Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 Akademi 15 Mart 2017 Çarşamba Bizim için de zamanı gelmiş bir fikir: Laiklik Edgar Şar Siyasi düşünce tarihinde farklılıkların birlikte barış içinde nasıl yaşayabileceği, aydınlanma çağından çok daha önce sorulmuş bir sorudur. Moderniteyle birlikte bu “birlikte yaşam”ın sadece barış içinde değil, aynı zamanda eşit ve özgür biçimde olması gerektiği fikri gelişir. Buna rağmen son iki yüzyıllık süreçte kurulan modern ulus devletlerin, farklılıkları özgürlük, eşitlik ve barış içinde bir arada tutabilme konusunda çok başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir. Bugün dahi yaygın söylemlerinin aksine dünyanın birçok yerinde iktidarlar toplumsal farklılıkları bir zenginlik veya bilgelik kaynağı olarak değil, kendileri açısından bir zaaf olarak görüyor. Bu görüşten azade olmayan bir toplumun üyeleri olarak bizim de Victor Hugo’nun “Zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü bir şey yoktur” sözü üzerine düşünmemiz, bazı fikirlerin zamanının bizim için de gelmesi için daha ne kadar felaket yaşamamız gerektiğini sorgulamamız gerekiyor. Birlikte yaşam fikrini toplumsal düzeyde geliştiremememizin başlıca sebeplerinden biri bu fikrin altyapısını oluşturan birtakım ilkeleri yanlış öğrenip yanlış deneyimlemiş olmamız. Örneğin laiklik ilkesi, toplumumuzda uzun yıllardır farklı kesimlerin karşı karşıya gelmesine sebep oldu. Oysa özünde temel bir siyasi gerçeğin anlaşılmasıyla ortaya çıkmıştır: Toplumlar kendi içlerinde birden çok dinsel anlayışı barındırırken devlet kurumlarına tek bir dinsel anlayışın hükmetmesi, özgürlük, eşitlik ve barış içinde yaşamı tehlikeye atar. Avrupalı prensler, uzun yıllar süren din/mezhep savaşları sonucunda anlaşılmaya başlanan bu gerçeği başlarda belirli azınlıklara birtakım hakları lütfederek kontrol edebileceklerini düşündüler. Bunun geçici bir “ateşkes”ten fazlası olmayacağı açıktı. O dönemlerden beri bir hayli derinleşmiş ve artarak çok boyutlu hale gelmiş toplumsal çeşitliliğin birlikte var olabilmesi için bugün içerisinde üç temel ilkeyi barındıran bir laikliğin mutlak gerekliliğine işaret etmemiz gerekiyor: Özgürlük, eşitlik ve tarafsızlık. Bu anlayışa göre, laik bir François Dubois’nın (17901871) Aziz Bartalmay Yortusu Katliamı’nı resmettiği Katliamın Şahitlerinden tablosu. 24 Ağustos 1572’de Fransa’da Katolikler, Huguenot olarak anılan Protestanları katletti. devlette vatandaşlar, istediğine inanma/inanmama özgürlüğüne sahip olmalı, tüm özgürlüklerden eşit bir biçimde yararlanmalı ve devlet herhangi bir (dini) doktrinin tahakkümü altında olmaksızın bir arada yaşam karşıtı olmayan tüm doktrinlere eşit uzaklıkta olmalıdır. l Toplumsal çeşitlilik Amacı farklılıkların özgürlük, eşitlik ve barış içinde birlikte yaşayabilmesi olarak ortaya konulduğunda, laikliğin en az iki önemli özelliğinden daha bahsedilmesi gerekir. İlk olarak laiklik, toplumsal çeşitliliğin bir “gerçek” olarak kabul edilmesi sonucunda siyasal bir ihtiyaca cevap olarak ortaya çıkmıştır. Siyasi bir ilke olarak laiklik çeşitli toplumsal kesimlerin anlayışlarıyla örtüşen bir ortak payda üzerine oturmalı, herhangi bir ideolojik, etik veya doktrinel anlayışı öncelememeli ve belli bir hayat tarzı veya dünya görüşüne dayanmamalıdır. Bir toplumda ancak bu şekilde demokrasiye paralel olarak gelişip toplumun tüm kesimlerinin buluştuğu ortak paydanın bir parçası olabilir. Bununla birlikte bir toplumda, özellikle dindevlettoplum ilişkileriyle ilgili bir ilkenin toplumsal ortak paydada yer alabilmesi ihtimalini, o il keyi meydana getiren tarihsel gelişmelerden bağımsız değerlendirmek mümkün değildir. Laiklik fikri, kilisenin siyasal ve sosyal hayat üzerinde hegemonik bir rol oynadığı dönemde ortaya çıkmış ve bu sebeple otomatikman dinin bu rolü oynamaya devam etmesini isteyenler ile istemeyenler arasında siyasi bir kutuplaşmaya sebep olmuştur. Fransa’da 1789 Devrimi’nden, devletkilise ayrılığını düzenleyen 1905 Yasası’nın çıkarılmasına dek süren dönem, laiklik yanlıları ile kilise yanlıları arasında siyasi, ekonomik ve sosyal alanda birçok mücadeleye sahne olmuştur. Bu dönemde siyasi dengelere paralel olarak kilise karşıtlığının devlet kurumlarında radikal bir biçimde etkili olması, laikliğin başlarda bir toplumsal kutuplaşma kaynağı olarak ortaya çıkmasını neden olur. Ancak 1905 Yasası’yla kilise karşıtlığı resmi ideoloji olmaktan çıkarılır ve dindevlettoplum ilişkileri din ve vicdan özgürlüğü temeline oturtulur. Böylece laikliğin daha önce neden olduğu toplumsal kutuplar nazarında özgürleştirici, eşitlikçi ve uzlaştırıcı yönünün öne çıkmasına ve demokrasiyle birlikte gelişmesine imkân sağlanmıştır. Türkiye’de ise birçok sosyal bilimcinin hâkim laiklik anlayışı açısından Fransa örneğiyle kurduğu para lelliklere karşın, laiklikle demokrasinin bir arada geliştiği benzer bir sürecin hemen hiç yaşanmadığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 1937 yılından beri kesintisiz olarak cumhuriyetimizin anayasal nitelikleri arasında korunmasına rağmen, laiklik Türk siyasal hayatında tutarlı olarak tanımlanan ve geliştirilen bir ilke olmamıştır. Aksine siyasal iktidarlar tarafından konjonktürel çıkarlar uğruna kullanılmış ve esasen dinin araçsallaştırılması ve/veya kontrol altına alınmasını amaçlayan birtakım uygulamalara kalkan görevi görmüştür. l İki kritik dönemeç Bu noktada iki kritik dönemece işaret etmeliyim. Birinci kritik dönemeç, Türkiye’nin siyasi demokratikleşmede önemli bir adım atarak çok partili sisteme yeniden geçtiği 19461950 arası döneme denk düşmektedir. O yıllar Türkiye’nin laiklik anlayışını farklı toplumsal kesimleri özgürlük, eşitlik ve barış temelinde kucaklayacak şekilde dönüştürebileceği bir dönemin başlangıcı olabilecekken, dinin partiler tarafından seçmene hoş görünmek için kullanılmaya başlandığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Özellikle 1950’den itibaren siyaset ile din arasındaki ilişki tam >>