Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Erdalînönü ile "Anılar ve Düşünceler " üzerine... "Sosyal demokratjar, özlemle gözJemi karıstırmavalım Kapak konusunun devamı. Don Ktsot'ta, Sanço Pança'nın protokoldeki anlasmazlı&a "Bir eseği sofranın başına da oturtsamz, o yine eşektir!" çözümünü, siyasi yemeklerde önermemek için kendinizi zor tutluğunuzu söylüyorsunuz. Kendinizi tuttuğunuz anlardan biri geliyor mu aklınıza? Örnek vermeye gerek yok, hep olur bu. Dışişleri'ndeyken olmuyor; çünkü, belirli protokol kurallan var. Ama siyasi davetlerde, arkadaşlanmızın amatörce, şuraya mı oturayım, buraya mı oturayım sorularıyla karşılaştım. Aslında başka bir şey daha var. 2. ciltte anlatacağım. Siyasetteki sofralarda genel başkan en rahatsız yere oturtulur. Bunun da mekanik bir nedeni var. Sofranın ortasına oturmanız gerekir. Kalabalık olduğu için, masalar yanyana konulur ve birleşme noktası orta olur. Orada da, masanın iki ayağı yanyana gelir. Insana bacağını koyacak yer kalmaz, en rahatsız yerdir genel başkamn oturduğu yer. Ama Sança Panço'nun hikâyesi hep aklımdan geçerdi, Boşuna uğraşıyorsunuz diye. Ama hiç söylemedim. Çocukluk andarınız arasında bir yere geç gitmenizden dolayı babanızın cok ktzdtğını, bu olaydan aldığtnız dersle siyasi yaşamtmzda da her yere zamanında gittiSinizi anlatıyorsunuz. Toplantılara herTzesten önce gitmenizin "Genel baskana ilgi yok" biçiminde yorumlandtğınt, ancak erken gitmenin hep yarartnı gördüğünüzü söylüyorsunuz. Nasıl bir yarartnı gördünüz? Önce zararını söyleyeyim. Her ülkenin kendi siyasi alışkanlıklan var. Bizim kültürümüzdeki bir alışkanlık da, genel başkan salona girdiği zaman salon dolu olacak. Çünkü öyle olmazsa, genel başkana ilgi gösterilmiyor şeklinde yorumlanır diye Dİr korku var. Öyle de olabilir tabii. Hele kurultaylarda, genel başkanın 1 2 saat geç gelmesi işten değil. Normal hayatta böyle değil tabii. Üniversitede, dış temaslarda zamanında gitmeniz çok önemli. Ingilizlerin meşhur Dİr sözü vardır: "Krallann asaletlerini gösterebilecekleri tek şey, zamanında gitmektir." Başka türlü bir eşitlik olmadığı için, herkese nasıl eşit davranacaklar? Zamanında giderek. Ben hep zamanında gidiyordum. Mesela bir dernek toplantısı ya da bürokrasi toplantısı oluyor. Ben gidiyorum, 34 kişi var salonda. Gidip oturuyordum Gazeteciler de "Genel Başkan geldi, kimse yoktu" diyorlardı. Yararını şöyle gördüm. Oraya zamanında gittiğim için, toplantının neden geç kaldığını da görüyorum. Toplantının zamanında baslamaması bir özensizliktir. Toplantıyı düzenleyenlerin bir eksikliğidır. Zamanında gitmeseniz bunu göremiyorsunuz. Toplantıyı hazırlayanlar "Genel Başkan gelmedi, onu bekliyoruz" diyorlar. Kusuru size havale ederek, kendi işlerini iyi yapmamalarının sıkıntısından lcurtuluyorlar. O açıdan hem yönetici, hem lider, hem SAYFA 4 •" de insan olarak zamanında gitmekten sonunda yarar gördüğüme inanıyorum. Sokrates'in cesareti "Neden korkulup, neden korkulmayacağını bılmek" diye tanımlamasından etkilenmissiniz. Siz nelerden korkarstnız? .. însan, bilmediği şeylerden korkar. Ölümden falan. O tanımı beğenmemden öte, beni şaşırtmıştır. Alışılmış yaklaşım hâlâ öyledır. Ben şimdi çok cesur olma fiyakası yapsam, hiçbir şeyden korkmam diyebilirim. Öyle değil tabii. Insan arkasından ne eeleceğini bilmediği şeylerden korkar. Sokrates, tanımını çok güzel bir mantık silsilesiyle ortaya koyuyordu. Gene sonuçta, bizi şaşırtıyordu. Alışkanlıklarınıza uymayan bir mantık. Felsefe düşüncesi de budur. Insana değişik şeyler düşündürüp, hayata farklı bakmaya götürmek, bu suretle başka anlamlar kazandırıp daha iyi yaşatmak. Ruh anlamında daha zengin yaşatmak. Kitapta Lucretius'dan da ölüme iliskin "Bir gün öleceksin diye niye korkuyorsun? Bu, aünyamn yasasıdır. Senden önce yasamış o kadar değerli insan, hiç seslerini çıkarmadan öldüler. Sana ne oluyor? Sen kim oluyorsun da ölüme karst çtktyorsun?" diye bir altntı yapmıssımz. Ama insan yine de ölüme karsı bir kalıcıltk silaht bulmak istiyor. Kitap yazmanızda böyle bir güdünün olduğu da söylenebilır mi? Yok canım, ben o kadar iddialı değilim. Ama ölmek iyi bir şey değil, insan hep yaşamak istivor. Korkunun faydası yok, nerkes ölecek. O ayrı hikâye de, bir yaştan sonra, korku deyince insanın aklına ölüm geliyor. Sanatta, bilimde, insanın kalıcılık sağladığı bu iki alanda çok büyük yapıtları vermenin arkasındaki temel içgüaü, ölüm korkusu. Yapıtlarıyla yaşamak, bu önemli bir içgüaü ve etkendir kalıcı eserler yapılmasında. Liseyi bıtirdig'inizde fen bılimlerinde eğitim görmek istemissiniz. Ancak bunun için îstanbul'a gidecek olmantz babanızın hosuna gıtmemiş. Bir hafta içinde, Bakanlar Kurulu toplanarak Ankara'da Fen Fakültesi kurulmasına karar vermis. llkokulda da ödevlerinizin arasına karısan bir Arapça metin nedeniyle okul müdürü eve çağırılmış. Bunun gibi birkaç olay daha var. Bu bakımdan görkemli denebilecek bir hayatınız olmuş. Ne dersiniz? Fen Fakültesi yalnız benim için yapılmış gibi görünüyor, ama Ankara Tıp Fakültesi'nin açılmasında başlangıç oldu. Babamın devlet görevlerinde bulunması, yatlara binmesi, özel trenle gitmesi... Ama ev hayatımız orta halli insanların hayatından farklı değildi. Aristokrat bir hayatımız yoktu. Zaten Türkiye'de Aristokrasi yoktur. Nurettin Şazi Kösemihal'in "Allah Nedir?" adlı brosüründen söz ediyorsunuz. Lısedeyken bu brosür nedeniyle tanrı inancının psikolojik yönü üzerine düsündüğünüzü anlatıyorsunuz. Siz, bilim adamı olarak tanrıyı nasıl tanımlıyorsunuz? Kösemihal, sonra tamnmıs bir sosyolog oldu. Durkheim okulu anlayışına dayanarak bir broşür verdi. Eleştiri yapalım diye. Ben de okudum. Durkheim sosyo lojisinde, "toplumsal bilinç" diye bir kavram vardır. tnsanlar tek tek yaşadıklarında farldı düşünürler, birlikte yaşadıklarında farklı bir yapı oluştururlar. Ben ODTÜ'deyken oradaki sosyal bilimcilere bundan bahsetmiştim. "Oo..." dediler, "Bunlar çok geride kaldı, hâlâ onları söylüyorsanız..." Ben de kendimi bir şey biliyor zannediyordum. Allah kavramında olan birçok şey, toplumsal bilinç kavramında da var. Allah her yerde hazır ve nazırdır diyoruz mesela. Bunlar toplumsal bilinç denen şeyde de var. O bilinç her yerde var. Onu görmüyorsunuz, ama var. Bunlar Allah kavramındaki özelliklere benziyor. Toplumsal bilinç kavramının idealize cdümiş şeklidir diyor Durkheim. Bilim ve din, yanlış yakJaşımlar yüzünden çelişir gibi gösterilmiştir. Dinin alanı ve bilimin alanı başkadır. Büyük dinler bunu sağlamıştır. Bizim dinimiz de aslında zaman zaman sağlar. Laik devlet ise, bunu kendi başına sağlar. Din ve bilim alanlarının ayrı olduğunu ve arada çelişki olmadığını anlamak çok önemlidır. insan, ancak böylelikle dini inançlarını koruyabilir. 1944'de, Türkiye'nin 2. Dünya Savaşt'ndaki müttefiklerine üs vermemesinin ulus anlaytşının bir göstergesi olduğunun hemen herkes tarafından onaylandığtnt söylüyorsunuz. Ahmet Emin Yalman'tn o dönemde Vatan Gazetesi'nde çıkan "Türkiye savasa girmeden baskalarına üs veren ülkelerden de&ildir" tümcesini de örnek veriyorsunuz. Türkiye'de ulusçuluk anlayışının değistiğini de ekliyorsunuz. Sizce de ulus devlet öldü mü? Uluslararası gelişmeler oldu; Birleşmiş Milletler, NATO çıktı. Şu da görüldü ki, toplumsal güvenliği, dünya barışını sağlamak için, ulusların birbirleriyle daha çok ilgilenmesi gerekiyor. Bir diktatör çıkıyor, kendi ulusunu kandırıyor, onlara birtakım heyecan şınngaları yapıp, halkı birtakım olmayacak hayaller peşinde silahlandırıyor. Sonra da etrafa saldırıyor. Herkes perişan oluyor. Bunu önleyecek bir yapı için BM kuruldu. Dünyada böyle olayları önleyecek şeyler yapalım dendi. Hatta BM Tüzüğü'nde bir dünya ordusu kurulması maddesi de vardı. Soğuk savaş nedeniyle bu yapılamadı. Ama bu yaklaşım da, ülkcleri toplumsal güvenük için kendi ulusal yaklaşımlarından ayrılmaya sevketti. BM Irak'a sefer açtı, biz de Irak'la dostluğumuz olduğu hafde boru hattını kapattık. Birara da üs verdik. Burdan kalkan uçaklar gitti, oraya bomba attı. Somali'ye gittik, belki Bosna'ya müdahale olsun da istedik. Eskiden bütün bunlar, ancak bir devlet savaşa girerse söz konusu olabilirdi. Ama ortak cüvenlik anlayışı, uluslara yeni yaklaşımlar kazandırdı. Ulus anlayışı ne ölçüde değişti? Onu tam bilemiyoruz. Tam baöımsızlık değil de, karşılıklı bağımlılık deniyor. Bunun tam tanımı yapılmış değil. Karşılıklı bağımlılıkla kendi ulusal onurunuzdan feragat etmiş oluyor musunuz, olmuyor musunuz? Gümrük Birliği (GB) de bununla ilgili. GB'de birtakım kurallara uyacağımızı söylüyoruz. Bunlar ulusun kendi yaklaşımlarından uzaklaştığını gösteren birtakım şeyler, ama bu dıinyanın küçülmesi bir anlamda, etkileşimin C U M H U R İ Y E T KİTAP SAYI 314