre sadece ilk on beş dakikayı kaçırıyoruz!” Dediğini de yaptı. Namazı deli gibi kılıp hep en yakın kahveye koşa koşa gider olduk. Ama ramazanın üçüncü gecesi arkada kılan üç ihtiyar amca taşikardi geçirdi bu hızdan. Gidip müftüye şikâyet ettiler ve bizim plan suya düştü! Şimdi esprili dedik, neşeli anlara odaklanmak dedik ama bu öykülerinde hüznün ki burada hüzün derken sadece maziye duyulan özlemle karışık hüzünden bahsetmiyorum hayatın ta kendisinin örseleyen hüznünden bahsediyorum sezilmediği anlamına gelmez. Bir anda durgunlaşabiliyor veya coşabiliyor kahramanların, iniş çıkışlı, dalgalı bir biçem... Ölümle yaşamın aynı pınardan kaynadığını düşünüyorum ben. İyi ki ölüm var, yoksa anlamlı bir hayat yaşamayabilirdik. O nedenler iniş ve çıkış, hüzün ve neşe, iyi ve kötü hep koyun koyuna bu hayatta. Yeni çalışman ne üzerine olacak? Uzun bir yol hikâyesi yazacağım galiba. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Kumrunun Gördüğü/ Ahmet Büke/ Can Yayınları/ 182 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1084 için. Benim kuşağımdan kaybettiğim, örselenen ve yaralı bir ceylan gibi kalan arkadaşlarım için yazdım onu. Bir de yani 70’li yıllarda doğan çocuklar, dünyayı değiştirmenin aptallık sayıldığı bir dönemde ateşe attık biraz da kendimizi. Ne 68 kuşağının saygınlığı ne de 78’lilerin meşruluğu vardı bizim için. Kimse bizi fark etmeden, öğrenci derneklerinde, yürüyüşlerde, okul işgallerinde, sendikalarda ve mahallelerdeydik. Yine kimsenin pek umurunda olmadan ölüm oruçlarına yattı arkadaşlarım. Çok öldük, çok sakat kaldık ve Sarı Rüya Defteri’ndeki gibi bir silik rüyadan ibaret kaldık. Sinema sığınak gibi atfedilmiş kahramana, senin için de böyleymiş değil mi? Aslında hem bunu hem de yapıtın genelinde kişisel izdüşümleri konuşalım. Neler en çok senden, yaşamından yadigâr hatta belki de kimi birebir yapıtta? Biraz kül, biraz duman. Aslında çok fazla kendini anlatmamalı yazar. Daha doğrusu kendini anlattıklarının önüne koymamalı. Yazı bi İ SAYFA 8