Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Bilimsel yeterliliğimizi, salt Batı’nın aynasında mı ölçmeli? Belki ilk bakışta bu mektubumun muhatabının Prof.Dr. Celal Şengör olması gerektiği düşünebilir. Ancak üzerinde durmak istediğim konu, Prof. Şengör’ün “bilimsel yeterlilik” konusunda başka bazı eski YÖK üyeleriyle birlikte beni de eleştirilerine hedef yapmış olması değildir. Alpaslan Işıklı layısıyla piyasaya egemen olanların kârlılık önceliklerine bağlı kılınması ölçüsünde, geniş kitlelerin gerçek ve zaruri gereksinimlerinden çok, insanlığın mahvına yol açacak buluşların gerçekleştirilmesi sonucunun doğması kaçınılmaz olabilir. Yeryüzünde açlık ve salgın hastalıklar kol gezerken Batı’nın anlı şanlı üniversiteleri neyi araştırmakta? Unutmayalım ki tarihin tanık olduğu en vahşi ve en öldürücü silahlardan birisi olan Napalm bombası bu tür üniversitelerin en önde gelenlerinden birisi olan Harvard’da geliştirildi. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, bugün Afrika’daki zenci nüfusun kökünün kazınmasına neden olacağı söylenen AİDS felaketini önlemek için yapılan harcamalar, viagra ve benzerlerinin araştırılması ve üretimi için yapılan harcamalardan çok daha azdır. Bir bilim adamının yazdıklarının aldığı atıf sayısının, egemen güçler tarafından o bilim adamını ön plana çıkartılması veya unutturulması açısından etkili bir silah olarak kullanıldığı da görülebilmektedir. Bunun bilinen en çarpıcı örneği Karl Marks’ın başına getirilenlerdir. Marks’a, yaşadığı dönemde hiçbir akademik kurumda yer verilmediği gibi, yazdıklarına hiçbir yerde hiçbir biçimde atıfta bulunulmamasına sistematik bir özen gösterilmiştir. Kuşkusuz, bundan çıkarılacak sonuç, gerçek bilim adamının az atıf alması gerektiği değil, tek başına atıf almanın geçerli bir ölçüt sayılamayacağıdır. Batı ve özellikle ABD, akademik yaşam ve üniversite olanakları bakımından bugün için de belirgin bir cazibe merkezidir. Ancak unutmamak gerekir ki yaşamdaki her türlü gerçeklik gibi Batı da çelişkili bir yapıya sahiptir, aydınlık ve karanlık olmak üzere Batı’nın da iki yüzü vardır. Tarihin akışı içinde Batı’nın karanlık yüzünün daha ağır bastığı bir dönemde yaşadığımızı söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı öncesini anımsatan pek çok olumsuzluğun boy gösterdiği günümüz dünyasında, Batı dünyası ekonomik ve soysal alanda karşılaştığı çıkmazların kaçınılmaz bütünleyicisi olarak bilimsel ve kültürel alanda da belirgin bir yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş görünüyor. Indiana, John Hopkins, Rotterdam Erasmus… gibi akademik kurumlarda ve İngiliz Lordlar Kamarası’nda Fethullah Gülen için programlar düzenlenmesi, bu durumun bizi yakından ilgilendiren göstergeleridir. Öyle anlaşılıyor ki tarihsel boyutta önem taşıyan şu çok önemli gerçek, bir kere daha kendisini kabul ettirmektedir: Dar anlamda “bilimsel” gelişme ve tek boyutlu teknolojik gelişme, insanlığın gelişmesi anlamına gelmeyebilir. Eğer öyle olsaydı, Hitler Almanyası’na örnek bir toplum gözüyle bakabilirdik. Bugün için Batı’dan da Doğu’dan da öğreneceğimiz çok şey vardır ve her zaman olacaktır. “Etrafını görmeyen düşer”. Ne var ki kendi bilimsel yeterliliğimizi, salt Batı’nın aynasında ölçme alışkanlığından bir yarar sağlamayacağımızı da bilmemiz gerekir. Gül, Sezer ve Zamanın oku üzerine İbrahim Gedik (Jeoloji Y.Müh.) igedik19@gmail.com ; www.ibrahimgedik.com S S osyal bilimler alanında bir şeyler yapmaya çalışan birisi olarak, bilimsel yeterliliğimin, 12 Eylül koşullarında bir pediatri uzmanının başrolünü oynadığı hukuk dışı bir işlemle üniversite dışına atılmış olmamla ölçülmesi ne kadar mantık dışı idiyse, bugün de bir jeoloji uzmanının takdirlerine bağlı olamayacağı da açıktır. (Bu zatın tek bir kitabımı, tek bir makalemi okuduğunu, tek bir konferansımı izlediğini sanmıyorum.) Asıl üzerinde durmak istediğim nokta, bilimsel yeterliliğin ölçülmesi konusunda giderek yaygınlaşan belli bir anlayıştır ve bu anlayış, Prof. Şengör’le sınırlı değildir. Bu konudaki görüşlerimi (yeri geldiğinde TÜMÖD genel başkanı sıfatımı da kullanarak) hemen her fırsatta dile getirmeye çalışıyorum. Prof. Şengör, bizleri kastederek “uluslararası standartlarda kaç makale yazmışlar, kaç atıf almışlar” diye sormakta. Bu tür bir değerlendirmenin özellikle sosyal bilimler alanında ne kadar büyük istismara ve yanlışlıklara yol açacağına dair, bu alanda yetişmiş birisi olarak, sizin de bazı somut örneklere tanık olduğunuzu sanıyorum. İzninizle iki somut örneği de ben anlatayım: Bizim SBF’deki bölümümüzün mensuplarından bir bayan arkadaş, “sendikacı kadın kimliği” konusunda bir alan araştırması yapmış ve bunu makaleleştirerek uluslararası saygınlığı olan bir yabancı dergiye göndermişti. Deneklere sorulan sorularda bir eksiklik gördükleri için yayınlayamayacakları yanıtını verdiler. Meslektaşımız, düzenlediği soru kâğıdında, deneklere hangi etnik gruba mensup olduklarına dair bir soru sormamıştı. Acaba Batı üniversitelerinin hangisinde, bu tür bir araştırmada böyle bir sorunun sorulması zorunluluğu var? Bildiğim kadarıyla Fransa’da etnik esasa dayalı istatistik yayımlanması yasaktır. Bir diğer örnek de doğrudan bana ait. 2124 Ekim 2004 tarihlerinde ABD’deki İndiana Üniversitesi, nde bir konferansa bildiri sunmak üzere davet edildim. Konferansın konusu "The Global Fethullah Gulen Movement and the Future of Political Islam in Turkey" (Küresel Fethullah Gülen Hareketi...) olarak belirlenmişti. Gülen konusunda yayımlanmış bir kitabım da olmasına rağmen katılmadım. Eğer bu tür toplantılara katılsaydım uluslararası düzeyde katıldığım “bilimsel” çalışmaların ve İngilizce yayımlanmış tebliğlerimin listesi biraz daha kabarık olacaktı. Bilimsel yaşam esas olarak sermayenin gücüne dayalı müdahalelere açık hale geldikçe, bilim dışı önceliklere zorlanarak çarpıklığa uğrayan yalnızca sosyal bilimler alanı değil. Bir örnek vermek gerekirse, belli bir ilaç firmasının sponsorluğunda düzenlenen bir tıp kongresinde o ilaç fabrikasının mamullerinin zararlı olduğu görüşünü taşıyan bir bilim adamının yol parası verilerek misafir edilmesi ve tebliğ sunması mümkün olabilir mi? Bilimin piyasaya, satınalma gücüne, do ayın Bursalı, 22 Ağustos 2008 tarih ve 1118 sayılı CBT'deki yazınız üzerine bu değerlendirmeyi gönderme zorunluluğu hissettim. Birinci olarak, "birbirine girme" tanımı "çıkarcılığı" ve "basitliği" anlatır. Atatürk'ün manevi mirası olan ve CBT'nin simgesi haline gelmiş bulunan"bilim ve akılcılığı" gerçek anlamda benimsemiş ve özümsemiş kişilerin salt çıkar içinde bulunmaları bilimle bağdaşmaz. Bilimin kaynağı olan evrenin işleyişinde "çıkarcılık" değil, "denge" ya da "denge içinde yaşama" vardır. İkinci olarak, sözkonusu iki cumhurbaşkanının rektör atamalarındaki davranışı terazinin iki kefesi gibi düşünüldüğünde, diyelim ki Sayın Sezer'in davranışı "sol", Sayın Gül'ünki de "sağ" kefede olduğunda ve kefeler aynı düzeyde durduğunda Celal Hoca haklı olmaktadır. Ancak, bu durum "statik" bir olay ya da olgu için geçerlidir. Oysa yaşam bir "süreç" olup, "dinamik" bir olay ya da olgudur. Dinamik bir olay ise "zaman"ı içerir. Zaman, evrenin işleyişinin temel kurallarından ya da yasalarından biri olan termodinamiğin ikinci yasasına göre "tek yönlü"dür. Bu yasaya göre, doğada kendiliğinden olan olaylar "tersinmez"dir: yani, kendiliğinden olan bir olayın tersi gerçekleşemez. Örneğin bir yaşlı insan fiziki olarak gençliğe ve oradan da çocukluğa ve bebekliğe giden bir süreç yaşayamaz. Dolayısıyla, "zaman oku" tek yönlüdür. GEÇMİŞTEN YARINA Bunun anlamı söz konusu iki cumhurbaşkanının davranışı açısından şudur: Yaşam zamanı içerdiğine göre, zaman oku iki kefede aynı düzeyde bulunan iki davranıştan geçer; tıpkı iki noktadan bir doğrunun geçmesi gibi. Burada önemli olan zaman okunun "yönü"dür. Zaman okunun yönü, bu davranışların birbirine göre "ileridegeride" olma durumunu belirler. Zaman oku sağ kefedeki davranıştan sol kefedeki davranışa doğru olduğunda ilki (sağ) geride, ikincisi (sol) ileride olur. Tersi durumda olduğunda bunun tersi geçerlidir. Geçerli olan davranış biçimi "ileri" durumda olan olacağından, "haklı" davranış biçimi de o ola caktır. Peki, zaman okunun hangi kefeden hangi kefeye doğru olduğu nasıl saptanılacak? İnsanlığın yaşam süreci bakımından zaman okunun yönü, daima "geçmiş" düşünce ve yaşam biçiminden ya da kültürden "çağdaş" düşünce ve yaşam biçimine ya da kültüre doğrudur. Düşünce ve yaşam biçimi, doğanın işleyişini öğrendiğimiz ölçüde değişir ve dönüşür. Enerji keşfedilmemiş ve buna bağlı olarak da motorlu araçlar icat edilmemiş olsaydı, bugün yaşamımızda trafik kuralları olmazdı. Suyun ve havanın kaldırma gücü keşfedilmemiş olsaydı, bugün hava ve deniz ulaşımı olmazdı. Elektronun dalga özelliği keşfedilememiş olsaydı, bugün televizyon olmazdı. Televizyon olmasaydı, görsel iletişim olmazdı vs. Bilim evrenin işleyişinin sırlarına ulaştıkça, düşünce ve yaşam biçimi de tekrar tekrar yoğrulur ve yeniden üretilir; tıpkı, 810 km yükseklikte uçan bir uçak ve onun gökyüzünde bıraktığı beyaz iz gibi! Uçak daima "çağdaş" düşünceyi, yaşamı, kültürü temsil ederken, geride bıraktığı beyaz iz de "geçmiş" düşünceleri, yaşam biçimlerini, kültürleri temsil eder. Kısacası, çağdaş düşünce ve yaşam biçimi, bilim ve ona bağlı olarak teknolojinin üretildiği yerdeki ya da toplumlardaki düşünce ve yaşam biçimidir. Zaman okunun yönünde ya da ucundaki, yani çağdaş düşünce ve yaşam biçiminin üretildiği toplumlardaki düşünce ve yaşam biçimini hedeflemek "doğru" bir davranış biçimi iken, bunun tersini hedeflemek "yanlış" bir davranış biçimidir ve ikincisi "dayatmacılığa" girer. Sayın Sezer ile Sayın Gül'ün atadığı rektörlerin düşünce ve hedeflerine bakıldığında, zaman okunun hangi kefeden hangi kefeye doğru olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Tabii ki, Gül kefesinden Sezer kefesine doğru! Bu durumda, Celal Hoca değil, siz haklı durumda olmaktasınız. NOT: Muhafazakârlar doğanın/evrenin bu kuralını (termodinamiğin ikinci yasası) inkâr ederlerse ya da görmezlikten gelirlerse, onların kullandığı terimle kâinatı yaratmış ve kâinata bu işleyiş kuralını yüklemiş olan Tanrı'yı da inkâr etmiş olurlar. CBT 1121 / 20 12 Eylül 2008